23 Eylül 2016 Cuma

Kapkaçcılar Acımaz / Achilles Valentin



Dört tane itfaiye aracı peş peşe durdu evimin önünde. Gökyüzüne yükselen siyah dumanların arasından onlarca itfaiye eri koşuşturmaya başladı. Bir yandan müdahale edecekleri yeri tespit etmeye çalışırken, diğer yandan hortumları araçlara bağlamak için çaba sarf ediyorlardı. Aralarından biri kalın eldivenli parmağıyla sorunun kaynağını işaret etti. Perdelerin arkasından izliyordum koşuşturmalarını. Parmağın tam olarak durduğum yeri işaret etmesiyle ürperdim bir an için. Bedenime yayılan hoşluğun adını umut koydum. Tecrübe bu olsa gerek. Belli ki; işlerinin eri itfaiye erlerini göndermişlerdi. Hazırlıklar bitmeden dumanın kaynağını tespit etmişlerdi bile.

Yerimden kımıldamadan izledim telaşsız koşuşturmalarını. Hortumları araçların arkasındaki dev vanalara bağlamalarını, yerlerini alıp suyun açılmasını beklemelerini; bir dozerin temel çukuru kazmasını izler gibi zevkle izledim. Dört araca bağlı dört hortumu tutan sekizer itfaiyeci büyük bir ustalıkla yerlerini aldı. Aynı anda dört itfaiye eri araçların arkasındaki vanayı ağır ağır açmaya koyuldu. Su, hortum içindeki ilerleyişine başladığında heyecanım da doruk noktasına ulaştı. Hortumun ucundan boşluğa fışkıran ilk damlaları fark etmemle birlikte iki yakamdan tutup, ellerimi var gücümle aşağıya çektim. Gömleğimin düğmeleri yere düşmemişti ki sert bir darbeyle arkamdaki duvara yapıştım. Uzunca bir müddet dört hortumdan gelen tazyikli su ile duvar arasında kaldım. Ayakta kalmak için bir çaba harcamama gerek yoktu. Aksine; hareket etmeyi becerebilsem sonsuza kadar hareketsiz kalmama neden olacak bir şey yapardım büyük olasılıkla. Kirpiklerimi aralayıp karşıya baktığımda, aralarından birinin elini şapkasına götürerek selam verdiğini gördüm. Diğerlerini görebildiğim kadarıyla süzdüm. Hepsinde belirgin bir rahatlama vardı. Gözleri, hedefi tam olarak tutturmuş olmanın gururu ile parlıyordu. Basınç altındaki anlarımın ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Ama bütün bunlara sebep olan olaylar düşünüldüğünde; aylarca su tutulsa göğsüme, içimdeki yangının söndürülmesi yine de bir mucize olurdu.

Bir anda kesildi suyun akışı. Bedenimi kaplayan büyük yorgunluğa karşın gözlerimi aralamayı başarabildim. Salon ufak çaplı bir gölet haline gelmişti. Buradan nasıl çıkacağımı düşünürken birkaç itfaiye eri, çizmelerinden içeri dolan simsiyah suya aldırmadan göleti aşıp yardımıma geldi. Biri yırtık ve ıslak gömleğimi derimden sıyırıp yaramı inceledi. Diğerlerine dönüp başını olumsuz anlamda iki yana salladığını fark ettim. Ayaklarımdan çekildim ve suya bastırıldım. Bir el kafamı suyun üstünde tutuyordu. Kulağıma “Geçecek!” diye fısıldadı elin sahibi. Söylediğine inanmadığını anlamak zor olmadı. Kurtulmamın mümkün olmadığını anladığım anda kendimi bıraktım. Bağırış çağırış içinde acele hareketlerle bedenimi suya sokup çıkaran itfaiyecilerden yavaş yavaş uzaklaştım. Göğsümü karartan o tutuşmanın olduğu ana gittim zihnimde.

Daha o saniyede hayatımın eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Dahası; sözü edilecek kadar fazla soluk hakkımın kalmadığı şimdi tarif edemeyeceğim bir bilişle gönlüme yerleşmişti. Ya benim olacaktı, ya da ben toprağın. Bakışları gözlerimle öpüştüğünde; o fettan gözlerin süzülüşünden, daha önceleri nice feryada, aha neden olduğunu hissetmiştim. Binlerce perişan gönlün günahını taşıyordu bakışlarında. Bile isteye girmiştim büyülerle işlenmiş karanlık ormana. Tenime temas ettikçe erimeme neden olan dallar, beni bir kereliğine saran kollarıymış meğer. Ruhsuzluğu, hissizliği daha o dokunuşlardan bile belliydi. Yok! Olmayacak diye söylenip geri çekildiğim anda bir şeyler çıt etti içimde. Önemsemedim başlarda. Yolunda görünüyordu her şey. “Başkası olur, boş ver!” diye telkinler verdim kendi kendime. Sıçrayarak uyanmalarımı, dinmeyen susuzluğumu, kaymaklı tel kadayıfın tatsızlığını her halde hasta olmuşumdur diye geçiştirdim. Bir türlü iyileşemeyince de panikledim. Yanık et kokusu burnuma ilk dolduğunda; komşular mangal yapıyor diye sevindim. “Gidip bir merhaba diyeyim de bir iki lokma sebepleneyim:” Dumanı takip etmek işe yaramadı. Nereye dönersem döneyim baktığım tarafı işaret ediyordu dumanlar. Sulu ve lezzetli eti dişlediğim anı gözümde canlandırırken ağzımın kenarında sular birikmeyince fark eder gibi oldum olanları. Dilimden dökülen kelimeler ne kalbimden ne de gönlümden geliyordu. Gerçeğin ta kendisin dudaklarımın arasındaki yolunu bulup gökyüzüne ses olarak yükseldi; “Çok az zamanım kaldı.”

 

Siren seslerine elleriyle tempo tutan hemşirelerin gürültülü alkışlamaları eşliğinde gözlerimi açtım. Benim uyandığımı gören biri hemen kulağıma eğilip son dedikoduları acımadan aktardı. Bedenimden yükselen dumanlar bütün mahalleyi kaplamış önce. Daha öğle saatlerine bile gelmemişken hava kararmış. Sokak lambaları otomatik yanmayınca mahalle halkını bir korku almış. İçimden uzay boşluğuna zıplayan kıvılcımları meteor yağmuru sanmışlar. Devlet bize yardım etsin diyen biri hemen polisi aramış. Bir kısmı da olanları ancak belediyenin temizleyeceğini düşündüğü için pankartlar hazırlayıp yürüyüşe geçmeye karar vermiş. Neyse ki biri; itfaiyeye haber vermeyi akıl etmiş.

 

Hemşirenin anlattıklarını aklımda tarttım. Doğru olmalıydı. Çünkü haberim olmasa da geleceklerdi, bekliyordum. Gelirler mi gelmezler mi diye kendi kendime tartışıyordum itfaiye sirenlerini duyduğum sırada. Çok istediğim halde gelmeyenler alıştırdı beni beklemeye. Kolumdan sarkan ince hortumu çekip ucuna bağlı serumla öpüştüm. Cam serumun soğukluğu dudaklarımı yaladı. Bütün gücümle ambulansın kapısına yüklendim. Kucağımda serumla birkaç kere yuvarlandım iki omzumun üstünde. Ambulans acıklı sesiyle merhum olmaya yakın olduğumu ilan ederek uzaklaşırken arkalarından dudağımın ucunu kıvırarak güldüm. Serumu tepesindeki hortumu söktüm attım. Göğsümü yırtıp serumu içime boşalttım. O ana kadar ince ince tüten duman zincirinden boşanmış gibi terk etti bedenimi. İnce bir tıslama duydum. İki elimle yarıp baktım göğsümden içeriye. Tahmin ettiğim gibi kalbim de ciğerlerim de yerinde yoktu. Ya bu son yangında kül oldular ya da biraz saçma gelecek ama ben o gözlerin içine bakarken fark edemediğim eller tarafından çalındılar.

Öyle biri var mıydı gerçekten? Yoksa hepsini ben mi uydurdum. O salak gülümseme arzuladığım için mi yerleşti yüzüme? Yoktular, evet, yoktular. Hiçbiri yoktu. Sadece ben vardım ve bende fazlalık haline gelen kalbim. Kimsecikler yoktu aslında. Ben kendi kendime yangın yerine çevirdim kendimi. Besbelli büyük yanıldım. Bunun dönüşü yok. Kaybolduk, kaybettik.

 

Demek ki artık kalpsizliğimizle meşhur olacağız başka organlarımıza nefes almayı öğretmeye çalışırken. Siz siz olun doğrudan bakmayın başka gözlerin içine. Koruyun kalbinizi de ciğerlerinizi de. Bu kapkaççılar yakar insanı hiç acımadan.

1 yorum: