24 Mart 2017 Cuma

THE DANISH GIRL / Zeynep Arslan (Sinema)


                                                                                           
 
                                                Benim için resim bir dizi yıkma eyleminin toplamıdır. Bir resim yapar ve sonra onu yok ederim. Lakin en sonunda hiçbir şey ortadan kaybolmamış olur’ demiştir Picasso,sanattaki  yıkılışın bir son buluş değil de; değişimden doğan yeni bir varoluş olduğunu söylemek için. Dünyanın ilk transseksüeli Einer namıdeğer Lili de bir sanatçı olmanın ötesinde kendisine bir sanat eseri hassaslığıyla yaklaşmış,Einar Wegener adlı erkek kimliğini yok ederek yeni bir kişilik olan, eşinin tablolardaki gizemli ‘badem gözlü’Liliyi çıkartmıştır ruhundan.88.Akademi Ödüllerinden aşina olduğumuz The Danish Girl 2015 yılında  yönetmen Tom Hooper tarafından  gerçek bir hikayeden esinlenerek seyirciye sunulmuş özgün bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerda Wegener ve Einar Wegener erken yaşlarında sanat okulunda tanışıp aşık olmuşlardır ve yine çok genç bir yaşta evlenmişlerdir. İkisi de ressam olan çiftimizin gündelik yaşamları filme çok sade ve hayat dolu bir perspektiften yansımıştır . Pastel tonlarının hakim olduğu huzurlu yuvalarında ikisi de tuvali fırçayla dövmekte ve entelektüel bir hayat yaşamaktadır. Einar doğup büyüdüğü manzaraları resmederken Gerda portreleriyle öne çıkmaktadır. Dönemine göre çağdaş ve açık zihinler olan çift önyargılardan ve toplumsal normlardan uzak bir hayat sürmektedir, bu ortamın sağladığı ortamda filmin pek çok sahnesinde kadınlara ve transseksüellere verilen önem senaryoya güzel bir şekilde yedirilerek karşımıza çıkmıştır. Filmimizin senaryosuna dönersek,bir gün gerdanın kadın bir müşterisinin gelememesi üzerine Gerda eşi Einer’a kadın  ayakkabıları ve elbiseleri giydirerek onu gelmeyen modelinin yerine kullanma kararı alır. Çocukluğundan beri içinde her zaman hormonal olarak kadınlığa yatkınlık bulunan Einer bu küçük ‘oyundan’çok zevk alır ve başlarda Gerda’ya yardım etmek için bunu sürdürür.Zaman geçtikçe Gerda’nın ona giydirdiği elbiselerin tüllerinde kendi benliğini bulur. Makyaj yapmaya, peruk takıp kadın gecelikleri giymeye başlayan Einer için bu küçük oyun, oyun olmaktan yavaş yavaş çıkmaktadır.Kadın kimliğine Lili adını veren Einer için kadın elbiseleri giymek artık sadece eşi için yaptığı bir iyilik değil kendini bulma süreci olarak göze çarpar.
 
Einer kalabalık buluşmalara ve seçkin davetlere Lili kimliğinde giderken kendini Einer’in kuzeni olarak tanıtmakta ve erkeklerin ona yönelmiş olan ilgili bakışlarından hoşnut olduğunu hissetmektedir.İlerleyen yıllarda bu çifte kimlikler yüzünden stresli ve sağlıksız zamanlar geçiren Einer Gerda ve Lili ilişkisi yardıma ihtiyaç duyar ve çiftimiz bir çözüm yolu bulmak amacıyla doktora başvurur. Nihayetinde doktor Lili’ye onun bedenindeki Einer’ı çıkarabileceğini söyler. Einerin“Bu benim bedenim değil profesör, lütfen kurtulun ondan” replikleri filmi izleyenler, belki de transseksüeller hakkında önyargılı olanlar için tüm duvarları yıkıyor ve izleyicilere yeni bir perspektif imkanı sunuyor. Biyografik bir film olan Danish Girl bir çok biyografik film gibi gerçek hikayeye sıkı sıkı bağlı kalarak çekilmemiş, yönetmen Tom Hooper’ın işlemesiyle hikayenin belirli kısımlarına vurgu yapmış,belirli kısımlarından ise bahsedilmemiştir bile.
 
Oyunculuklara gelirsek, Theory of Everythingten aşina olduğumuz Oscar ödüllü Redmayne filmin bu kadar başarılı ve etkileyici olmasındaki en büyük etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Kostümler yönüyle de oldukça başarılı olan filmde oyuncularımızda estetik açıdan göz doyuran kıyafetleri görmek mümkün, buna rağmen en iyi kostüm ödülünü kaçırması izleyicileri üzmedi değil. Gerdanın Einer ve Lili’ye olan daimi aşkı ve dostluğunu Einer’in ise kimlik bulma savaşını anlatan hikaye abartısız ama iddialı bir şekilde işlenmiş ve ortaya harika bir yapıt çıkmış.Her bir ayrıntısına kadar özenli ve kaliteli bir film olan Danish Girl’in bu denli ruha dokunan bir film olmasının sebebi belki de alışılmış kalıpların çok dışında bir saf bir aşkı işlemesi ve bunu sanatla taçlandırmış olmasındandır. Transseksüellerin toplumda yaşadığı zorluklar, kabul görme ve kimlik bulma savaşı içerisinde geçen film umarım önyargıları biraz yıkıp cinsiyet ayrımı yapmadan tüm aşklara bir şans vermeye davet eder insanları.


Bonus: Gerçek hayatta da başarılı bir ressam olan Gerda Wegener artdeco akımının önde gelen temsilcilerindendir, hayatın her alanında olduğu gibi sanatta da bağlantılar kurmayı sevdiğimden meraklılar için Lana Del Rey’in Art Deco şarkısını filmi izledikten sonra dinlemenizi tavsiye ediyorum.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder