28 Ocak 2018 Pazar

Pandora'nın Kutusu / Gamze Erinç


 
 
Bizim evde en büyük tasarruf mutluluktu. Evin rutubet kokan bodrumunda, bir kutu içinde saklardık gülüşlerimizi. Eve girer girmez; üst baş değiştirilir, tüm gün boğazımızda kalan, düğüm gibi biriken tebessümleri çıkarıp, özenle yerleştirirdik o kutuya. Hani şu Pandora’nın Kutusu var ya, işte tam öyle bir şey. Çünkü mutluluk bir yerde bozdurulamaz, vadeli bir hesaba yatırılamazdı. Hele komşular duyarsa, elimizde ne varsa gelir alırlardı. Ahlakımız, namusumuz, haysiyetimiz onun içinde saklıydı. Bu işin önemini henüz yedi yaşındayken babamdan öğrenmiştim. Hiç unutmam; okuldan dönmüş, apar topar üstümü çıkarıp, komşu çocuklarıyla oynamaya çıkmıştım evin önüne. Yakan top oynuyorduk ve yaşamı bu oyunlardan ibaret sanıyorduk. O gün açık ara yeniyordum arkadaşlarımı. “Yendimm işte yendimmm” diye bağırırken, bir tokat çarptı yüzüme. Babam, kahkahalarımı duyup koşmuş ve cezamı kesmişti. Sonraları her güldüğümde bu olay geldi aklıma. Gülmeye hevesli biri olamadım işte. Hayat griydi, ne kırmızı oldu, ne tozpembe, ne de tam bir siyah. Fakat nasıl alışıyordu insan, sıradanlaşıyordu her şey, biz de kanıksadık bu durumu yıllar içinde. Evimizin altında; bizden başka kimsenin bilmediği, kocaman bir hazine vardı. Biz aslında kimdik, ne istiyorduk, nelere sevinirdik ve neler hayal ediyorduk? Kendimize ve birbirimize dair tüm cevaplar oradaydı. Hiç tanışmadık o yanlarımızla. Öylece kaldılar orada.

Lisede “Takdir Belgesi” aldığımda, sevinçten havaya ne kadar mesafede zıplamam gerektiği bile belirlenmişti. Şu seviyeye kadar sevinilecek, öyle büyük hayaller kurulmayacak, umut et ama uçma kanar dizlerin yere düşünce. Mutlaka düşerdin, düşmeliydin de…

Bizim Pandora’nın içi hiç dolmadı. Bir gün de yeter demedi, isyan etmedi,  gizemini ve sessizliğini hep korudu. Ölçülemez bir derinliği vardı sınırların. İçinde kulaç atılamayan bir okyanus, seyrine dalamadığın parlayan bir gökyüzü, yiyemediğin bir elma şekeri. Sınırlar sınırsızdı ve kural koyucu bir hayalet gibi süzülüyordu evimizde.

Elbette bu düzenin içinde bizim de özgürlüklerimiz vardı. Ağlamak, kederlenmek, umutsuzluğa kapılmak. Bunlar doya doya yaşayabileceğimiz duygulardı. Babam öldüğünde, haklarımızı sonuna kadar kullandık. Hayatımda hiç bir duyguyu bu kadar rahat yaşamamıştım. Bazen akşamları ağlama krizlerine girer, sonra neye ağladığımı unuturdum. Özgürlüğün sarhoşluğu; nedenlerimi benden alıp, ruhumu kanatlandırıyordu. Annem, abim ve ben. Uzunca bir zaman bodrum kata hiç inmedik. Annemin solgun yüzü, gün be gün daha da soldu. Oysa böyle olacağını düşünmemiştim. Zamanla değişeceğini düşündüklerim hep aynı kaldılar. Meğer yapışırmış duvarlara, köklenip büyürmüş her bir odada kahkahasızlık. Abim ise babamdan aldığı mirasa riayet edip, kuralları uygulamaya devam etti. Üniversiteyi kazandığımda; içimde tarifi olmayan bir heyecan, ehlileştirilemeyen kısrak uyandı. Ankara’nın soğuk ikliminden çıkıp, daha önce görmediğim İzmir’e öğrenci olarak gidecektim. Üstelik abim bana harçlık gönderecekti. Babamın bayrağını; evi geçindirmenin yanında, bana bakarak da dalgalandırabilecekti. Kabul edilen bir yazgıya, başka bir hayatın peşinden koşmak istemeyişine hep içerledim. Çok güzel şiirleri vardı abimin, gizli gizli okurdum. Kızacağını bildiğim için ona hiç söyleyemedim tabi. Gizli anlaşmayı bozmadım. Aslını yüzüne vurup şöyle en güzelinden ona sarılmadım. Fakat bu yanını bilmek öyle mutlu ediyordu ki beni, başka sevdim onu yazdıkları yüzünden, başka bildim.

Gitme vakti gelip çattığında; karanlık holün beti benzi atmış sıvalarına şöyle bir baktım. Evet bir hapishane değildi evimiz, güzel günlerimiz de olmuştu ama beraat ediyor gibi hissediyordum. Sımsıkı sarıldım anneme, kaderine, gözyaşlarına, kabul ettiği halde sonsuz söylenmelerine.

 Abimle kapı eşiğindeyken; şunu fark ettim ki hoşça kal demem gereken biri daha vardı. Bir dakika geliyorum deyip, ağır adımlarla bodruma yöneldim. Üzeri tozlanmış, küskün Pandora’ya “Merhaba” deyip, ona seslendim:

“Ben gidiyorum sevgili sevinçlerim, içime attığım tebessümlerim, umutlarım. Çocukluğumun çamaşır misali iplere asılan masumiyeti, gidiyorum… Yaşayamadıklarımı götüremeyeceğim, biliyorum onlar hep sende kalacak. Yaşanmamış sayılacak, ukde olacak. Ama hayatımın bundan sonrasında kahkahalarımın sesini herkes duyacak! Hoşça kal!”

Arabaya binip apartmanımızın önünden ayrılırken, gözyaşlarıma engel olamıyordum. Babama kanlı canlı hoşça kal diyemesem de, o her şeye rağmen beni duyuyordu. “Hoşça kal Baba” diye haykırıyordum içimden… Kim bilir; ona öğretilmiş bu çaresizliğin, hayatımızı neye dönüştürdüğünü bize bakarken görebiliyordu artık. Belki de en çok babamın umutları vardı Pandora’da, yaşayamadıkları… Hiç bilemesem de;  yeni hayatım, beni kucaklamak için bekliyordu. Büyümüş bedeniyle, içimde duran çocuğun elini tutup gittim.

2 yorum:

  1. Ne kadar güzel bir yazı teşekkürler bizimle paylaştıklarınız için :)

    YanıtlaSil