24 Mart 2017 Cuma

Çay Almayı Unutma! / Erhan Sertbaş


 

Bu güne değin bir hayli kaos yaşadığımı sanıyordum. Yanılmışım. Büyük olasılıkla karşılaşacağım bir sonraki kaos için de bir züğürt tesellisi olarak yukarıdaki cümleye sığınacağım.

Hani sabah uyandığınızda bir şarkı da sizinle beraber uyanır, gün boyu dilinize dolanır ya; işte ben bir görüntüyle uyandım bu sabah. Gözlerimin önünde, ön dişlerimden birinin eksik olduğu, gülümseyen yüzüm vardı. Bunun geceden kalan bir kâbusun kalıntısı olduğu geçse de aklımdan, gözlerimi her kapattığımda arsızca beliriyordu zihnimde. Biraz daha uyanmaya çalıştım ama nafile. Gitmiyor. Bir an gerçek olabileceğini düşündüm ve hızla banyoya koştum. Aynada her sabah karşılaştığım uğursuz suratım vardı. Kendimden nefret etmiyorum ama sabahları bilirsiniz işte, insan boyut atlamış jöle gibi oluyor; şekilsiz, ruhsuz. Dişlerim yerindeydi. Sorun, tamamen zihinsel. Katlanmaktan başka yapacak bir şey olmadığını kabullenerek yüzümü yıkayıp, dişlerimi fırçaladım. Gün içinde unutabilmeyi umuyorum bu sıkıcı görüntüyü.

Kevser çoktan gitmiş. Akşamki tartışmayı hatırladım. Gereksizdi bence. Mutfağa doğru geçerken aklım yine o görüntüye kaydı. Bir dişimi kaybetmek beni bu kadar telaşa düşürmüşse bir organımı kaybetmek nelere yol açardı kim bilir. Bunu hayal etmeye çalıştım, korkutucuydu. Sonra birden aklıma çocukluk yaşlarımda aynı kasabada yaşadığımız, uzaktan tanıdığım bir genç adam geldi; askerlikten kaçmak için sağ elinin işaret parmağını kesmişti. Hani tetik parmağı olan parmak. Askerlik yapmak bir cesaret gerektiriyorsa bu adamın yaptığı ondan kat be kat cesurca bir davranıştı. Öyleyse neden yapmıştı bunu? O zamanlar anlayamamıştım ve bunu serserilik olarak görmüştüm. Belki de o genç adamı hep serserice işler peşinde koştuğu için böyle yargılamıştım. Bu gün yanıldığımı daha iyi anlıyorum; özgürlüğünü korumak böyle bir şeydi sanırım. Bu anarşizan tutumu yanlıştı belki ama o delikanlı sahip olduğu özgürlüğü parmağı pahasına korumaya niyetliydi. Ne yazık ki yine de başaramadı ve askere alındı. Sonrasında birçok kez firar ettiğini ve cezalandırıldığını duyduk, belki de askerliği hiç bitmedi. Sanki bu onun kaosu olmuştu. Ve sanırım bu dünyada var olmanın bir bedeli olduğunu ve eğer ödemezsen hayatının kabul edilebilir bir kayıp sayılacağını; zorla da olsa bunu ona öğreteceklerini bilmiyordu.

Su ısıtıp, hazır kahve yaptım. Bir yandan içerken bir yandan da evrak çantamın içine bir iki çorap, çamaşır ve tişört koydum. Giyindim. Birkaç günlüğüne önceden planlanmış bir iş seyahatine çıkmam gerekli. Benim önceden dediğime bakmayın çok çok bir haftalık bir süredir o, yoksa ayın en az yarısını bu ve benzer seyahatlerde geçiriyorum.

Şu diş, eksik olan, hala gözümün önünde.

Ceketimi giydim, çantamı aldım, bir taksi çağırdım ve çıkmak üzere kapıya yöneldim. Notu o zaman gördüm. Giriş kapısının hemen sağındaki dresuarın üzerinde asılı ferforje çerçeveli aynaya yapıştırılmıştı. Kendinden yapışkanlı, kalp şeklindeki notta; “Çay almayı unutma!” yazıyordu ve not -sanırım rastlantıydı- tam ağzımın üzerine denk gelmişti. Eksik dişim gibi aklımdan çıkmayan yarım kalmış akşamki tartışmanın bu notla sonuçlandığını düşündüm. Emir cümlesiydi bu ama sonuçta kızgınlığını göstermeliydi diye geçti aklımdan. Cep telefonuma mesaj atabilirdi ama acil bir şey olmadıkça gün içinde beni pek aramazdı. Üstelik kalp şeklinde olması da bir umut doğuruyordu içimde; kızgın ama beni seviyor! Hem o söylemese bile ben 42 No’lu Tirebolu Çayına bayıldığını bildiğimden her zaman bir yolunu bulup onun için almışım ya da getirtmişimdir. Demek ki o sessizce biten ama tüm enerjisini bir sonraki kavgaya devretmiş tartışmanın ardından bu notla iletişim yollarını açmaya çalışıyordu. Sevindim.

Hay şu dişin…

Sorunsuz bir biçimde havaalanına ulaşıp uçağıma bindim ve bir buçuk saat sonra Atatürk Havalimanından çıkarken, ona indiğimi belirten bir kısa mesaj gönderdim. Yanıt vermedi. Demek ya çok meşgul ya da bana hala kızgın. Sorun değil, öğleden sonra işim bittiğinde ona daha çok zaman ayırıp, gönlünü almaya çalışırım.

Bir taksiye binip Zincirlikuyu’daki ilk toplantıma gittim. Öğlene doğru toplantımız bitti ve birlikte yemeğe geçtik. Yemek sonrası kahve ve biraz havadan sudan sohbetin ardından saat üçte, Maslak’taki ikinci toplantım için ayrıldım ama önce Sarıyer’e gidip bir dostuma uğradım. Benim için 42 No’lu Tirebolu Çayını temin eden arkadaşım; işin bitince gel, bir rakı, balık yapalım diye ısrar etse de, her şeyin toplantının sonucuna bağlı olduğunu söyleyip affını istedim. Duruma göre kendisini mutlaka arayacağımı, eğer bir fırsat olursa elbette birlikte bir akşam geçirebileceğimizi söyledim. Bu arada bir çay için bu kadar yolu gitmemin nedeni, bu çayın fabrikada değil de Tirebolu’da yetiştirilen çaylardan, üreticilerin kendi tüketimleri için evde yaptıkları bir çay olduğunu da belirtmeliyim. 42 No’lu Tirebolu Çayı dememizin nedeni o yöredeki çay fabrikasının ve ürettiği çayın markasının bu adla anılıyor olması. Üstelik fabrikada üretilen bu çay da en az benim aldığım kadar lezzetli ve nadir bulunan bir ürün.

Bir taksiye binip Maslak’a doğru yol alırken yine o dişsiz görüntüm belirdi zihnimde. Sanırım bir şeylerle ilgileniyorken unutuyorum onu. 

Bu toplantım da zorlu geçen üç saatin sonunda bitti ama bazı ayrıntılar ertesi güne kaldı. Ertesi gün yeniden toplanmak üzere ayrıldım ve arkadaşımı arayıp bu kez beni bağışlamasını bir sonraki gelişimde mutlaka rakı, balık yapacağımızı söyledim. Sağ olsun anlayışla karşıladı. Artık kendi gecemin efendisi olabilirdim. Tabi önce Kevser’in gönlünü almalıyım. Beşiktaş’a doğru yol alırken aradım. Açmadı. Uygun olduğunda araması için bir mesaj gönderdim. İskelede indim taksiden ve çeyrek kala kalkacak Kadıköy vapuruna bindim. Uzun yıllar Kadıköy’de yaşayınca insan, sabahtan akşama kadar her saatin çeyrek kala ve çeyrek geçesinde hareket eden Kadıköy-Beşiktaş vapurunun hareket saatinden çok çeyreklerine odaklanıyor. Boğazda yolculuk bir parça da olsa serinlik sağladı. Vapurun ön güvertesinde açıkta otururken her zaman kaldığım otelimi aradım ve bir oda ayırttım. İçim kıpır kıpır. Ne zaman İstanbul’a gelsem mutlaka Kadıköy’e uğrar, sokaklarında, çarşısında avarelik eder, dükkânları dolaşır, belki birkaç kitap alır sonra da çarşı içinde bir meyhanede akşamı sonlandırırım.

Vapurdan inince Haldun Taner Sahnesine doğru yürüdüm ve meydandan boğa heykeline doğru yönelip Mühürdar Caddesinden Çarşıya girdim. Her gelişimde aynı yolu izler, Mühürdar Meydanındaki mermer blok üzerine yerleştirilmiş timsaha merhaba demeden gezime başlamazdım; bu gün de timsahla selamlaştık ve hemen çaprazındaki Beyaz Fırın çalışanlarına da el salladım. Ardından kitapçılar yönüne doğru yürümeye devam ettim. Günün sıcağı hala geçmemiş ama çarşı cıvıl cıvıl. Biraz yürüyünce uzaktan Yavuz’u gördüm. Yavuz Bey Kurukahvecisinin sahibi. Onu da çarşıda tanıdığım diğer esnaflar gibi burada yaşadığım yıllarda tanımıştım. Gerçi dükkânı diğerlerine göre çok yeniydi çarşıda ama nedense Yavuz’a kanım ısınmıştı. Üstelik çok eski bir arkadaşımla da tanıdık çıkınca Yavuz her zaman sohbet ettiğim, kahvesini içmekten mutluluk duyduğum bir arkadaşım olmuştu. O da beni gördü. Elindeki servisle birlikte dışarıya attığı masaların arasından sıyrılıp bana doğru yöneldi, dükkânın önünde buluştuk;

“Hoş geldin abi” dedi. Sarıldık, öpüştük.

“Hoş bulduk” dedim. Hal hatır sorduktan sonra içeri davet etti. Ben daha yeni geldiğimi, çarşıda biraz dolaşıp yemek yedikten sonra kahveye geleceğimi söyledim.

“Tamam abi, bekliyorum, buralardayım” dedi.

Bu havayı solumak günün bütün yorgunluğunu aldı desem yeridir. Akmar pasajına doğru gezine geze, çarşının ruhunu hissederek yürümeye devam ettim. Yolun sonunda sola dönüp bir üst caddeye geçtim ve aynı gezintiyi kafelerin, çoklukla meyhanelerin önünden geçerek balık pazarının Osman Ağa Camisi yanındaki girişine değin sürdürdüm ve biraz geri dönüp Kadı Nimet Balıkçısında sakin bir masaya oturdum.

Telefonumdaki mesajı o anda fark ettim ve hemen dönüp Kevser’i aradım. Yine yanıt vermedi. Çayı alıp almadığımı soruyordu. “Aldım” diye hayli kısa bir yanıt verdim. Kızmıştım ama bunu göstermek istemiyordum. Balık ve doğal olarak rakı siparişi verdikten sonra ellerimi önce başıma götürüp ardından iki yana açarak gerinmeye çalıştım ve gözlerim kendiliğinden kısıldığında o dişsiz suratımla karşılaşınca yıkık dünyama geri döndüm. Neler oluyor bir anlayabilsem…

İlk iki dubleyi içtikten sonra biraz olsun gevşemiştim ve yeniden aradım onu. Yanıt yok. Meraklanıyorum artık; neden?

“Keşke benimle gelseydin” diye bir mesaj attım. Yanıtı gecikmedi;

“Şimdi konuşmak istemiyorum, gelince konuşuruz.”

“Artık sakinleşebilir miyiz? Lütfen. Seni özledim.”

“İçtin di mi? Zaten beni sevdiğini ancak içince hatırlıyorsun, ben senin mezen değilim” diye yanıtladı. Bu ağır geldi, hem bana hem geceye. Gelince konuşuruz tarzında bir şeyler yazıp tartışmayı sonlandırdım ama gerçekten de üzülmüştüm. Yemeğim bitti, kalktım, önce bir büfeden iki tane yüksek alkollü bira aldım –saat ondan sonra satılmıyor ya o yüzden- sonra Yavuz’a gittim. Sade bir kahve içtim, biraz lafladık Yavuz’la. Cuma gecesi olduğundan çarşı oldukça kalabalıktı. Yavuz da çok meşgul olduğundan kahvemi içince kalktım, vedalaştık ve caddede biraz yürüyüp yolun sonundaki kafelerden birine oturdum, bir bira söyledim. Dişsiz suratım hala ortalarda, gitmeye de pek niyeti yok. Birkaç biradan sonra Kadıköy’ün uyku saati geldi. Yine kalktım, otelime gitmeden önce çantamdaki biraları da içmek niyetindeyim. Sahile doğru yürümeye başladım ama nedense bir şey beni meydana doğru çekti. Haldun Taner Sahnesi ile Bambi Kafe arasında geliş ve gidiş yollarını ayıran küçücük park parçasında buldum kendimi. Manzara gerçekten ilginçti. Sol tarafımda, yaklaşık otuz, kırk metre ötemde, ellerindeki tinerli üstüpüden nefes almaya çalışan beş altı tinerci çocuk, tam karşımda, yaklaşık on metre ilerimde biri diğerinin dizine yatmış ve ellerindeki biraları içmekle, alkol komasına girmek arasında kararsızlık gösteren iki sarhoş ve ben. Ben de pek ayık sayılmazdım doğrusu. Bizden başka sadece kuşların arada bir göründüğü bu yitik manzara ben ikinci biramı açtığımda bir patlama sesiyle darmadağın oldu.

Korku, panik, merak ve biraz da can havliyle sesin geldiği yöne baktım. Benden yaklaşık kırk, elli metre geride, Bambi Kafenin tam önünden gelmişti ses. Sersemlemiş ve bakışlarındaki korkuyu dışarı vermemeye çalışan iki adam silahlarını çekmiş, gözleriyle çevreyi tarıyorlardı. Polis oldukları her hallerinden belliydi. Hemen yakınlarındaki bir çöp konteynerinden dumanlar yükseliyordu. Bambi Kafe ve bulunduğu sokağın girişindeki dükkânların bazı camları kırılmıştı. Sol kulağımda bitmek bilmeyen bir çınlama vardı ve alkolün etkisi olsa gerek hiçbir panik duygusu hissetmiyordum. Bir yerimde hasar olup olmadığını yokladım; iyi sayılırdım kulağım dışında. Sol tarafımdaki tiner çeken çocuklar panik içinde sağa sola koşup “Bomba patladı” diye birbirlerine bağırıyorlardı. Tam karşımdaki sarhoşlara döndüm, oturdukları bankla birlikte arkalarındaki yeşil alana devrilmişlerdi. Birkaç dakika içinde patlamanın şokunu atlatmış, yardıma ihtiyacı olan, yaralanan kimse var mı diye çevremize bakınırken birden siren sesleriyle dolan caddede polislerin arasında buldum kendimi. Ne olduğunu anlamadan bir polis arabasının içinde, tinerci çocuklar ve iki sarhoşla birlikte rıhtımdaki polis merkezine götürüldük. Nedenini öğrenmeye çalıştıkça tüm polisler ağız birliği içinde ve çok nazikçe; “Sadece ifadenize başvuracağız” diyorlardı. Garip olansa kimliğimle birlikte cep telefonumu kapattırıp, almış olmalarıydı. Ben, çantam ve 42 No’lu Tirebolu Çayı torbası, polis merkezinin koridorundaki bir bankta ifade vermeyi bekliyorduk. Gün ışımaya başladığında herhalde birazdan ifademi alırlar ve gitmeme izin verirler diye düşünüyordum. Gün geçti gitti, akşam oldu ne ifade aldılar ne de ihtiyaçlarımı sordular. Hiç değilse bir telefon edeyim birilerine haber vereyim diye yakınsam da kimse oralı olmadı ve ikinci geceyi de polis merkezinin koridorundaki bankta geçirdim.

Ertesi sabah yani ikinci günün sabahı sivil kıyafetli, yetki sahibi olduğunu her hareketinde belli eden ve tüm polislerin karşısında selam durduğu birinin odasına alıp oturttular beni. Ne iş yaparsın, nerde oturuyorsun, o saatte orada ne işin var gibi sıradan soruların ardından, masasındaki telefonu kaldırıp birini çağırdı ve

 “Beyefendinin ifadesini alıp gönderin, çok beklettik kendisini” dedi ve “Gidebilirsiniz” deyip beni polis memuruyla gönderdi.

Polis Merkezinden çıkar çıkmaz hemen Kevser’i aradım. Yine açmadı telefonunu. O sırada ardı ardına gelen mesaj sesleriyle telefonuma bir dolu mesaj düştü. Tamamı Kevser’den geliyordu. İki de sesli mesaj vardı, katılmam gereken toplantının karşı tarafı benden yanıt almaya çalışıyordu. Kevser’in son mesajını açtım;

“Yeterince aşağılandığımı düşünüyorum. İnsan bir haber verir ama senin hiç böyle kibarlıkların olmaz nedense. Bu tartışmayı belki cevaplamayacağın bir mesaj üzerinden yapmaya hiç niyetim yoktu ama başka çare bırakmadın. Uzun süredir devam eden bu çok kişilikli yalnızlığa artık dayanma gücüm kalmadı, ben ayrılmak istiyorum. Bir süre beni aramazsan mutlu olurum. Gerektiğinde ben seni arar boşanma detaylarını konuşuruz. Hoşça kal” diye yazmıştı. Ondan önceki toplam on dört mesaj da;

“Bu kadar mı değersizim, bir yanıt bile vermiyorsun”,

“Neredesin, ne zaman döneceksin?”,

“Ayıldın mı?”, gibi genel başlıklar içeriyordu.

Güçlü bir endişe sağanağına tutulmuş gibiydim. Basit bir tartışmadan buraya geleceğimizi hiç düşünmemiştim ama buradaydık işte. İlk işim en erken uçağa bilet almak için sekreterimi aramak oldu. Hafta sonu olduğunu unutmuştum, yine de benim için almaya çalışacaktı. Yarım saat sonra aradığında tüm uçakların ertesi sabaha kadar dolu olduğunu istersem yarın en erken uçağa bilet alabileceğini söyledi. Kendim çözeceğimi söyleyip telefonu kapattım ve Rıhtımda dizili otobüs firmalarını dolaşıp en güvenli bildiğim birinden bir bilet aldım. Bir yandan da içki içmek istiyordum onca yorgunluğa, uykusuzluğa rağmen. Sakinleşmeliydim. En yakın marketten bir küçük votka ve bir kutu kola aldım, özenle çantama yerleştirdim. Yarım saat kadar sonra otobüsün kalkacağı Dudullu Terminaline giden servis aracındaydım. Terminale vardığımızda içerdeki büfeden bir çay aldım ama içmeye pek gönlüm yok. Olabildiğince sessiz, gözlerden uzak bir köşeye çekilip Kevser’i aradım ve telesekreterine başımdan geçenleri ayrıntılarıyla anlattığım uzun bir sesli mesaj gönderdim. Sonrasında üzüntümü ve endişemi gizlemeye çalışarak bir yere oturdum ve otobüsümü beklemeye başladım. Daha önce defalarca kullandığım bu terminalde hiçbir otobüsün zamanında hareket ettiğini görmedim. İstanbul trafiği bütün planların en büyük düşmanıydı. Ben bu rahatlık içinde hareket saatini kırk beş dakika aşan otobüsümü görevlilerden birine sorunca otobüsün yarım saat kadar önce gittiğini öğrendim. Tanrım beni almayı unutmuşlardı! Evet, kendimi bir rezalet çıkarmakta haklı görüyordum ama bana hiç yararı olmayacağını da biliyordum. Görevliler hatanın kendilerinde olduğunu sessizce kabullenip beni bir sonraki otobüse yerleştirdiler. İki saat kadar sonra yola çıkmayı başarmıştım.

Otobüsümün Susurluk’taki molasına kadar iki günün yorgunluğu ve üzerime çöken şüpheli kokusuyla uykuya daldım. Ön dişlerimden birinin olmadığı bir kâbusla sık sık gözlerimi açıyor olmama karşın bedenim uyanmayı reddediyordu. Otobüs mola verdiğinde de uyumaya devam ettim. Ta ki bütün bedenim önümdeki koltuğa doğru sürüklenip, çarpıp uyandığım ana değin. Aynı anda otobüsün önünden gelen birkaç çarpma sesi de bu sürüklenmeye eşlik etti. Kısa bir süre sonra otobüs durdu, yolculardan yükselen gereksiz çığlıklardan sonra sürücü kapıları açtı ve herkes bir an önce araçtan inmek için kapılara koştu. Benimse hiç inmeye niyetim yok ya da nasıl desem bunu çok gereksiz buluyordum; en azından araç yanmadığı sürece orada oturmaya devam edebilirdim. Bütün yolcular indikten ve ben de biraz daha uyandıktan sonra çantamı, 42 No’lu Tirebolu Çayı torbasını alıp dışarı çıktım. Otobüsümüz bir koyun sürüsüne dalmıştı ve ben, yola dağılmış ölü koyunlara bakarken buldum kendimi. Yolun kalan kısmını yürüyerek mi gitseydim acaba? Daha güvenli ve sorunsuz görünüyordu. Çantamdaki votkayı hatırladım. Otobüsün biraz gerisinde yolun kenarına oturdum, votkayı ve kolayı açtım, kolanın yarısını döktüm ve boşalan kısmı votkayla doldurup büyük bir yudum aldım. Ardından bir tane daha, bir tane daha derken tatlı bir sıcaklık ve rahatlama duygusu yayıldı bedenime. Ne olacağı, nasıl gideceğimiz artık hiç umurumda değil. Bütün denetim mekanizmalarımı devre dışı bırakıp kendimi hayatın akışında sürüklenmeye salmaktan başka bir çıkar yol yok galiba. Otobüse gittim, soğutucudaki kola şişesini aldım ve yolun üzerindeki kamp yerime oturdum yeniden. Birkaç saat sonra votkam bitmek üzereyken yeni bir otobüs geldi, yolcuları ve eşyalarını aldıktan sonra yeniden yola koyulduk. Bu arada altı yıl aradan sonra muavinden otlandığım bir de sigara içtim, ne halt yemeye yaptıysam. Votkanın kalanını otobüste bitirdim ve sonraki bütün yol boyunca uyudum.

Eve ulaştığımda öğlen olmak üzereydi. Ilık bir duş kısmen de olsa yorgunluğumu almıştı. Duştan sonra bir kahve yaptım ve onu aradım. Yanıt yok. Bir daha aradım; yine sessiz. Sonra bir mesaj gönderdim, “Evdeyim, gel konuşalım” diye; yine yanıt yok. Yorgunum, kızgınım, uykum var, endişelere boğulmuşum, dahası içimde bir yerler acıyor, onu özlüyorum. Ve o yok. Gözlerimi kapayıp derin bir nefes almaya çalıştım; dişsiz, sırıtan yüzümle karşılaşınca vaz geçip o anda gördüğüm, bildiğim, tanıdığım, aklıma gelen, gelmeyen her şeye oturaklı, bol tükürüklü küfürler yağdırıp, ağlamaya başladım.

Asla bana ve başımdan geçenlere inanmadı. “Kim bilir hangi kaltağın koynunda sızıp kaldın” diye kestirip attı. Bir ay içinde boşandık. Eşyalarını alıp gitti. Benden bir şey de istemedi, öylesine gitti. İki ay geçmeden evlendi. İşte bu yıkım olmuştu. Bunu duyduğum anda bütün dişlerimi sökmek, işaret parmaklarımı dibinden koparmak geldi içimden. Hatta yetmezdi bunlar, kollarım, bacaklarım, dilim de kopsundu. Gözlerime mil çeksinlerdi ama ölmeseydim ceza olarak.

Nasıl bilebilirdim ki onun özgürlüğü benim kaosum olacaktı.

 

Erhan Sertbaş

Mart 2017 Antalya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder