28 Ocak 2018 Pazar

Büyük Sarı Zarf / Erhan Sertbaş




Bu günün o gün olduğunu biliyordum. Nereden ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama bu gün o gündü. Yataktan kalktığım anda biliyordum çağrılacağımı. Küçük bir çanta hazırlamaya koyulduğumda cep telefonuma gelen mesaj beni onaylamıştı çoktan.

“Onu kaybettik. Cenaze yarın öğle namazında kalkacak.”

Soğuk, uzak, ruhsuz bir mesaj. Aramak zahmetine bile katlanmıyorlar ya da beni çok görüp, duymak istemediklerinden olsa gerek. Gitmesem mi acaba? Yok, olmaz. Sonra nasıl anlatırım bunu kendime.

Mutfağa geçtim. Buzdolabından bir elma ve rakıyı çıkardım. Sabah sabah iki duble rakı eşliğinde elmayı, dört tane cevizle birlikte yedim. Elma dilimlerinin üzerine tarçın gezdirdim biraz. Bana öğrettiği gibi. Pavyon usulü derdi. Ama onlar çekilmiş kahve serperler elma tabağına. Ne çok zaman geçmiş pavyona ilk gittiğim günün üzerinden. Hoş sanki sonra bir kez daha gitmişim gibi. Yola çıkmam gerek, cenaze beklemez. İçimdeki ses heyecanlanma belki de gitmezsin, bir rakı daha iç diyor ama gitmek zorunda olduğumu biliyorum bal gibi.

Giyindim. Hazırladığım çantayı omuzuma astım ve evden çıktım. Otogara vardığımda ona giden ilk otobüsün ön koltuklarından birine bilet aldım ve sonraki iki saati kimi zaman çevremi izleyerek, kimi zaman da bir şeyler okuyarak geçirmeye çalıştım. Bu uyuşuk zaman öldürme seansımın sonlarına doğru gözüme ilişti o. Hemen solumdaki bankta oturuyordu. Yirmili yaşlarında ya var ya yok. Her ne kadar ağır makyajı, siyah mini eteği, krem rengi askılı bluzu ve yüksek topuklu siyah ayakkabıları onu olgun göstermek adına seçilmişse de davranışları yaşını kolay ele veriyordu.

Çantasından sigara paketini ve onun da içinden bir sigara çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına koydu ve ardından bir kibrit kutusu çıkardı çantasından. Eline aldığı kibritin alt ucunu sağ elinin baş ve işaret parmakları arasına sıkıştırıp kutunun yakıcı yüzeyine, bedeninden dışarıya doğru kibarca sürttü. Kutuyu tutan sol eli ve kibriti yanması için sürten sağ eli sanki biraz sonra ürkütücü bir yangın çıkacakmış gibi tetikte ve çekingen hareket ediyordu. Bu arada kibriti yakıcı yüzeye sürterken tüm fizik kurallarını sonuna değin zorlayan bir hareket yaptığının farkında değildi. Kibritin yanıcı ucu sürtünmenin etkisi altında kutu yüzeyinde ilerlerken, odundan gövdesi parmakları ile yüzey arasında esnemeye ve doğal olarak sürtünmeye karşı direnişe geçti. Kibrit çöpü kırılmakla yanmak arasında giderken, hem kırılıp hem yanmak eylemini gerçekleştirecek cesarete sahip olduğunu anladı. Kırılmadı ama yeterince sürtünemediği için yanmadı da.

Bir erkek olarak bana çok acemice görünen bu davranışın nedenini sorgulayınca onu yargılamaktan vaz geçtim. Sonuçta, onun bu hareketi öğrendiği bir rol modeli vardı. Benimkini bana öğreten gibi. Ve ben onun cenazesine gidiyordum.

Tam sigaraya ne zaman başladığımı düşünecekken yanımdaki boşluğa biri oturdu. Başıyla selam verdi. Bir yudum su içti elindeki pet şişeden. Ağzındaki suyu çiğnedi yavaş yavaş ve yuttu.

“Kimse Zeki Müren dinlemiyor bu günlerde” dedi. Varsa yoksa pop. Hoş ben de uzak kaldım epeydir. Hatta güzel bir masa donatmalı. Biraz Zeki biraz Müzeyyen Senar çalmalı arkadan. Duyulacak kadar. Abartmadan. Sohbet kıvama erip de son fasıla gelince Şükrü Tunar girmeli odaya. Klarnet son cümlesini söylemeli akşamın” diye ekledi.

“Haklısınız” dedim, “Ne güzel olurdu bir fasıl akşamı.” Galiba benzer yaşta göründüğümüzden ya da bilemediğim başka bir şeyden ötürü ortak bir noktaya değinmişti. Saatime baktım;

“Benim otobüsümün zamanı yaklaştı, size keyifli fasıllar diliyorum” diyerek kalktım.

Otobüsüme gittim. Uyduruk bagajımı alıp güzelce yerleştirdiler ve nerede ineceğimi sordular. Dönüş biletimi almak için otogarda inmeliydim;

“Otogarda ineceğim.”

Herkesle birlikte otobüse bindik ve şoförün çaprazına düşen ön koltuktaki yerime oturdum. Otobüs dediğime bakmayın, otobüsle, minibüs arası bir şey bu. Hani şu midibüs dediklerinden. Bana kalsa şehirlerarası yolların en gereksiz taşıtlarından biri.

Şoför de koltuğuna oturdu. Ceplerinden çıkardığı iki cep telefonunu ön cam ile gösterge panelinin üzerinde boydan boya uzanan havlumsu bezin üzerine koydu. Telefonlar, mobil iletişim tarihinin ortaçağından kalmış, “akıl” içermeyen sıradan şeylerdi bana göre. Görünürde ne kameraları ne de uygulamaların görülebileceği ekranları vardı. Sadece konuşmaya ve mesaj göndermeye yetiyordu güçleri.

Motoru çalıştırmadan önce deri montunun manşet çıtçıtlarını açtı, yuvarlağımsı gövdesi üzerine iyice yerleşebilmesi için iki yakasından tutup çekiştirdi. Koltuğuna iyice yerleşti. Otuzlu yaşlarında görünen bu ufak tefek ve hayli kilolu adam, mesleğine özgü kontrollerini tamamladıktan sonra motoru çalıştırdı. Yolcular son kez sayılıp eksik, fazla var mı diye denetleyen görevli de araçtan indikten sonra yola koyulduk. Otogardan çıktık, yol üstünden birkaç yolcu daha aldık ama yine de aracı dolduramadık.

Bir süre yol aldıktan sonra arka sıralardan bir yolcu yanımdaki boş koltuğa oturmak için izin istedi. Bundan hoşlanmasam da başım ve ellerimle isteksiz bir onay verdim. Keşke vermeseydim. Oturur oturmaz konuşmaya başladı. Nereye gidiyormuşum, nerede yaşıyormuşum, ne iş yapıyormuşum gibi sıradan sorular sordu ama yanıtlarını almayı beklemedi. Bir süre yaşadığı yerlerden, işinden, ailesinden söz etti, sonra işyerindeki amirlerinin yıkıcı baskısını anlattı uzunca bir süre. Tam yorulduğunu ve susacağını düşünüyorken karısından ve çocuklarından konuya devam etti. Sonunda karısının onu terk ettiğini, çocuklarına annesinin baktığını anlayabildim bu geveze gürültüsünün ardından.

Bir şey oldu sanki. Sonsuza değin susmayacakmış gibi heyecanla, kederle sürdürdü hikayesini anlatmayı. Hiç ara vermeden. Neredeyse hiç soluk almadan anlattı durdu. Ne kadar kırılıp üzüldüğünden, ona ne büyük öfke duyduğundan, hep haklılığından söz etti. Bir ara benim farkıma varıp;

“Haksız mıyım” dedi.

“Haklısın ya da haksızsın beni ilgilendirmiyor, bana ne bütün bunlardan” dedim soğuk, azarlayan bir sesle. Yüzü bir anda dağıldı ve parçalarını toparlayamadan yanımdan kalktı, geldiği koltuğa geri döndü.

Şoförün duruşunda ilk bakışta bir sakinlik sezilse de daha çok bir ezilmişliğin feryadı gözleniyor. Birkaç kez cep telefonuyla konuştu. Konuşması bittikten sonra gerginliğini belli etmemeye çalışan bir tavır takınsa da başını sıkılmış anlamında sağa sola çevirmesi ve sabırlı bir görüntü çizmesi bana göre onu ele vermeye yetti. Güçlü görünmeye çalışan ancak kendinden büyük bir gücün karşısında eğilmekten başka bir çare göremeyen küçük bir adam olduğu her halinden belli. Sanırım çocukluğundan bu yana, babası, annesi, kuran kursu hocası, öğretmeni, abisi, ablası, mahallenin kabadayısı, çarşının polisi, askerde komutanı, çavuşu ve daha sayılamayacak kadar ufak tefek güçler, üzerinden geçmekte sakınca görmemişti. Her biri için nefret duymayı bile unutmuştu artık, sadece boyun eğmenin hayatta kalmakla ilişkili olduğunu biliyordu. Onun için yapabileceklerimi duysa, korku krizlerine girer, beni değil bir daha görmek, ortadan kaldırmanın yollarını arardı sanırım.

İçim geçiyor gibi. Rakının etkisi kaybolmadan biraz kestirsem iyi olacak. Daha iki buçuk saat var yolun bitmesine.

Uykuya dalar dalmaz bir düşün içine düştüm sanırım.  

“Bir bilet alıyorum otogardaki seyahat şirketlerinin birinden. Nereye gittiğim belli değil. Plastik bir kart bu bilet dedikleri. Üzerinde bir sürü rakam ve benim fotoğrafım var. Tarihi belli mi bilmiyorum ama saati belli; 10;00.

Peronlara geçtim, otobüsümü arıyorum. “Nereyegittiğibelliolmayan” otobüsleri arasında yok. Bütün otogarı gezdim. Yok. Sonunda en diplerdeki bir bilet satış yerine yanaşıp sordum, biletimi göstererek;

“Bu otobüs nerede?”

“Gel abi göstereyim” diyerek önüme düştü uzun boylu, takım elbiseli bir görevli. Yazıhanelerin hemen arkasına geçip bir binaya girdik. Uzun bir koridor boyunca yürüyoruz. Koridora açılan sayısız kapı ve bu kapıların ardında sayısız oda var. Bazıları açık. Otel odasına benziyorlar. Bir yatak, iki komodin ve üstünde duvara sabitlenmiş ucuz aplikler olan bir yatak başı. Uzun yol şoförlerinin dinlendiği odalar bunlar. Kapısı açık olan odalarda kimse yok, yataklar dağınık, havlular yerde. Boş görünüyor, diğerlerinde birileri var mı, bilmiyorum.  Görevli yol boyu durmadan konuştu. Odalar ne amaçla kullanılıyordan tutun da binanın neden yapıldığına, koridorların temizliğine, kuş gribi yüzünden göç etmekten vaz geçen kuşlara, okulların bitirmek için ne kadar zor olduğuna dair aklına sığabilen her şeyi döktü uzun koridorlar boyunca. Sonunda dayanamayıp bütün bunların benimle ne ilgisi olduğunu sordum. Sabırlı olmamı söyleyip az sonra ulaşacağımızı söyledi otobüsüme. Sanki anlattığı şeyler otobüsümle çok ilgiliymiş gibi. Koridorlar bitmek bilmiyor. Tam birinin sonuna ulaştığımızda sola ya da sağa dönüp bir diğer koridorun uzun, sıkıcı görüntüsüne teslim oluyoruz. Görevli hiç susmadan konuşmasına devam ediyor bense saatime bakmaktan yoruldum. Saat 09:55. Beş dakika sonra benim otobüsüm hareket edecek bilmediğim bir şehre doğru. Bir koridor, iki koridor daha derken, birden sağında duran bir kapıyı teklifsizce açtı ve sadece başını içeri uzatıp bilmediğim bir dilde bir şeyler konuştu görevli. İçerden ona büyük bir sarı zarf uzattılar. Aldı, ikiye katlayıp sol koluyla bedeni arasına sıkıştırdı. Kapıyı kapatıp bana döndü;

“Abi senin otobüsün öteki otogardan kalkıyormuş” dedi.

Şimdi mi söylenir bu? Beş dakika var hareket etmesine ve aramızda on iki kilometre. Nasıl sıkıldığımı, gerilimin şiddetini nasıl ayarlayacağımı bilemiyorum. Belki bir taksi sorunu çözer, tabi param yeterse. Zarfın içinde ne var acaba?

“Taksiyle belki yetişirsiniz ama pahalı olur” diyor görevli. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı artık kesinlikle bilmiyorum. Garip bir panik duygusunun etkisi altında ezildiğimi hissediyorum. Binadan çıkmak istiyorum bir an önce. Belki sokaklarda koşarım. Belki otobüsüm önümden geçer ve beni görünce durur. Ama önce dışarı çıkmalıyım. Yolu sordum geveze görevliye. Yine önüme düştü. Zarfı sıkı sıkıya tutuyor kolunun altında. Önemli galiba.

Gidiyoruz uzun bir koridor boyunca. Sonra dönüyoruz bir yöne, yine bir koridor; gidiyoruz sonuna kadar. Ardından başka bir tane daha. Sanırım bina bizi yuttu. Artık dışarı çıkma umudum hatta otobüsümü yakalama umudum hiç yok. Kalbimin sıkıştığını hissediyorum. Hayatta kalacağımdan bile şüpheye düştüğüm anda önümüzde beliren kapıyı açtı ve gün ışığının gözleri yakan o aydınlığına kavuşmanın mutluluğu doldu içime. Bir parça da olsa rahatladım. Görevliyi ucuz bir teşekkürle susturup gönderdim. Benden ayrılınca zarfı sağ eline aldı, incelemeye başladı. Önemli olduğu konusunda haklıymışım.

Niyetim, hemen bir taksi bulmak ama görünürde bir tane bile yok. Otogarın giriş kapısındaki bekçi kulübesini görünce o tarafa doğru hızlı adımlarla ilerledim ve gördüğüm ilk kişiye derdimi hızlıca anlatmayı istiyorum. Kulübe bulunduğum yerden biraz daha aşağıda ve yolun soluna yerleştirilmiş. Araçlar içeri girerken değil çıkarken duruyorlar önünde. Her şeyi çok net görebiliyorum ama ışığın rengi sanki biraz donuk, buzlanmış gibi. Her yer beton. Zemin, bina, kulübe hatta araçların geçişi sırasında inip kalkan bariyer bile beton görünümlü. Tek bir ağaç, bir tek ot bile yok çevrede. Bütün bu ruhsuzluk otobüslere de yansımış, onlar da grinin tonlarına bürünmüşler.

Güvenlik kulübesinin görüşme penceresi önündeki, küçük, yerine göre işlevsiz, masamsı tahta parçasının üzerine cüzdanımı koydum. Biletimi çıkarıp tam derdimi görevliye anlatacakken o beliriverdi dibimde. Biraz üstüme yığılıp, gövdesiyle abanıyormuş gibi yaptı ama dokunmadı bana. Sadece; “İri biriyim ve kenara çekil, önce benim işim” der gibi bir tavrı var. Bir gözü cüzdanımda. Bu da az önceki mihmandarım gibi hiç durmadan konuşuyor ve söylediği hiçbir şey birbiriyle ilgili değil, sadece zamandaki o boşluğu dolduruyor gibi. Sonunda cep telefonunu çıkarıp, dakika yüklemesini istedi görevliden. İyice gerildim. Benim otobüsüm kaçmak üzere ama adamın derdine ve çözüm aradığı yere bak. Sanırım ben de birkaç tahtayı kırmalıyım kafamın içinde. Artık kontrolden çıktım, görüntüsüne aldırmadan adamı bir kenara itip görevliye sertçe sordum;

“Nasıl giderim öteki otogara?”

“En iyisi taksi” dedi. “Ama pahalı olur” diye de ekledi çekinerek. “Nereden baksanız bir otobüs bileti parası.”

“Taksiler nerede?” diye sordum.

“Şu geldiğiniz binaya girin yine ama ana kapıdan girin. Korkmayın kaybolmayacaksınız. Sadece ileriye bakın ve hiçbir yere sapmadan dümdüz ilerleyin. Koridorun sonunda uzaktan bakınca görülemeyen bir kapı var, beton renginde. O kapıdan dışarı çıkın. Binanın gölgesinin bittiği yere kadar yürüyün. Orada uyuyan bir köpek göreceksiniz. Sarı, boz renkli, irice biraz. Sizi görünce uyanacak, korkmayın sakın. Tekrar uykuya dalacak ama başının yönünü değiştirecek. Başını çevirdiği yönde burnu nereyi işaret ediyorsa o yönde yürüyün. Yolun bitiminde tavla oynayan iki adam göreceksiniz. Biri kör, diğeri yusyuvarlak, şişko bir şey. Kör adamın attığı zar iki, bir gelirse hemen sağınızda açılan aralıktan girin ve binanın bitiminde tekrar sağa dönüp üçüncü kapıdan içeri girin ve bir taksi isteyin. Kör adam dört, dört atarsa şanslı gününüz sayılır. Yoldan hiçbir yere sapmadan düz ilerleyin ve yolun sonunda solunuzda bir kapı belirecek. Zili çalın. Diyafondan kim olduğunuzu sorarlarsa bir taksi istediğinizi söyleyin. Kör adam farklı bir zar atarsa buraya dönün ve sakın oyalanmayın. Bu sizin güvenliğiniz için çok önemli” diyerek bitirdi uzun açıklamasını ve ekledi;

“Bir sarı zarf olacaktı, büyükçe bir şey. Keşke önce bana gelebilseydi. Sizin derdinizi çözmek daha kolay olurdu” dedi. Hiçbir şey anlamamıştım bu zarf olayından.

Saatime baktım, hala 09:55. Ama nasıl, zaman hiç mi akmadı? Binaya girdim, dışarı çıktım, köpeği buldum, gösterdiği yönde tavla oynayan adamlara ulaştım. Kör adam beş, iki attı, şişko adam kahkahalar arasında atılan zarı söyledi bağırarak. Geri döndüm. Sonra bir daha, bir daha. Saat hiç ilerlemedi ama tam on bir yıl geçti. Kör adam birçok kez iki, bir ve dört, dört attı ama her seferinde bütün kapılar ve insanlar körelmişti. Hiçbiri açılmadı. Benimle otobüsüm arasındaki on iki kilometre tam on bir yıldır olduğu yerde duruyor. Artık onu kaçırmaktan korkmuyorum, panik de yapmıyorum ama onu yakalama umudum da kalmadı.

İnsan çaresiz kaldığında kendisi için ne büyük bir hayal kırıklığı olduğunu anlıyor. Artık hiçbir şeyi yapamayacağını, bir şeyleri yoluna koyamayacağını fark ettiğinde bu çöküş, giderek dipsizleşiyor.”

Birden o yoğun karanlık ve umutsuz duyguyla uyandım. Şoför hareket etmeden önce camın önüne koyduğu iki fosil cep telefonundan biriyle ciddi bir görüşme yapıyordu.

“Olmaz abi, ben çekemem hiçbir şeyin fotoğrafını. Araba kullanıyorum. Hem yolcular ne der. Olur mu hiç öyle şey.” Karşı tarafı duymasak da ısrarcı tavırlarını sürdürüyor olmalıydı.

“Evet, zarf burada tam önümde duruyor. Açamam abi. Bekle biraz daha, bir buçuk saat sonra oradayım. Kendin çekersin fotoğrafını.” Elindeki takozun fotoğraf çekemeyeceğini anlatamıyordu bir türlü. Utanmış mıydı? Belki. Belki de sadece gurur yapıyordu, akıllı telefonu olmadığı için. Kim bilir? Hemen arkasında oturan bir bayan yolcu uzayıp giden fotoğraf çekme tartışmasına katılmakta sakınca görmedi;

“Bu kadar yolcunun güvenliğini hiçe sayamazsınız, o telefonu hemen kapatın lütfen. İnsanlara bak, saygıları yok üstüne bir de canımızla oynuyorlar. Siz de buna izin vermezseniz çok iyi olur şoför bey.” Şoför o sırada önümüzde beliren sol dönemece otobüsü tam olarak yerleştiremedi ve bir parça yolun dışına çıkıp tekrar yola girdi. Olayı izleyen yolcular bir parça paniklediler, giderek yükselen bir sesle doldurdular otobüsün o küçük atmosferini.

“Yolcular itiraz ediyorlar, kapatıyorum telefonu, az kaldı zaten, geldiğimde çekersiniz fotoğrafınızı” deyip telefonu kapattı. “Ne ısrarcı insanlar bunlar böyle, olmaz diyorum hala iki dakika duruversen ne olur ki diyor” diye kendi kendine söylendi. Aslında gösteriş yapabileceği az buçuk akıllı bir telefonu olsaydı, eminim otobüsü bir benzin istasyonuna çeker, istenen fotoğrafı belgenin sahiplerine iletirdi. Olmayan telefonun kaybettirdiği gösterişe hayıflanarak sürmeye devam etti.

Ön cam ile gösterge paneli arasındaki büyük sarı zarfı o zaman fark ettim. Hiçbir özelliği olmayan sıradan bir sarı zarf işte. Ama ya içindeki? Belli ki para ediyor ya da bir para alışverişine konu olabilecek bir evrak. Önemli yani. O kadar önemli ki bizi olduğumuzdan daha değersiz kılıyor, hepimizden daha çok para ediyor. Tabi bütün bu kıymet o belgeyi bekleyenler için, bana, şoföre, arkasında oturan huzursuz bayan yolcuya ve diğerlerine zerre kadar faydası yok, zararı var.

Yolun sonuna yaklaştıkça yolcular birer ikişer inmeye başladı şehrin içinde. Otogara iyice yaklaştığımız sırada şoföre inmek istediğimi söyledim ve bagajım olduğunu hatırlattım. Bu kadar yaklaşmışken durmaktan hiç hoşlanmadı. Otogarda ineceğimi hatırlattı bana ama yine de ön kapıyı açıp hızlıca bagajımı koyduğu bölmeye yöneldi. Ben de yerimden kalktım sol elimdeki yağmurluğumu gösterge panelinin hemen üzerinde duran büyük sarı zarfın üzerine düşürdüm. Zarfla birlikte aldım. İnerken kimseye göstermeden, zarfı ikiye katladım ve yağmurluğumun arasına güzelce sakladım. Şoför çantamı verdi ve iyi günler diledi. Ben de karışıklık için özür dileyip teşekkür ettim ve hayırlı işler diledim. Otobüs hareket etti, ben de en yakın kahvehaneye gidip dışarıdaki masalardan birine oturdum, bir kahve söyledim. Bir saat kadar oyalandım, gelen geçene baktım. Sonra zarfa baktım bir süre. İçindekini kesinlikle merak etmiyordum, bu gün de etmiyorum. Kalktım ve dönüş biletimi almak üzere otogara doğru yürüdüm.

Zarf mı? Onu da yolum üzerinde gördüğüm ilk çöp kutusuna attım.

 

Ocak 2018

Antalya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder