18 Aralık 2016 Pazar

Kardanadam / Erhan Sertbaş


 
 
Fırtına, önüne kattığı karla birlikte tüm kasabayı teslim aldı. Sokağa, caddeye açılan kapıları, pencereleri adeta mühürledi. O kadar soğuk ki ve kar o kadar çok yağdı ki, sokaklar gözlerimizin önünde eriyip gitti. Önce her şeyin köşeleri yuvarlandı, sonunda siluetler bile seçilemez oldu. Gözlerim, ne kadar boş bir uğraş olduğunu bilsem bile, sokak lambasının solgun ışığına takılan kar tanelerinin izini sürmeye çalışıyor. Aklımsa başka bir izin peşinde bu akşam. Hani hep geçmişe dönük olur ya böyle geceler, bu da öyle galiba, geleceğe ya da bu ana ilişkin hiçbir şey geçmiyor içimden. Galiba kendime itiraf etmekten korkuyorum; sıkıcı, sıradan geçmişimde yapamadıklarımı. Hayatım boyunca ne kadar çok istesem de, onca uğraşa, bilgiye, duyguya karşın solcu olamadım; beceremedim bir türlü. Tek başına kalmış, yalnız, soğuk bir insan olabildim sadece. Düşündüklerim, söylediklerim, benimle aynı yolda koşmayan insanların desteğinden yoksun kalınca, cılız birer fidan gibi solup gittiler. Bir tür yabancısıydık kendimizin ve ötekilerin ama asla farkında değildik bunun. Dahası kendimi hep bir kardanadama benzettim. Kış uykusuna dalınca her şey, benim sessiz hükmüm altındaydı bu coğrafya, ta ki havalar ısınıp sulara karışıncaya kadar bedenim.

Salon penceremin tam karşısına gelen, en az benimki kadar soğuk, büyük, küstah apartmanın, benimle aynı seviyedeki çatı katında oturan Bayan Rosinante’nin – ben ona öyle demeyi seviyorum, aslında onu tanımıyorum bile- akşam yemeği için yaptığı hazırlıklara takıldı gözüm. O da benim gibi yalnız yaşıyor. Belki benimle yaşıt ya da daha küçük; kimin umurunda. Masaya koyduğu salata tabağı, çorba kasesi ve servis tabağını buradan görebiliyorum. Arada bir buzdolabını açıp, masayı eksiksiz kılmayı sağlayan yedekleri de sürüyor sahaya.

Hayatımda “karım” olmadı, sadece belli dönemlerine eşlik eden kadınlar vardı. Ben de kimsenin kocası olamadım, sadece kardanadamı oldum o kadınların. Çocuğum da olmadı; olsa ne olurdu ki, ona da baba olamazdım.

 

Hava, daha da soğudu. Gece ilerliyor karın yaydığı kırık beyazla. Şöminenin ateşi geçmek üzere, biraz daha odun atmalı. Bu gece köpekler bile sessiz. Sadece fırtınanın çatılarda, ağaçlarda çaldığı şarkıyı duyuyoruz belli belirsiz, çokça da öfkesini.

Sabaha çıkar mı bu örselenmiş ruh? İçimde bir ses karlara karışıp sonsuza değin bir kardanadam olmayı, diğeri de bu sefil hayatı sonuna kadar götürmeyi söylüyor. Belki bir şeyler içip zamanı değiştirmeliyim. Kimi aldatıyorsam. Hep öyle yapmaz mıyız? Görmezden gelip, unutmaya çalışıp, bastırıp, sonra da sanki yeniden ortaya çıkmış gibi tekrar tekrar, döne döne çözüm aramaz mıyız?

Çay koysam, bir iki bardak içsem, birilerini arasam, belki biraz açılırım, belki söner içime çöken kasveti geçmişin; bu gece uzun ve bu yolculuk yorucu. Ya da en iyisi bir iki kadeh bir şeyler içmek, hep yaptığım gibi; saklanmak bir sakinleştiricinin ardına.

 

Çocukluğumdan bir anı geldi gözümün önüne; dedemin kunduracı dükkanında dedeme emanet edilmiştim. Altı, yedi yaşlarındaydım. O oturduğu taburede iki bacağının arasına aldığı demir bir kalıba geçirdiği ayakkabının tabanına ustalıkla çiviler çakıyor ben de meraklı meraklı onun hünerli ellerini izliyordum. Önceleri demir kalıbın havada durduğunu zannedip dedemle daha bir gururlandıysam da, bu kalıbın yere bağlanan demir sapını dedemin uzun ve eskimiş deri önlüğünün arasından göremediğimi fark etmiştim. Dedem yakın gözlüklerini burnunun ucuna düşürüp ağzına iki çivi aldı ve ağzının sol tarafında başları dışarıya gelecek biçimde dudaklarının arasına sıkıştırdı. Sonra bana dönüp ağzıma asla ikiden fazla çivi almamamı, eğer alırsam, nefes alırken farkına varmadan bunlardan birini yutabileceğimi söyledi, dudaklarının sağ tarafını oynatarak. Bu durumda mümkünse burnumdan nefes almalıymışım.

 

Evet, hava almalıyım. Pencereyi açsam, içeriye biraz soğuk dolsa, biraz kar gelse halının üzerine, geçer mi bu yürek burkulması. Sonra bu kar, birkaç çivi çaksa ruhumuza, kaçmasa artık bedenimizden. Hem sahi neden çoğul konuşuyorum ki ben?

 

Uzaklardan bir siren sesi geliyor. Elektrik kesildi. Şömineden yayılan birkaç cılız ışık kırıntısı odayı aydınlatmaya çabalıyor. Yıllar öncesine gittim yine. Enerji tasarrufu yapmak için her akşam bir saat elektriğimizi zorla kesen generaller iktidarını hatırladım. Ne kadar zormuş faşizmin çocuğu olmak. Ülkeyi sürükledikleri karanlığın hayatımıza yansıyan küçücük bir kısmıydı bu. Utancımızı gizleyebilir miydi bu karartma geceleri. Belki de bu yüzdendir benim eksik kalan solculuğum, çocuk yaşta idamlarla tanışmaktan, sokağa çıkma yasağına sokakta yakalanmaktan, karanlıklarla korkutulmaktandır. Kim bilir?

Elektrik ne zaman gelir acaba? Sabahı bulur herhalde. Bu fırtınada kim uğraşır ya da nasıl onarabilirler ki kopmuş bir teli, patlamış bir trafoyu. Hadi sen bir kadeh rakı koy, şömineye de bir iki odun daha at.

Kapı çalınıyor, aslında dışarıdan birileri nazikçe kapıyı tıklatıyor. Alt kat komşum Yasemin Hanım, elinde bir mum ve arkasında karanlıktan yüzünü göremediğim bir başka kadın. Sırtlarında yarı battaniye yarı şal benzeri kalınca örtüler var. Soğuk tabi, elektrik yoksa kalorifer de yok. Mum ışığında şaşkınlığımı görüp görmediklerini bilmiyorum. İçeri davet ettim. Birkaç mumun ve şöminenin cılız ışığının oluşturabildiği zayıf aydınlığın yardımıyla salona, şöminenin karşısındaki koltuklara geçip oturdular. Şömineye kadar uzanan yol boyunca Yasemin;

“Donduk komşu, Allahtan senin şöminen var, rahatsız etmedik değil mi? Oh mis gibi sıcacık burası, hani bir rahatsızlık veriyorsak şöyle bir ısınıp gideriz…” ve daha bir sürü gereksiz konuşmayla doldurdu havayı.

Neyse ki oturunca bir süre sessiz kaldı. Ama bu! Diğer kadın; Bayan Rosinante bu; ama nasıl olur? Şaşkınlığımı belli etmesem iyi olacak. Birkaç güzel karşılama ve hal hatır sorma sözcüğünden sonra nasıl bir şey içmek istediklerini sordum elimden gelen kibarlığımla ve ardından rakı içmeyi düşündüğümü, isterlerse onlara da ikram edebileceğimi ya da güzel bir kırmızı şarap açabileceğimi de söyledim. Çay ve kahve seçeneğini eklemeyi de unutmadım. Bunları söylerken bir yandan da ateşi canlandırıp iki odun daha yerleştirdim şömineye.

Yasemin sırası gelmişken Bayan Rosinante’yi, birkaç tanımlayıcı açıklamayla tanıştırdı. Adı Nermin’miş. Karşı bloktaki komşumuz demişti Yasemin. Aynı zamanda lise çağlarından arkadaşlarmış ikisi. Yasemin lisede resim öğretmeni, Nermin yani Bayan Rosinante ise vergi dairesinde memurmuş. İkisinin de kocalarını hayli uzun zaman önce boşadıklarını laf kalabalığının arasına sıkıştırıverdi. İçecek seçimlerini şaraptan yana kullandılar. Yasemin bu şömineyi yaptırmakla ne kadar akıllılık ettiğimi, kendisinin de yaptırmak istediğini ama bir türlü fırsat bulamadığını uzunca bir süre anlattı.

Elimde bir mumla mutfağa geçtim ve hızlıca rakı koydum, şarabı açtım, bir tabağa biraz peynir çıkardım, meyve hazırladım ve iki tane ayaklı kadehi tepsiye diğerleriyle birlikte yerleştirdim ve salona döndüm. Hava gerçekten çok soğumuş, mutfak buz gibiydi. Elimdekileri bir sehpaya, sehpayı da Yasemin’le Nermin’in oturduğu koltukların önüne koydum. İkisinin arasına bir başka koltuk çekerek ben de ona yerleştim. Yasemin hala yaptırmak istediği şöminenin özelliklerini sıralıyordu. Şarabı kadehlere doldurdum ve önlerine koyduktan sonra bardağımı kaldırdım;

“Hoş geldiniz.” 

Rakı iyi geldi. Beş altı tane mum daha yaktım ve salona dağıttım. Salonun içi loş ama bana göre karanlık. Soğuk ve karanlık aynı zaman dilimini paylaştığında işkence odalarının ıslak zeminleri geliyor aklıma. Neyse, bu konuyu daha fazla düşünmesem iyi olacak sanki. Keşke biraz müziğimiz olsaydı. Rachmaninov ya da Chopin; bir piyanonun tuşlarına, arkada, derinden gelen bir ses verebilseydi. Çok şey istedim bu gece.

Sohbetin konuları dişe gelmeyecek sıradan şeyler. Bir oraya bir buraya atlayıp duruyor hanımlar. Benim de katıldığımı sanıyorlar ama hala kayda değer bir şey söylemedim. Bu dördüncü rakı, onlara da ikinci şişeyi açtım. Arada bir neşeli kahkahalar atıyorlar. Yükselen her kahkahada ben biraz ölüyorum. Ruhumdan bir parça şöminede yanan odunların alevine karışıp bacadan dışarı atıyor kendini.

Ama böyle ölmek istememiştim!

Biraz daha beslemeli şömineyi. Yasemin konuyu hafta sonları yaptıkları doğa yürüyüşlerine taşıdı. Nermin de son gittikleri gezinin katılımcılarının ne kadar az olduğundan yakındı. Sonra geçmişteki yürüyüşlerin görkemine takıldılar biraz. Ardından beni de davet ettiler bir sonraki yürüyüşe. Nazikçe geri çevirdim ama Yasemin ısrarla katılmamı istiyordu. Bu yürüyüşlerin ne kadar önemli bir spor olduğu, sağlığımız için taşıdığı vaz geçilmez değeri üzerine bir süre hızlı hızlı konuştu. İnsan kendini ne kadar zeki sanırsa sansın bir noktadan sonra zekaya katlanamıyor; çoğuna da, azına da. Yasemin’in ısrarının nedenini bulmaya çalışıyordum rakıyla uyuşmuş zihnimde ama bir türlü anlayamadım. O da benim andavallılığımın farkında olsa gerek sonunda dayanamadı;

“Taze et kaynıyor be komşu!” dedi, hınzır bir biçimde gülümseyerek ve hemen ardından Nermin ekledi;

“Asıl spor eve gelince.”

Her ikisi de şarabın verdiği rahatlıkla güçlü bir o kadar da davetkar kahkahalara boğuldular. Ruhumun geri kalanını da teslim ettim, uçup gitti şöminenin bacasından. İşkence odaları kadar soğuk hissediyorum kendimi. Onları bu kadar eğlendiren tabu; daha doğrusu bir tabunun şarabın etkisiyle yıkılması neden beni hiç ilgilendirmiyordu bilmiyorum. Bana son derece sıradan geliyordu yaptıkları. Belki de onlardan birini hayatıma almaktan korkuyordum.

Nazik olmak adına sahte bir gülümsemeyle kahkahalarına katıldım ama aklım bir yerlerde hala geçmişin izini sürmeye çabalıyor. Fırtınanın ve önüne kattığı karın, geceye veba gibi bulaştırdığı bu sıkıntıyı nasıl aşarım bilmiyorum. Belki geceyi akışına bırakmak en iyisi. Belki hanımlar böyle davranmakla doğru yapıyorlar, kim bilir?

“Yarın, hava düzelirse bahçeye bir kardanadam yapalım hep beraber, ne dersiniz? Eline süpürge değil de bir baton verelim, belki bir sırt çantası, ha; nasıl olur, yürüyüşçü kardanadam olsun? Bere de takarız başına, hatta birkaç tane yapalım, yürüyüş grubu gibi” dedim.

Nermin ağzının kenarına yayılmış müstehzi bir gülümsemeyle bana bakıp, kadehini kaldırdı;

“Kardanadamların şerefine.”

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder