Ömer
Dinkçioğlu’na
Basmakalıp rüyalardan uyandığım bir sabah fark ettim onu.
Sabahın seslerine katılan yeni kuşu. Gecenin aykırı seslerini duyup uyanmak,
sonra yeniden uyumak, sonra şehrin başka seslerini duymak, bir kez daha uyanmak
hep olağan şeyler benim için. Bu kuşun ötüşü hariç. Çok sıra dışı, beni
uyandırmıyor ama kulağım onu arıyor artık sabahları. Gün doğarken sadece yirmi
dakika, belki otuz; ötüyor ve kayboluyor. Güzel, dolu, doygun bir ıslığı
andıran sesini salıyor sabahın ıssızlığına. Güneşi görünceye değin süren bir
gösteri onunki. Önce kısa bir ıslık, ardından uzun bir tane ve sonunda bir es.
Bence şöyle demek istiyor; [ ; 1 ‘ ] . (Durun. Başlıyorum. Ve
dahası var.)
Aslında sese odaklanınca ötüşten çok bir eyleme çağırıyor
gibi. Yeni bir gün doğuyor, uyanın ve onu karşılayın diyor bence. Hala
hayattasınız, bir gecenin karanlığı daha devrildi. Uyanın ve bana katılın diyor
içli içli.
Yaz gelmiş. Bu ötüşten belli ve ben bu kuşla mutlaka
tanışmalıyım.
Kulaklarımın bu sesin peşine düştüğü sabahların birinde
araya bir yavru kedinin acıklı haykırışları karıştı. Ne zaman ağlayan bir
bebek, bir hayvanın yavrusunu duysam içim acır. Dayanamam, ararım. Dur dedim
kendime, ararsın, biraz daha aydınlansın ortalık. Gün aydıkça ana caddenin
sesleri de dolmaya başladı kulaklarıma. Otomobil sesleri, motosiklet sesleri
derken otobüsler de kervana katıldı. Gün boyunca havalı frenlerinden, havalı
süspansiyonlarından, havalı kapılarından fışkıran fısıltıları, ruhunu kaybetmiş
yılanlar gibi etrafa saçıyor belediye otobüsleri. Yorgun ve karaktersiz. Bazen
bu şehir fısıltısını ambulansların heyecanlı feryatları bastırıyor ama
içindekilerin bu telaşa katıldıklarını pek sanmıyorum. Yolculuk boyunca
ambulansın şoförü kazanılmış bir önceliğin iktidarını sürerken, egosu mastürbasyonun
doruklarında geziyor çoğunlukla. Şehir elbirliğiyle gürültüye uyanıyor.
Gün içinde bir yandan işlerimi yaparken bir yandan da
durmaksızın ağlayan kedi yavrusuna kayıyordu dikkatim. Birkaç kez yerini
bulurum diye balkona çıkıp çevreyi dikkatlice izledim. Yalvararak ağlıyor ama
nerede olduğu belli değil. Ana caddeyi ortasından bölen yeşil alandaki
mazgallardan birine yoğunlaştım. Ses bazen artarak bazen zayıflayarak yayılıyordu
sanki bu delikten. Telefonum, anahtarım, yavru kediyi koyabileceğim bir kutu ve
ellerimi korumak için eski bir tişört alıp caddeye indim. Caddeyi ortasından bölen
yeşil alana geçtim ve gelen arabalara da dikkat ederek yağmur suyu giderine
doğru eğildim. Mazgalın, kaldırımın yan yüzüne dik olarak yapılmış girişinde
demir ızgara yok, üzeri de beton kapaklarla örtülmüş. Sanırım buradan girmiş. Ufacık,
gri bir yavru kedi. Hem korkmuş, hem de yorgunluktan bitmiş halde beton kapakların
dibinde ağlıyordu. Başımı kaldırıp yattığım yerden doğruldum ve sağ elime
tişörtü sardım. O sırada iki genç kız ve köpeğini gezdiren bir delikanlı da
kurtarma ekibine dahil oldular. Önce genç adamın yardımıyla beton kapakları
yerinden kaydırdık sonra ben tişörtlü elimle yavru kediyi aldım biraz sevdim ve
kutuya koydum. Tam, annesi nerde acaba, nereye götürsek sorularını yanıtlarken,
bir anda caddenin karşısından yükselen bağırış ve naralarla kesildi konuşmamız.
Otuzlu yaşlarında görünen bir adam, etrafa tehditler
savurup, sallanarak caddenin karşısındaki lokantanın müşterilerini ve
sahiplerini korkuttu elindeki kırık bira şişesiyle. Lokantayla bitmemiş bir
hesabı var anlaşılan. Bağırışlar, küfürler bitmek bilmiyor. Öteki elinde bir
naylon torba var. Üzerinde çiçek desenleri olan, tuhafiyecilerin,
kırtasiyecilerin kullandıkları türden. Lokantanın sahipleri ve çalışanlarına
ağdalı küfürler ettikten sonra, sanki içtiği ne haltsa yetmiyormuş gibi yan
binanın altındaki tekel bayiine doğru seğirtti. Açıkçası ben hala içmeye devam
edeceğini düşünürken o daha kararlı bir adım attı. Üzerinde kocaman, kırmızı
çiçek resmi basılı olan naylon torbasını bira kasalarının hemen yanına dikkate
değer bir özenle yerleştirdi. O anda sahip olduğu tek şeyi, yaklaşan kargaşadan
korumak niyetinde olduğu belli. Ortalık sakinleşince bıraktığı yere dönecek ve
torbasını alacak. İçindekinin önemli bir şey olduğunu sanmıyorum ama mal canın
yongası, vaz geçmeye niyeti yok. Ve bütün sarhoşluğuna karşın yaptığı her şey
planlı, yani kanlı bir şiddet göstermekten çok, mağduru oynuyor ama öfkeli
mağdur. Biraz sonra polisler gelecek, o da bunu biliyor. Elindeki kırık şişeyi
attı ve kasaların en yakınındakinden iki boş bira şişesi aldı, birini diğerine
vurarak, ötekini de bir kol uzağındaki apartmanın bahçe duvarında kırdı. Her
iki şişeyi de gövdeleri tamamen kırılıp boyunları kalacak şekilde ufalttı. Belli
ki bu işte ustalaşmış. Şimdi elinde kısa ama keskin ve aynı zamanda ölümcül
sayılabilecek iki silah var. Sarhoş olması bu işteki ustalığını engellemiyor;
daha önce kaç kez yaptı kim bilir. Bütün bu hazırlık sürecini az önce başladığı
küfürlerle süslemeyi de unutmadı.
O anda ekip arabasından inen, biri diğerine göre yaş ve
hacim olarak büyük iki polisten büyük olanı;
“Bırak lan elindekileri, hadi gidiyoruz” deyince az
önceki kahramanlığının yönünü polislere çevirdi.
“Abi ben polis için, asker için ölürüm. Gözünüzü seveyim
yaklaşmayın, doğrarım kendimi” dedi ve sol eliyle tişörtünü sıyırıp çıkarırken
diğer elindeki şişeden bozma silahını karnına iyice dayadı. Sonra tişörtünü
bıraktı ve sağ elindeki şişeyi, gözünü polislerden ayırmadan sol koluna sürtmeye
çalıştı. Kendini kesmeye pek kararlı görünmüyor. Polisler yaklaşmaya başlayınca
önünde durduğu apartmanın bahçesine girerek arkaya doğru kaçtı. Bütün bu
tiyatroyu izlediğim ana caddenin ortasındaki geniş yeşil kuşağın görüş açısı
burada noktalandı. Eğer devamını izleyeceksem peşlerinden gitmeliydim.
Gitmedim. Sesler yeter bana. Ve bu kedinin annesini bulmam gerek. Genç
kızlardan birinin kucağında gözleri kapalı şarkı söylüyor.
İnsan kedilere yakınlık duymaya başlayınca sokakta hangi
kedi hamile, hangisi doğurdu, babaları kim merak ediyor ve ister istemez
izliyor. Bizim yavru kedinin ailesi de az önceki olaylı lokantanın arkasında
yaşıyor. Birazdan annesiyle buluşacak. Ama birden beklenmedik bir şey oldu.
Caddenin biraz aşağısındaki bir apartmanın terasından bizim sarhoşun narası
yükseldi;
“Yaklaşmayın lan! Atarım kendimi!”
Teras duvarının hemen dışında, alt katın panjur dolabının
üzerinde, yüzü caddeye dönük gösterisine devam ediyor. Sirklerdeki trapezciler
gibi. Elleri arkasından teras duvarının harpuştasını tutuyor sıkıca, sallanıyor
ama kendini bırakmıyor. Aynı anda panjur dolabının üzerinde ileri geri
dikkatlice gidip geliyor. Polisler de arkasında.
Bir süre sonra trafik durdu, meraklılar toplanmaya
başladı. Cep telefonları çıkarıldı, fotoğraflar, videolar çekildi, interneti
çok olanlar canlı yayın bile yaptı. Genç adam yirmi dakika sonra ikna edildi ve
gösteri, ambulansa bindirilip gönderildiği hastanenin “Acil” yazan
soğutucusunda sona erdi.
Sahile gitmeliyim. Bu kadar gerilimi ancak
deniz alır üzerimden. Belki birkaç kişiyle karşılaşırım, belki biraz soğur bu
heyecan.
Yavru kediyi anasının yanına sağ salim
bıraktım ve eve çıkıp çantamı, iki soğuk birayı alıp sahilin yolunu tuttum.
Yoldan da büyük bir paket kraker aldım. Kumrular ve serçeler için. Pek
seviyorlar.
Oturduğumuz yer, bazen ufkuna boş boş
baktığımız bir çıkıntı. Denizden az yüksekçe bir düzlük ya da karayolundan
çalınmış bir cep. Üç tane palmiyenin köklerini korumak için yapılmış bir kaldırımın
üzerinde oturuyoruz. Deniz bazen iyi bazen kızgın. Buraya “Balkon” diyoruz biz
gedikliler. Arkamızda sahil boyunca akan bir ana cadde var.
Büyücüler Meydanının Çaycı Tekin’i ne zaman
boşları almaya gelse; “Keşke bütün boşları alabilsen” derdim. Burası o boşları
denize bıraktığım yer. Bana benzeyen, benim gibi düşünen başkaları da var
elbette. Öğleden sonraları, bazen akşamın erken saatlerine kadar iki, üç
biranın eşliğinde boşluklarımızı paylaştığımız insanlar. Bir ressam, iki
müzisyen, bir şair ve ben müdavimleriyiz bu soğuk kaldırım taşının.
Balkona ulaştığımda Şair, köpeköldürenini
çoktan yarılamıştı. Selam verip yanına iliştim. Bir süre konuşmadan ufkun
boşluğuna baktık. Serçeler geldi, biraz kraker verdim. Sonra kumrular birer
ikişer yeme ortak oldular. Bir bira açtım. O sırada Ressam geldi, selam verdi
ve o da bir süre konuşmadan oturup elindeki poğaçalarla serçeleri ve kumruları
şişmanlatmaya başladı. Çok geçmeden müzisyenler de bu garip topluluğa
katılmıştı. İlk lafı kim açacak diye yükselen merakı, ben sarhoşu ve kediyi
anlatarak söndürdüm.
Balkonda boş bakılır ama boş konuşulmaz. İş konuşulmaz,
lafa girilmez, söz biter, sahibinde kalır.
“Sanırım” dedim. “Bütün bu
gürültüden egosuna yeterince pay çıkaramazsa eve döndüğünde ilk işi karısını
dövmek olacak. Bütün suçu onun ve çocukların üzerine yıkıp ikinci ve en gizli
gösterisini evde yapacak. Gizli diyorum ama değil. Komşular duyacaklar; “Bize
ne” deyip karışmayacaklar. Belki de polisler, doktorlar, hemşireler ve diğer
insanlar ona iyi davranacak. Kendini yeterince acındırdığını, şefkatle
dolduğunu hissedecek. Bu dilencilik hangimizde yok ki? Yüreği yükselecek,
kendini yenilmez hissetmesini sağlayacak yakınlarındaki insanlar. Eve
döndüğünde karısını yine dövecek. Yenilmez olduğunu kanıtlamak adına.”
O bildiğimiz kısa
sessizliklerden biri girdi araya.
“Hayatının sonuna değin hükümsüz bir anahtar gibi nereyi,
hangi kapıyı açtığı belli olmayan, belki hiçbir kapıyı açamayan bir zavallıya
dönüşmüş olarak yaşayacak. Ne yapıyoruz biz bu insanlara böyle?”
“Belki şöyle bir şeydir” dedi Şair* kaşının birini
kaldırıp seyrelmiş beyaz saçlarını eliyle geriye doğru tarayarak;
suya eğildi adam
arıyordu
az önce denize düşen
bir yağmur damlasını
(hiç geçmediği sokaklardan gelmişti kıyıya)
suya eğildi adam
gözlerini kapadı, gördü
diplerde yatanı
cesedi sağlam, ruhu delik deşik
(solgun dudakları, süzülüyordu kırlara)
gözlerini açtı, arıyordu az önce
denize düşen yağmur damlasını
o damla
son hızla dimdik düşmüştü suya
(yitip gittiğini anlamıştı, kaygılı tedirgin dalgalarda)
denize yakın mağaralarda
bir susuzluk duyarsan
avucuna alıp
tutabilirsin
adam kalktı, hiç gitmediği evler
hiç geçmediği sokaklar
hiç tanımadığı ağaçlar, arasından
yürüdü gerisin geriye...
“Bence buna bir ezgi eklemek gerek. Bestelemek mi demeli
karar veremedim. Ama kesinlikle bir müzik istiyor” dedi Ressam. Hep birlikte onayladık.
Şair belli belirsiz bir “Bakarız” sözüyle geçiştirdi öneriyi.
“Nasıl hatırlıyorsun Abi
bütün bunları?” dedim.
“Az yazarsan unutmazsın” dedi sigaradan artakalan sesiyle.
“Az yazmak dedin de, o
mektup geldi aklıma bak.”
“Hangi mektup?” diye sordu Gitarist.
“Öylesine, sıradan bir
mektup. Ben hiçbir mektubu
okumam” dedim kararlılıkla. “Çünkü yazıldığı andaki bütün duygusu bana
ulaşıncaya değin soğur, yorulur. Kağıttan seslere dönüşür bütün o mektuplar. O
yüzden okumam ben onları. Sadece o son
mektup bekliyor panoma asılı halde. Bütün mektupları, kimden gelirse gelsin
açmadan yakarım; o hariç. Onu bekletme nedenim sahibinin artık yazamayacak
olması. Çıkarken yine gözüme ilişti ve ben yine onu okumaktan kaçmanın bir
yolunu buldum.”
“Bakkala
gidiyorum ben, dedim, cevabını beklemeden. Kimse de cevap vermedi zaten. Çıktım
evden.”
Gülüştük.
“Belki
benim onu okumaya cesaretim yoktur” diye mırıldandım dalgaların gürültüsü
arasına. Kimse duymadı.
“Atlasaydı ayakkabıları ayağından fırlar mıydı acaba?”
dedi Viyolacı. Aslında viyolayı çok sevdiği için ona böyle diyoruz, özünde bir
basçı o.
“Kim? Sarhoş mu?” dedi gitarist.
“Evet” dedi. “Atlasaydı ayakkabıları ayağından fırlar
mıydı?” Bir süre sustu, birasından bir yudum aldı ve sürdürdü konuşmasını;
”Ben hiç bağcıksız ayakkabı giymem. Neden olduğunu
biliyorum ama söylemekten korkuyorum.” Bizden beklediği ısrarı verince
anlatmaya devam etti.
“Çocukluğumda gördüğüm trafik kazaları yüzünden. Hani
yayaların karıştığı kazalar vardır ya. İşte onlar. Yaya yerde yatıyordur,
yaralıdır ya da ölmek üzeredir, belki de ölmüştür. Çoğunlukla bütün bir insan
görürsünüz. Ama ben onları hep eksik bulurdum. Ayakları çıplak olurdu.
Ayakkabılarını arasanız belki bulurdunuz ya da olay yerine gelirken gözünüze
ilişirdi tek bir mokasen. Hep şöyle düşünmüşümdür; şimdi ayağa kalksa, evine
yalınayak mı gidecek? Nasıl bir korkuysa benimkisi. Yıllar sonra bir arkadaşım
bununla ilgili bir sav ileri sürdü ya da duyduğunu söyledi. Eğer yayaların
karıştığı bir trafik kazasında yayanın ayakkabıları ayağından çıkıp etrafa
dağılmışsa sonuç yüzde doksan ölüm olurmuş. Belki ölmemek için bağcıklı
ayakkabı alıyorum hep, belki bu ölüm korkusudur bendeki kim bilir?
“Gerçekten hiç bağcıksız ayakkabın yok mu?” diye sordu
Şair.
“Evet yok. On üç yaşımdan beri bütün ayakkabılarım
bağcıklı.” Birasından içti biraz ve devam etti; “Belki diyorum, bu adamın da
derin bir ölüm korkusu var. Ha? Ne dersiniz?”
“Nereden vardın bu kanıya” dedi Şair.
“Torbası. Naylon torbası. Onu özenle koruyor. Ölmek istese
o kadar değer vermez. O her neyse çok önemli ya da benim bağcıklı ayakkabılarım
gibi yaşamla arasında sıra dışı bir bağ.”
“Belki çok ilgisiz kalacak söyleyeceklerim ama görünenin
dışındaki bir dünyadan söz ediyoruz sanki” dedi Gitarist. “Bana yıllar önce
yaşadığım bir şeyi hatırlattı.”
“O zamanlar
kardeşimle beraber babadan kalma dükkanı işletiyoruz. Perşembe Pazarında bir hırdavatçı
dükkanı. Gecenin kör saati. On olmuş. Misafirimiz var; konservatuarda öğretim
üyesi olan bir profesör. Keyifli bir sohbet sürüyor o daracık dükkanın içinde.
Havadan sudan konuşuyoruz ama konu yine dolanıp müziğe geliyor. Bir ara
profesör adını hatırlayamadığı bir gitar sanatçısına getirdi konuyu.”
“Hani bir
müzisyen vardı” dedi. “Klasik gitar virtüözü. Hatta “gitar genius” derler kendisine. Kimdi ya? Hay Allah çıkaramadım
şimdi. Gotik ya da, yok yok Barok bir tarzı var, İspanyol kendisi.”
Yüzünde bilen
ama hay aksi hatırlayamadım ifadesi var. Oldum olası sevmemişimdir bu tavrı.
Fazla kibirli bulurum. Neyse.
“Andres
Segovia mı?” dedim. Profesörün yüzündeki şaşkınlık bütün İstanbul’a yeterdi
sanırım.
“Yuh!” dedi. “Gecenin
onu olmuş, Perşembe Pazarında bir hırdavatçı dükkanında bir hırdavatçı Andres
Segovia’yı biliyor.”
“Yuh!”
“Sevinsem mi,
üzülsem mi bilemedim. Galiba bazılarımızdaki istek, bilginin tekelini
kırabiliyor. Ya da görünen her zaman görünmeyen bir derinliğe sahip olabiliyor.
Şaşırtıcı olan bu sanırım.”
“Profesörle
bir daha görüştünüz mü?” diye sordu Viyolacı, bıyık altına gizlediği gülümsemeyle.
“Evet, birkaç
kez bir araya geldik ama eskisi kadar heyecanlı değildi sohbetlerimiz. Giderek
o da uzaklaştı ve gelmez oldu bir süre sonra. Bizim için değişen çok şey
olmadı. Müzik yapmaya devam ettik.”
“Ben de geçenlerde buna benzer bir duygu yaşadım. Bana
sorarsanız çok gerçeküstü” dedi Ressam. Büyükçe bir yudum aldı birasından.
Boyalı ellerine baktı önce, denize doğru bir elini uzatıp parmaklarını açtı,
inceliyormuş gibi başını sağa sola oynattı. Tırnak aralarına girmiş boya
parçalarını temizler gibi yaptı. Ama sıkılıp dudağının kenarına yapışmış sigarasının
ucuna yenisini ekledi ve anlatmaya başladı.
“Tuvalin başına öylesine çöreklendiğim bir gündü. Bir
şeyler karaladım. Beğenmedim ve üzerine yeni bir şeyler daha karaladım.
Günlerdir aklımı zorlayan bir şey var ama çıkmıyor. Sonra oturdum karşısına bir
sigara yaktım. Sağına baktım, olmadı solundan izledim bir halta benzetemedim.
Ne diye çizdiysem? Sonra birden gözümün daldığını, görümün değiştiğini
algıladım. Arada bir öteki evrenin pencerelerinden biri açılıyor, seçilemez
görüntüler akıyordu bu tarafa. Sonra birden bir kadın belirdi bu çerçevelerin
birinin içinde. Botero’nun resimlerinden birini andırıyordu. Sanki sanatçı
resme başlamış ama yarım bırakmıştı. Kadının belinden üstünü çizmiş, boyamış; fonda
yapmayı düşündüğü evleri karakalem bırakıp boyamamıştı. Belli belirsiz
hissediliyorlardı. Kadın, silindire
benzeyen kollarını olmayan bir pencerenin pervazına dayamış gibi duruyordu ve
çerçevede bu çizginin altında hiçbir şey yoktu. Biran hareketlendi, o tombik
kollarından birini sallayıp veda etti ve gözden kayboldu. Bulunduğu pencere de kadın
kaybolurken bir parça kağıda dönüştü, sallana, nazlana düşerek yere kondu. Bu
sürecin bir sese dönüşeceğini asla bilemezdim ama konma sesi bu güne değin
duyduğum en güzel ezgiye dönüştü.” Sustu. Biraz daha bira içti ve devam etti;
“Gerçek siyahı bulduğumu hissediyordum. Tuvale vurmaya
başladım o siyahla. Bir, üç, beş derken alıp başını giden siyaha tutuldum.
Sanki benden bir şey çalıyordu. Bana ait bir şey. Bir gizem, bir sihir… bir
ses… benden tuvale akan bir müzik vardı ortada… o eşsiz, tarifsiz siyaha
bulanmış…”
“Görüntü aniden kayboldu ve kendime geldim. İster istemez
düşünmeye başladım. İnsan yaptığı resme müziği nasıl yerleştirebilir? Ya da bir
müzik bir resme nasıl sızabilir? Dahası müzik nasıl seslerden renge dönüşebilir?
Bir gün çözeceğimi biliyorum” dedi ve ekledi;
“Eminim senin profesör biliyordur.”
Küçük neşeli kahkahalar yayıldı denize doğru.
Sohbet, içkilerin boyu kadar sürdü. Hepimiz bitirdikten
sonra görüşmek üzere dağıldık. Eve
döndüm.
Günlük
işlerime kaldığım yerden devam ederken yine onu duymaya başladım. Bir ses var
kafamda, bilmediğim bir dili konuşuyor. Ama her nasılsa ben anlıyorum onu. Beni
mutlu ediyor hep. Öyle akıcı ki. Sonra ben onu hiç farkında olmadan bildiğimiz
dünyaya çeviriyorum. Çevreden gelen sesler de öyle. Örneğin televizyonda
İngilizce konuşan bir adamın söyledikleri. “Take
off”, “mine” gibi. Ses sanki bir arabanın ya da motosikletin değil de
konuşan birinin sesi gibi. Belki de ben onları öyle duymak istiyorum.
Şekillendiriyorum, eğip büküyorum, kim bilir. Mesela şu gezgin vantilatör. Varla
yok arasında tıkırdamaya benzer bir ses çıkarıyor önce, ardından bir vınlamaya
dönüşüyor. Galiba günlük hayatta konuşan insanlar da seslerini böyle bir akışla
kullanıyorlar. Bu sesleri birleştirince vantilatörden gelen ses şuna dönüşüyor;
“She’s gone.”
Mektup okumayı
öğrenmem gerek.
Bir insan
söyleyebileceği en tehlikeli yalanı kendisine söylüyor sanırım. Yatağa gittim.
Altı saat sonra paramparça
bir uykudan uyandığımda ben de kendimi paramparça hissediyordum. İnsan her
uyandığında uzuvlarını daha doğrusu duyularını kontrol eder mi? Aynaya
bakarsınız örneğin; kendinizi göremiyorsanız aklınıza ilk gelen kör olduğunuz
değildir. Ortamdaki başka koşulların yetersiz olduğunu düşünürsünüz. İnsan her
gün kör olmaz ki; nereden bilecek kör olacağı günün o gün olduğunu. Ya da
kulaklarınız, siz istemeden bile her şeyi duyar. Ya duymasaydı, sağır oldum der
miydiniz? Ya konuşamasaydınız? Sesiniz çıkmasaydı. Sabah aynaya bakarken
dünyanın en yakası açılmadık küfürlerini her dilden söyleyerek kendinize
“Günaydın” diyebilir miydiniz?
Derken o büyülü ıslık
sabahı doldurdu yine. “Durun. Başlıyorum.
Ve dahası var.”
Aynaya dönüp içindeki
adamın ellerine baktım. Biri var avuçlarında; seslerle kırılıyor. İnsana
ait sesler kırıyor onu. Saçlarından, tırnak uçlarından kırılıyor, toza
dönüşüyor. Sonra gözleri, gülüşü, kahkahası, umutları, yüreği, aklı kırılıp
karışıyor tozlara. Konuşulamıyor karşısında sadece aklınızdan geçenler yüzünüze
akan bir ifadeye dönüşüyor. Bir süre sonra, düşündükleriniz de onu kırmaya
başlıyor. Düşünceler çatışıyor ve kırılıyor. Tane tane, zerre zerre dağılıyor
havaya; ellerinde bir kınalı leke sesi. Haykırıyor sanki;
“Kağıttan sesler
yoktur.”
Erhan Sertbaş
Haziran 2018
Antalya
Dipnot:
*Şiir Ömer Dinkçioğlu’na ait, 16 Aralık 2010 tarihli.
Henüz hiçbir yerde yayımlanmamış.