23 Eylül 2016 Cuma

Aşkla Geçen 90 Yıl! Fall is coming and i’m almost ready for it! / Didem Aydın



Herkese merhaba! Sonbahar yaklaşırken ben de artık yazlık giysilerden çok, kışlıklara yönelme başladı bile. Bu sebeple size beni çok heyecanlandıran Fendi’nin geçtiğimiz günlerde düzenlediği Legends and Fairy Tales yani Efsaneler ve Masallar’dan ilham alarak hazırladığı 90.yılına özel 2016-2017 Sonbahar/Kış Haute Couture koleksiyonundan bahsetmek istedim. Koleksiyonun tanıtımı uzun bir süredir Fendi sponsorluğunda restore ettirilen İtalya’nın kalbi, Roma’nın simgesi olan ünlü Aşk Çeşmesi’nde gerçekleştirildi. Fendi’nin 90.yıl defilesi unutulmaz anlara damgasını vurdu!

Aşk Çeşmesi, üzerine kurulan cam platform ile büyüleyici bir defile sahnesine dönüştürüldü. Karl Lagerfeld kreatif direktörlüğünde hazırlanan bu özel koleksiyonu ünlü modeller platformun üzerinde, “su üstünde” yürüyerek sundular.

Federico Fellini’nin film müziklerinin eşlik ettiği ihtişamlı defilenin açılışı son dönemlerin gözde modeli Kendall Jenner tarafından yapıldı. Bella Hadid gibi ünlü top modeller de podyumda yerini aldı. .Şova eşlik eden romantik ve kıvırcık saçlar kesinlikle ikonik defile güzellikleri arasında yer alacak unutulmaz modellerden. Defilede Kendall Jenner’ı göz alıcı bir elbiseyle de görmek mümkün.

Gözde modellerin tanıttığı bu özel koleksiyonda tasarlanan kostümler, 20 yy.’ın ünlü sanatçısı Kay Nielsen’ın illüstrasyonlarından esinlenilerek hazırlanmış

 

Defilede tanıtılan Legends & Fairytales 2016-2017 Sonbahar/Kış Haute Couture koleksiyonu 46 parçadan oluşuyor. “İkonik” olarak nitelendirilen bu koleksiyonun ilham kaynağını ise efsaneler ve peri masalları oluşturuyor. El boyamaları, 3D deri aplikeler, dantel detaylar bu masalsı koleksiyonun bir parçası. Koleksiyonun en özel parçalarında barok motifler yer alıyor. Tüm bunlar unutulmaz ve gösterişli abiye elbiselerinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Kesinlikle son yılların en ikonik ve romantik defilelerinden birisi olmuş. İzleyenlerin unutulmaz bir moda şölenine şahit olduğuna eminim. Ayrıca kış koleksiyonunu tanıtan markalar arasında;Atelier Versace, Christian Dior, Chanel, ve Valentino gibi pek çok ünlü isim var.

 

 
 

Legends and Fairytales koleksiyonu özel bir yaşam stiline sahip, özel kişiler için. Couture’ün hazır giyim kadar geniş bir kitlesi yok. Haute couture her zaman için çok özel tasarımlar barındırır.”

 

                                                                               

 

 

 

 

Bir Başka / Gözde Çıbık


 
Senden öncesine hiç dönemedim ben.

Ardımda hep bir eksik

Türlü hatalar,

Yalnızlığı kucakladığım zamanlar.

Bekledim.

Hatalar verirdi gerçeğin hakkını,

Öğrendim.

 

Şimdi sadece senin için yaptığım hayat kavgam var.

Herkes sevebilir,

Sabah, ayazı

Çöl, yağmuru

Dün, yarını

Karınca, ekmek kırıntısını.

Ama ben, 

Beni incitmen için bile seni seçtim.

Çünkü sensiz olmak, içimin yarısını boş tutmaktı.

Konuk değildin, ne uğurlanır ne de ağırlanırdın.

 

Belki şikayet ettin.

Bilirsin ki, ben yalnızlığı hep çok sevdim.

Tüm yalnızlık konuşmalarımızı yücelttim.

Ama, yalnızlığın seninle koyu olduğunu bilemedim.

Beni özgür kılanın da, 

İyi kılanın da,

Sen olduğunu.

 

Kalbime nihai sözüm 'sen'

Sar diye, yeni yaralar açan ben.

 

Nasıl da bütün güzel zamanlarım elindeymiş,

Sarılmanın anlamı değişmiş,

Kendimi yuvamda hissetmekmiş,

Eğer sevgili herşeyin olmuyorsa, aslında hiçbir şeymiş.

Sesini de suskunluğunu da sevmekmiş.

Soğukta uyanıp pişirdiğim çayın bile anlam kazanmasıymış, varlığın.

Ve tüm her şeyi reddederek,

Adem bilmekmiş seni.

 

Artık eksik gelecekmiş, açık verecekmiş harfler,

Hepsinin üzerini karalayacak,

Tüm dilleri toplayacak,

Ama önce adını bulacakmışım meğer.

Tanrı sınırını, 'ufuk' ta çizmiş

Ben ise, sonsuzluğumu.

 

Ahh Birde Kıyısı Olsa Denize! / Firkan Gülaydın


Sabahın ilk demleri. İçimde küçük bir şehir.

Söğüt’ün dalları yere uzanıyor, evlerin bacalarından tüten duman sakinleşiyor.

Hani bir de denize kıyısı olsa...

 

Gece kaçıyor, gün yüzünü umuda dönmüşken.

Sahte günaydınların, memuriyet ciddiyetinde ki tebessümlerin ardında gerçek hisler.

Gün uyandı, maskeler takıldı.

Tanrı kimlikler dağıttı insanlara.

Bir bankacı, bir emlakçı, bir kaç müdür, arkeleog, gitarist...

Evde baba, iş yerinde amir, okulda veli, tiyatroda seyirci...

An, hangi kimliği takınmamızı istiyorsa onu oluyor beden.

Oysa sadece insandık biz, çıplaktık, topraktık, suyduk, hayattık.

 

Gece çekti tüm kokusunu büsbütün şehrin üzerinden.

Egzoz ve izmarit kokusu kapladı her yanı.

 

Hani bir de denize kıyısı olsa.

Bir kaç sandal salınsa serin sularında.

Yağmur nazlı tenini okşasa eylül akşamlarında....

 

Caddeler robotlar ile doluyor,

Dakikler, resmi elbiseliler, siyah plakalı saygı duruşları.

Yaşama mücadelesinin içinde yaşamayı unutan yüzlerce insan.

 

İki katlı beyaz bir ev. Bahçede çocukluğum,

Duvarların içinde şarkılarım.

İlk öpüşmelerim, ilk düşmelerim, ilk acılarım...

Ev. Alabildiğince yabancı, soğuk.

Hani sanki hiç çocuk olmamışım gibi.

Denize kıyısı olsa belki, affederdi çocukluğum tüm günahları.

Koşar adım gelirdi mahalle girişinde ki köprünün üzerinden...

 

İçimde bir şehir.

Keçi patikalarınca uzanan bir yol. Sonunda sen.

Paslanmış şarkılar mırıldanıyorsun geçmişe dair.

Yüzün güneşe dönük, ellerin ağaç yapraklarında.

Hani uzansam dokunacağım sana,

Sarılacağım sıkıca canını yakacak, canımı yakacak kadar hem de.

Ne vazgeçebiliyorum, ne de bu hikayenin son noktasını koyabiliyorum.

 

En çokta belirgin olmayan zaman sıkıyor canımı.

Hani aniden hızlıca akıp giden,

Hani ıstırap gibi hiç geçmeyen...

 

Denize kıyısı olsa içimde ki şehrin,

Sende sever miydin beni?

Kim bilir, belki duyarsın bir gece sana olan sessiz şiirlerimi.

Tutuverirsin bir Pazar sabahı uzattığım elimi.

Ve ben okyanuslar getiririm minik şehrime.

Sen oksijen olursun, ben yunus.

Sana kavuşmadan, derin derin içime çekmeden en fazla dört saat yaşayabilirim...

 

Zaman’sız / Buket Konur

 
   



Bolca acı var yüreğinde,

vurdumduymazlığa sığınmış.

Hayal kırıklığı...

Tadı damağında kalmış.

Bir kapı ziliyle çırpınamayacak kadar zavallı yüreği

teninde soğutmuş sevdiği bedeni

teslim etmiş ısınacağı taze tenlere

ardına bakmasın diye yine de

izlerini kaybettirmiş döndüğü sokakların

adımlarını saymamış ne kendinin; ne yabancıların

“zaman” demiş...

“o”nu yeniden mutlu eden zaman

belki bana da hatırlatır kendini

beklemiş hiç gelmeyeceğine inandığı

ama kendinden sakladığı mutlu günleri

sonra nefret etmiş zamandan

o “zaman” değil miydi unutturan onu

mutlu eden başkalarını

dokunan başka dudaklara

ezber olan el tutuşlara...

Zaman...

Nefret edilen...

Bilinen...

Hazmedilmeyen...


Kapkaçcılar Acımaz / Achilles Valentin



Dört tane itfaiye aracı peş peşe durdu evimin önünde. Gökyüzüne yükselen siyah dumanların arasından onlarca itfaiye eri koşuşturmaya başladı. Bir yandan müdahale edecekleri yeri tespit etmeye çalışırken, diğer yandan hortumları araçlara bağlamak için çaba sarf ediyorlardı. Aralarından biri kalın eldivenli parmağıyla sorunun kaynağını işaret etti. Perdelerin arkasından izliyordum koşuşturmalarını. Parmağın tam olarak durduğum yeri işaret etmesiyle ürperdim bir an için. Bedenime yayılan hoşluğun adını umut koydum. Tecrübe bu olsa gerek. Belli ki; işlerinin eri itfaiye erlerini göndermişlerdi. Hazırlıklar bitmeden dumanın kaynağını tespit etmişlerdi bile.

Yerimden kımıldamadan izledim telaşsız koşuşturmalarını. Hortumları araçların arkasındaki dev vanalara bağlamalarını, yerlerini alıp suyun açılmasını beklemelerini; bir dozerin temel çukuru kazmasını izler gibi zevkle izledim. Dört araca bağlı dört hortumu tutan sekizer itfaiyeci büyük bir ustalıkla yerlerini aldı. Aynı anda dört itfaiye eri araçların arkasındaki vanayı ağır ağır açmaya koyuldu. Su, hortum içindeki ilerleyişine başladığında heyecanım da doruk noktasına ulaştı. Hortumun ucundan boşluğa fışkıran ilk damlaları fark etmemle birlikte iki yakamdan tutup, ellerimi var gücümle aşağıya çektim. Gömleğimin düğmeleri yere düşmemişti ki sert bir darbeyle arkamdaki duvara yapıştım. Uzunca bir müddet dört hortumdan gelen tazyikli su ile duvar arasında kaldım. Ayakta kalmak için bir çaba harcamama gerek yoktu. Aksine; hareket etmeyi becerebilsem sonsuza kadar hareketsiz kalmama neden olacak bir şey yapardım büyük olasılıkla. Kirpiklerimi aralayıp karşıya baktığımda, aralarından birinin elini şapkasına götürerek selam verdiğini gördüm. Diğerlerini görebildiğim kadarıyla süzdüm. Hepsinde belirgin bir rahatlama vardı. Gözleri, hedefi tam olarak tutturmuş olmanın gururu ile parlıyordu. Basınç altındaki anlarımın ne kadar sürdüğünü bilmiyorum. Ama bütün bunlara sebep olan olaylar düşünüldüğünde; aylarca su tutulsa göğsüme, içimdeki yangının söndürülmesi yine de bir mucize olurdu.

Bir anda kesildi suyun akışı. Bedenimi kaplayan büyük yorgunluğa karşın gözlerimi aralamayı başarabildim. Salon ufak çaplı bir gölet haline gelmişti. Buradan nasıl çıkacağımı düşünürken birkaç itfaiye eri, çizmelerinden içeri dolan simsiyah suya aldırmadan göleti aşıp yardımıma geldi. Biri yırtık ve ıslak gömleğimi derimden sıyırıp yaramı inceledi. Diğerlerine dönüp başını olumsuz anlamda iki yana salladığını fark ettim. Ayaklarımdan çekildim ve suya bastırıldım. Bir el kafamı suyun üstünde tutuyordu. Kulağıma “Geçecek!” diye fısıldadı elin sahibi. Söylediğine inanmadığını anlamak zor olmadı. Kurtulmamın mümkün olmadığını anladığım anda kendimi bıraktım. Bağırış çağırış içinde acele hareketlerle bedenimi suya sokup çıkaran itfaiyecilerden yavaş yavaş uzaklaştım. Göğsümü karartan o tutuşmanın olduğu ana gittim zihnimde.

Daha o saniyede hayatımın eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Dahası; sözü edilecek kadar fazla soluk hakkımın kalmadığı şimdi tarif edemeyeceğim bir bilişle gönlüme yerleşmişti. Ya benim olacaktı, ya da ben toprağın. Bakışları gözlerimle öpüştüğünde; o fettan gözlerin süzülüşünden, daha önceleri nice feryada, aha neden olduğunu hissetmiştim. Binlerce perişan gönlün günahını taşıyordu bakışlarında. Bile isteye girmiştim büyülerle işlenmiş karanlık ormana. Tenime temas ettikçe erimeme neden olan dallar, beni bir kereliğine saran kollarıymış meğer. Ruhsuzluğu, hissizliği daha o dokunuşlardan bile belliydi. Yok! Olmayacak diye söylenip geri çekildiğim anda bir şeyler çıt etti içimde. Önemsemedim başlarda. Yolunda görünüyordu her şey. “Başkası olur, boş ver!” diye telkinler verdim kendi kendime. Sıçrayarak uyanmalarımı, dinmeyen susuzluğumu, kaymaklı tel kadayıfın tatsızlığını her halde hasta olmuşumdur diye geçiştirdim. Bir türlü iyileşemeyince de panikledim. Yanık et kokusu burnuma ilk dolduğunda; komşular mangal yapıyor diye sevindim. “Gidip bir merhaba diyeyim de bir iki lokma sebepleneyim:” Dumanı takip etmek işe yaramadı. Nereye dönersem döneyim baktığım tarafı işaret ediyordu dumanlar. Sulu ve lezzetli eti dişlediğim anı gözümde canlandırırken ağzımın kenarında sular birikmeyince fark eder gibi oldum olanları. Dilimden dökülen kelimeler ne kalbimden ne de gönlümden geliyordu. Gerçeğin ta kendisin dudaklarımın arasındaki yolunu bulup gökyüzüne ses olarak yükseldi; “Çok az zamanım kaldı.”

 

Siren seslerine elleriyle tempo tutan hemşirelerin gürültülü alkışlamaları eşliğinde gözlerimi açtım. Benim uyandığımı gören biri hemen kulağıma eğilip son dedikoduları acımadan aktardı. Bedenimden yükselen dumanlar bütün mahalleyi kaplamış önce. Daha öğle saatlerine bile gelmemişken hava kararmış. Sokak lambaları otomatik yanmayınca mahalle halkını bir korku almış. İçimden uzay boşluğuna zıplayan kıvılcımları meteor yağmuru sanmışlar. Devlet bize yardım etsin diyen biri hemen polisi aramış. Bir kısmı da olanları ancak belediyenin temizleyeceğini düşündüğü için pankartlar hazırlayıp yürüyüşe geçmeye karar vermiş. Neyse ki biri; itfaiyeye haber vermeyi akıl etmiş.

 

Hemşirenin anlattıklarını aklımda tarttım. Doğru olmalıydı. Çünkü haberim olmasa da geleceklerdi, bekliyordum. Gelirler mi gelmezler mi diye kendi kendime tartışıyordum itfaiye sirenlerini duyduğum sırada. Çok istediğim halde gelmeyenler alıştırdı beni beklemeye. Kolumdan sarkan ince hortumu çekip ucuna bağlı serumla öpüştüm. Cam serumun soğukluğu dudaklarımı yaladı. Bütün gücümle ambulansın kapısına yüklendim. Kucağımda serumla birkaç kere yuvarlandım iki omzumun üstünde. Ambulans acıklı sesiyle merhum olmaya yakın olduğumu ilan ederek uzaklaşırken arkalarından dudağımın ucunu kıvırarak güldüm. Serumu tepesindeki hortumu söktüm attım. Göğsümü yırtıp serumu içime boşalttım. O ana kadar ince ince tüten duman zincirinden boşanmış gibi terk etti bedenimi. İnce bir tıslama duydum. İki elimle yarıp baktım göğsümden içeriye. Tahmin ettiğim gibi kalbim de ciğerlerim de yerinde yoktu. Ya bu son yangında kül oldular ya da biraz saçma gelecek ama ben o gözlerin içine bakarken fark edemediğim eller tarafından çalındılar.

Öyle biri var mıydı gerçekten? Yoksa hepsini ben mi uydurdum. O salak gülümseme arzuladığım için mi yerleşti yüzüme? Yoktular, evet, yoktular. Hiçbiri yoktu. Sadece ben vardım ve bende fazlalık haline gelen kalbim. Kimsecikler yoktu aslında. Ben kendi kendime yangın yerine çevirdim kendimi. Besbelli büyük yanıldım. Bunun dönüşü yok. Kaybolduk, kaybettik.

 

Demek ki artık kalpsizliğimizle meşhur olacağız başka organlarımıza nefes almayı öğretmeye çalışırken. Siz siz olun doğrudan bakmayın başka gözlerin içine. Koruyun kalbinizi de ciğerlerinizi de. Bu kapkaççılar yakar insanı hiç acımadan.

Korkma Sadece Bir Karabasan! / Evren Hoşrik



Karabasan, çocukluğumdan beri yılda birkaç kez misafirim olmuştur. Daha doğrusu çocukken böyle zannederdim. Sonraları, bunun nedenini öğrendiğimde, “uyku felci” yaşarken kaygılarım bir hayli azaldı. Yaklaşık iki yıl önce, deneyimlediğim yeni bir uyku felcine, ilk kez görsel bir hallisünasyon da eşlik ediyordu: Tavanda ters yürüyen, beyaz elbiseli ve siyah saçlı bir kadın! “Bu da ne şimdi?” diyerek ciddi ciddi panik yaşamıştım o an. Gözümü hemen sımsıkı kapattım. Açsam bir türlü, açmasam bir türlü, ama açmadığım her saniye sanki bana daha fazla yaklaşıyormuş gibi hissediyordum. O sırada bedenim de hareket etmediğinden, bir anda sırılsıklam terledim. Ufacık bir ses çıkarmaya korkuyordum, nefes almaya bile. Gözümü açmaya ise hiç mi hiç cesaretim yoktu. Alacakaranlık odada, kurbanlık koyun gibi uzanmış, bütün bedenim felç olmuş bir şekilde beklerken mantıklı düşünmeye çalıştım. Neden tavanda, neden beyaz elbiseli, neden siyah saçlı ve neden kadın? Muhtemelen saniyenin binde biri kadar bir sürede, zihnimden düşünceler ve çözümler film şeridi gibi geçerken, hafifçe ve çıt çıkarmadan tebessüm etmeyi başardım. Çünkü, hemen hemen bütün korku filmlerinde izlediğim karakterlere cuk diye oturuyordu gördüğüm şey. The Exorcist (Şeytan) filminin, merdivenden ters inerek bir neslin travmalarının sebebi, tepkisiz, tekinsiz fakat her şeyi yapabilir bir şeytan rolüyle tüylerimi diken diken eden Regan’ı; The Ring (Halka) filminin, televizyondan fırladığında yüzüne hiç bakamadığım Samara'sı; The Grudge (Garez) filminin, bence komik ve aslında çok tırsmasam da çıkardığı itici seslerden huzursuz olduğum Kayako’suydu gördüğüm… E, o zaman, gerçek olmazdı. Filmde görerek zihnime kazınan imgelerden, yine zihnimin oluşturduğu karma bir imge olmalıydı bu. Benim zihnimin oluşturduğu bir görüntünün ötesinde ontolojk varlığı olan bir şey olamazdı. Çünkü, neredeyse izlediğim bütün korku filmlerinde kullanılan temayla aynıydı gördüğüm o şey: beyaz elbiseli, siyah saçlı, tavanda duran bir kadın! Bu kadar mantık silsilesinden sonra artık ortadan kaybolmuş olduğuna eminmişim gibi bir kanıya vararak gözümü açmaya cesaret ettim… "Aman Allah’ım, burnumun ucundaydı ve simsiyah gözlerini bana dikmişti!" desem, tası tarağı toplayıp, bütün bildiklerimi de aklımı da orada bırakırdım sanırım. Tabii ki artk orada değildi (hiç de orada olmamıştı aslında), yok olmuştu! Benim “uyku felcim” de bitmişti ve vücudumu hareket ettirebiliyordum. Sonra, gülümseyerek uykuya daldım. Ama inanın bu yazıyı yazarken bile tüylerim diken diken olmuyor değil. Koşullanmalarımımız, öğrenmelerimiz; velhasıl psikolojimiz böyle bir şey işte... Benim psikolojim izlediğim filmlere, çocukken duyduğum ürkütücü hikayelere göre zihnim aracılığıyla benimle oyun oynamıştı. Her zaman yaptığı gibi. Bunu fark etmek de rahatlamayı kendiliğinden getiriyordu… 

Karabasan Nedir?
Karabasan (asıl adı uyku felci), uyku başlangıcında ya da uyanma sürecinde bireyin tüm vücudunun ya da vücudunun bir kısmını bir varlık tarafından ele geçirildiği algısıdır. Bu algıya bazen, bireyin yaşadığı kültüre bağlı olarak çeşitli görsel, işitsel ya da dokunsal halüsinasyonlar eşlik eder. Uyku felci sırasında bir cücenin fısıldıyormuş gibi algılanması görsel ve işitsel, tüm vücudu tüylerle kaplı bir varlığın, bireyin bedeninin üzerine çökmüş ya da boğazını sıkıyormuş gibi algılanması görsel ve dokunsal halisünasyonlara örnek olarak verilebilir.

Amerikan Psikiyatri Birliği Tanı Ölçütlerine göre karabasan (uyku felci) uyanıklık durumu ve uyku arasındaki geçiş sırasında istemli hareketler yapamama şeklinde tanımlanır. Bu durum uykunun başlangıcında ya da uyanma anıyla birlikte ortaya çıkabilir. Bu belirtilere genellikle yoğun kaygı ya da bazı durumlarda ölüm korkusu eşlik eder. Toplumumuzda “karabasan” olarak adlandırılan bu olgu, temelde belli bir nörofizyolojik kökene, halüsinasyonların varlığıysa dolaylı olarak psikolojik bir nedene bağlıdır.


Not: bu durumu sıklıkla yaşıyor ve kendiniz kontrol edemiyorsanız ya da bu durum gündelik yaşantınızda sorunlara neden oluyorsa bir uzmana başvurmayı ihmal etmeyin.
                                                                     Uzm. Psk. Evren HOŞRİK


 

Küratör kimdir? Kürate etmek nedir? / Huma Kabakcı


Son bir kaç yıl içinde “küratörlük” terimini kaç kez duydunuz? Peki aslında tam olarak ne anlama geliyor? Küratörler kimlerdir? Tam olarak ne yapıyorlar?


Kanye West’ten IKEA’ya kadar, sanat camiası dışında pek çok değişik bağlamda bu terimi duymuş olabilirsiniz. “Evinizi kürate edin” “Müziğinizi kürate edin” “Gardırobunuzu kürate edin” sloganları pek çok yerde, reklamlarda dahi kullanılıyor. Peki, kürate etmek ve küratörlük nedir?  

“Kürate etmek” latince curare kelimesinden türemiş olup “bakımını üstlenmek” anlamına gelmektedir ve dolayısıyla küratör, geleneksel olarak bir yönetici veya nezaretçi olarak tanımlanır.  Kürate etmek son bir kaç yıl içerisinde, her yeni sergi ve bienal ile küratörün ne yaptığına dair faaliyet alanının değişmesi ve genişlemesi sayesinde sanat dünyasının hem içinde hem de dışında yer alan temel bir konsept haline gelmiştir.   

 Çağdaş bağlamda küratör; bir sergi için sanat eserlerini seçen ve yorumlayan kişi olarak anılmaktadır. Ancak küratörün rolü artık yapımcı, aracı, sergi planlayıcısı, eğitmen, planlayıcı, yönetici, prodüktör ve organizatör rollerini de bünyesinde barındırmaktadır. Küratörün, etiketleri, katalog makalelerini ve sergi için her türlü diğer destekleyici içeriği yazan kişi olması da olasıdır (buna her türlü çevrim içi materyaller, sergide bulunan basın bültenleri de dahildir).  

Küratör sadece sanatçıları seçmekle kalmaz, aynı zamanda serginin yazılı konseptini, bağlamını formüle eder. Küratör ayrıca halkın ve sanat ziyaretçilerinin de etkileşimini göz önünde bulundurur.

Küratörlük söyleminin genişlemesi 1990’ların başında küratörlük programlarının başlamasıyla hızlandı. Öğrenciler ve program liderleri sadece sanat eserleri yerine sergi tarihçesi ve metodolojilere odaklanarak mevcut sergi modellerine ve görece olarak az sayıda tesis edilmiş küratörlük örneklerine bakmaya başladırlar.  Dünya genelinde üniversiteler, kolejler ve müzelerde gitgide artan sayıda küratörlük eğitim programları açılmaya başladı. Çığır açıcı bir küratörlük programı ilk kez çağdaş görsel sanat tarihi ve sergi düzenlemenin yanı sıra teori ve eleştiriyi birleştiren yoğun bir program sunan New York’taki Bard College tarafından 1990 yılında başlatıldı. Aslen Bard’ın programını temel alan Kraliyet Sanat Koleji’nin (Royal College of Art, RCA) hem teori hem de uygulamayı birleştiren iki yıllık master programı Çağdaş Sanat Küratörlüğü 1992 yılında eğitime başladı. Hemen ardından iki yıl sonra Hollanda’da De Appel Küratörlük programı kuruldu.

Farklı küratör klişelerinin ve küratör tanımının zaman içerisinde, özellikle de bugün içinde yaşadığımız tüketim odaklı dünyada nasıl evrimleştiğini açıklamak içn bazı geniş örnekler vereceğim ve sonrasında duymuş olabileceğiniz bir kaç küratörden bahsedeceğim;

Bağımsız Küratör veya serbest küratörler bir dereceye kadar üzerlerine almak istedikleri rolleri tanımlayabilirler.  Genellikle kamusal projeler veya etkinlikler ya da kamusal sanat eserlerinin siparişi, ofisler ve işyerleri için sanat eserleri seçimi gibi konularda uzmanlaşır ve mimarlara ya da iç mimarlara çeşitli hizmetler sunar ve proje bazında çalışırlar.


Kurumsal Küratör sadece müzenin veya sanat kurumunun ideolojisini ve hedeflerini temsil etmekle kalmazlar, aynı zamanda yeni sanat eserlerinin sipariş edilmesi, satın alınması, kamusal programlar geliştirilmesi, gerek genel sanat toplumu gerekse kurumun hamileri ve destekçileri için etkinlikler planlanmasına ilişkin birçok sorumluluğu da üstlenirler.  Bağımsız küratörlere kıyasla kurumsal küratörler daha profesyonel/ yerleşik görünseler de, daha az esnek, daha fazla hiyerarşik ve politik bir ortamları vardır.   

Gardiyan veya Muhafız daha ziyade sanat eserlerinin korunması, iyi koşullarda muhafaza edilip edilmediği ile ilgilenir. Bu rolün geçmişi 14. – 17. Yüzyıl Salon sergilerine uzanmaktadır.


Araştırmacı ve Eğitimcinin öğretim yanı sıra yazma, düzenleme, basım ve yayım işlerini yönetme; görsel araştırması; telif haklarına ilişkin izin/lisans işlemlerinin yapılması gibi sorumlulukları da vardır ve eğitim, konuşmalar, destek kampanyaları, fon yaratma ve basın işleri gibi sergilerin çağdaş programları ile de ilgilenebilirler.   

Küratör olarak Sanatçı, bir sergi yaratması için kendisini davet eden kurumun geleneklerini yıkması konusunda teşvik edildiğinden, diğer küratör örneklerine kıyasla daha özgürdür ve küratörlük uygulaması bakımından katı akademik kurallara veya kaliteye itibar etmemeyi seçebilir.

Çağdaş sanat sadece çok varlıklı olanların karşılamaya gücünün yettiği lüks bir marka olarak görüldüğünden, bağlantısal olarak bazı küratörler zengin ve ünlülere erişim sağlarlar. Sonuç olarak bir ünlü statüsü sağlamış, dünyanın her tarafında lansman partilerinde ve etkinliklerde fotoğrafları çekilen global olarak “süper küratörler” olarak bilinen bir avuç küratör ortaya çıkmıştır. Bu, küratörlük imajına çekici, jet-set bir kariyer seçeneği olarak katkıda bulunmuştur – ancak bu mümkün de olsa çoğunluk için durum böyle değildir.  Bu durumda küratörlük gerçekten de insanların düşündüğü kadar çekici ve eğlenceli midir?

“Kürate etmek” kelimeleri ve “küratörlük” mesleği pek çok durumda yanlış kullanılmakta ve yanlış yorumlanmaktadır. Kim Kardashian ile evli ünlü rap şarkıcısı Kanye West dahi artık kendisini küratör olarak adlandırmaktadır. Çoğu kişinin az bir ücret karşılığında uzun saatler çalıştığı bir mesleğe cila çekerek fotojenik, CEO-benzeri– aralarında Hans Ulrich Obrist ve Klaus Biesenbach’in yer aldığı – seçkin bir ünlü küratörler grubu ortaya çıkmıştır. Pharrell Williams, Madonna ve Miley Cyrus gibi gerçek ünlüler de sergiler düzenlemişler ya da en azından isimlerini bu sergilerle ilişkilendirmiştirler.   

Kısacası/Sonuç olarak, küratör olmakla ilgileniyorsanız, bir kez daha düşünün.

 

 

 

 

Yedi Deniz / Erhan Sertbaş


Birinci Deniz

 


Sabahın en uysal saatlerinde, Lambousa’nın* kıyısındaki dalyanlara, kucağında ikiz bebekleriyle gelen bir kadın, adamın karşısında durdu, sevecenlikle baktı. Neredeyse kadının babası yaşında görünen adam, bir ipe dizdiği temizlenmiş balıkları, kurutulmuş balığa çevirmek için iki direğin arasına asmaya çalışıyordu. Sonra hiçbir öfkesi, kızgınlığı, duygusu olmayan o sözcükler döküldü kadının ağzından. Öylesine; sıradanmış gibi. Adamın yüzünde bir anda derin birkaç kırışık ve saçında hayli beyaz tele dönüştü bu cümle.

 

“Bu çocuklar senden değil.”

 

Kadının adı Adenna. Çocuklar Fenikeli bir kaptanla yaşadığı aşkın ürünü. Kaptan Lambousa’ya her geldiğinde Adenna eteklerinde zillerle koşuyor sevgilisine. Kocası farkında değil ya da öyle davranıyor. Cesareti kırılmış.

 

Adenna konuşmaya devam ediyor sakince; “Susma, neden konuşmuyorsun, bir şeyler söyle, kızmadın mı; üzdüm mü seni?”

 

“Seni öldürmemden korkmuyor musun?” diyor adam.

 

“Eğer siz erkekler bizdeki yüreğin onda birine sahip olsaydınız, etek giyme cesaretini bize bırakmazdınız” diyor Adenna; dalyanın içlerine doğru uzaklaşan adamın ardından.

 

Tarih henüz başlamıştı. İsa’nın doğumuna çok vardı daha. Adam dişiyle, tırnağıyla kayalara oyduğu balık havuzlarında beslediği balıklarla baktı ailesine ölene dek. Kadın ikiz oğlanlarını büyüttü Fenikeli Kaptandan olma ve “Senin değil bunlar” dedi hep adama. Adam bir anda yaşlandı, kadın olgunlaştı. Ve bir gün ansızın ölüverdi. Adenna balıkları beslemeye ve kurutmaya devam etti çocukları için.

 

Lambousa’da sonraki her yüzyılın başında kadınlar ikiz doğurup, babalarını kocalarından sakladılar. Sonraki her yüzyıl kendi ihanetini, her ihanet, bir kocanın eksik yanlarını dolduran kendi korkağını doğurdu.

 

İkinci Deniz

 

Vedat. Bir lokantanın sokağa taşmış masalarından birinde balık yiyoruz gece geç saatte. İçki yok menüde, sadece balık. İçki olsa Vedat gelmez, akıllı o; meze olma niyetinde değil.

 

“İyi akşamlar abi, rahatsız ediyorum kusura bakmayın.”

 

Genellikle bu söylemin arkasından dilenen bir ruh çıkar ama Vedat şaşırtıyor bizi; “Ben evsizim, sokakta yaşıyorum, bana bir akşam yemeği ısmarlar mısınız?”

 

Abartısız tüm bu kibarlıkla çıkıyor ağzından her şey.

 

“Burada yiyeceksin ama” diye atılıyor masadaki ruhsuzlardan biri. Sonuçta hesabı benim ödeyeceğimden o kadar emin ki.

 

“Tabi” diyor Vedat “Nereye oturmamı istersiniz?”

 

Vedat hemen önümüzdeki masaya oturdu. Üzerinde bir şort mayo, tişört ve ayağında bir çift plastik terlik var. Sanırım tüm mal varlığı bu. Yirmili yaşlarında, zayıf, uzun. Az sonra Vedat’ın ekmek arası balığı geldi ve ilk birkaç ısırıktan sonra bana dönüp; “Abi izin verirsen bir de kola söyleyebilir miyim?” dedi. “Elbette” dedim ve ona bırakmadan garsonu çağırıp bir kola getirmelerini rica ettim. Vedat bir yandan yemeğini yerken, diğer yandan da benim ve masadakilerin soru yağmuruna yetişmeye çalışıyordu. Bazen duruyor, ağzındakini esaslıca çiğneyip, yutuyor ondan sonra konuşuyordu. Masadakilerden biri neden sokağa düştüğünü sorunca; Vedat yine ağzındakini bitirdi ve belki sesine eklemeyi unuttuğu duygulardan yoksun olarak; “Ben piçim” dedi umursamaz biçimde.

 

Gerçekten de duygusu yok muydu -gözlerini görebilsem belki var diyebilirdim- ya da duygularını unutmuş muydu, anlayamadım. Hızlıca yuttuğu lokmalarının ardından kolasını bitirip ayağa kalktı ve masamızın yanında saygı gösteren bir beden diliyle teşekkür etti. Ama onu öyle kolay salmayacaktık. Beklenmedik bir biçimde meze olmuştu. Sabırla, sorduğumuz tüm sorulara yanıt verdi. Yıkanmak için Lara’da denize girdiğini, uyumak için neresi uygunsa orayı seçtiğini, yazın kolay olduğunu ama kışın mutlaka bir kapalı yer gerektiğini, sigarayı bıraktığını, kimliği olmadığını ama numarasını bildiğini ve daha neler geliyorsa aklımıza günlük yaşamıyla ilgili her şeyi anlattı Vedat. Arada bir, attığı jiletlerin haritaya çevirdiği kollarını arkasına götürerek özeline ait geçmişini gizlemeye çalışıyordu. Yurttayken annesini bulmuş ve kendi öyküsünün ayrıntılarını öğrenmişti. Babası, annesini genç bir kızken kaçırıp tecavüz etmiş, ardından da evlenmeyi kabul edip hapisten kurtulmuştu. Tam da evlenecekken ortadan kaybolmuş, annesi de onu doğurduktan sonra Çocuk Esirgeme Kurumuna bırakmıştı. On sekiz yaşını doldurunca yurttan atılmış, sokaklarla iyice arkadaş olmuştu Vedat. Hırsızlıktan sabıkası vardı ve bu yüzden iş bulamıyordu ona göre. Oysa çalışmak niyetinde değildi Vedat; bir kez başkaları onu harcamıştı, kendisi bunu neden yapmasındı?

 

Gerçekten babanı tanımıyor musun diye sorduğumda; “Yo en azından bir ipucum var, ortalarda pek görünmese de kendisi bir kaptan, Finikeli.”

 

 

Üçüncü Deniz

Truva savaşından dönen bir geminin tayfası ve askerleri, Truvalı Helen’in bacak arasını görüp görmediklerini hiçbir tarih kitabı yazmasa da, ömürlerinin sonuna değin çok güzel, kıllı bir am gördüklerini ballandıra ballandıra anlatmanın hesaplarını yapıyordu. Gemi Gelidonya Kayalıklarına çarpıp battı. Kurtulanlar, daha doğrusu o fırtınada yüzmeyi becerenler karaya çıkıp doğuya doğru yürümeye başladılar. Phaselos’a geldiklerinde, yani fasulye yarımadasına geldiklerinde bir çobanla karşılaştılar. Çoban onlara gereken saygıyı gösterse de burasının onun toprağı olduğunu açık bir dille anlatıp dilediklerince kalabileceklerini ama zamanı geldiğinde de gitmeleri gerektiğini dikkatlice vurguladı. Komutan Lindius da, Kaptan da üç tane liman yapılabilecek koyu bir arada görünce arazinin bu çobandan alınması gerektiğini anladılar. Ancak gemi enkazından sadece hayatta kalabilmelerini sağlayacak yiyeceği kurtarabilmişler kalan her şey Akdeniz’in sularına bir adak olarak sunulmuştu. Ölenler dahil. Kaptan Komutanın yanına giderek, sessizce “Sen bana bırak” dedi. Birinci limanın karşısında kamp kurdular ve ilk gece çobanı, kalan yiyeceklerini paylaştıkları bir yemeğe davet etti Kaptan. Çobanı nasıl kandırabilirim hesaplarını kafasında kurmuş ancak ona verecek değerli bir şeyi olmadığından onun ilgisini çekebilecek bir şeyler yaratmaya çalışıyordu. Birinci gece mısır unundan yaptıkları bir ekmeği ve çorbayı paylaştılar. Evet, sefildiler ve Kaptan bu sefaleti özellikle öne çıkarıp çobanda bir acıma duygusu yaratmaya çalışıyordu. Çoban Cylabras mısır çorbasını ve ekmeğini sevmemişti ve ertesi akşam bu sefaletin altında kalmamak için kestiği bir oğlağı ateşte çevirerek yanıt verdi. Üçüncü gece Kaptan attığı kancanın yeterince sağlam bir yere tutunduğundan emin olarak adamlarından ayrı bir noktada ateş yaktırdı. Komutan Lindius ve çobanı akşam yemeğinde yalnız bırakmak niyetindeydi. Son hamle Komutan Lindius’ undu. İkisi de kıçlarını koyacak büyükçe kayaları ateşin etrafına yerleştirdikten sonra komutan gruba dönüp; “Kenani** Kaptan nerede kaldı bizim balıklar” diye seslendi. Kaptan soyunu tanımlayan bu seslenişi hakaret saysa da hemen geleceğini söyleyerek öfkesini sonraya sakladı. Ateşte biraz ısıttığı kurutulmuş balığın kılçıklarını ayıkladı ve büyükçe bir incir yaprağının üzerine biraz turunç suyu ve çobanın hediye ettiği bir testi zeytinyağından biraz gezdirerek önce çobanın eline sonra da Komutan Lindius’a verdi. Yanlarından ayrılmadan önce çobana dönüp; “Bu balıklar Akdeniz’in en ünlü balıkçısından geldi; Lambousa’lı Adenna’dan, bir daha bu tadı ne zaman yakalarsın tanrılar bilir” dedi bilgiççe.

 

Gecenin sonunda çoban, başlangıçta üç ve her yıl en az üç olmak üzere kurutulmuş balık karşılığında Phaselis’i Komutan Lindius’a sattı ve sürüsünü alıp başka bir koya gitti. Kaptan, çoban sürüsüyle uzaklaşırken Komutanın kulağına eğilip; “ Ben Kenani olabilirim, ama sen Fenikeli diyeceksin” dedi.

 

Dördüncü Deniz

 

Likyalı kahinlerin ününü duymayan kalmasa da o gece düşünde gördüğü ağzı köpüklü al atları ve karısının üzerine abanmış Fenikeli Kaptanı açıklayacak bir tane bile bulamamıştı. Tüm bu sıkıntıları kafasında taşırken Telmessos çarşısının –hani süslü olmak adına agorasının- hemen bitişiğindeki genel tuvaletlerde çişini yaparken asıl sorunuyla karşılaştı; kan işemeye başlamıştı.  Geri dönüp aynı kahinleri teker teker yeniden dolaştı, sonuç aynıydı bir hekime gitmeliydi. Bütün kahinler aynı zamanda birer hekim olduğundan hastanın durumunu bu kez tıbbi olarak değerlendirip yeni bir sonuca vardılar; tabi hekimlik ücretlerini alarak. Hastanın Tenedos şarabı içmesi gerekliydi. Bunu bulacak adamı bulmak epey zaman aldı. Kimsede Tenedos şarabı yoktu ve gelecekte kimse de Tenedos’a gitmeye niyetli değildi. Limandaki her kaptan kuzeye gitmenin bu mevsimde zor olduğunu ancak ve ancak sonbaharda gidilebileceğini söylüyordu; biri hariç. Fenikeli Kaptan ben giderim dedi ancak ücretini peşin istiyordu. Likyalı tacir her ne kadar kan işese de parasını kaptırmak niyetinde değildi; bir anlaşma yolu buluruz dedi. Ve sonunda kaptan güvence olarak Likyalı tacirin karısını yanına almayı kabul edip yola çıktı. En az yedi çocuk doğurmuş kadın, bir yandan kocasının ölebileceğini hesaplayarak ve ondan kalacakların hevesiyle tombul bedenine aldırmadan bir ceylan gibi gemiye atlayıvermişti. Likyalı tacir de, kaptanın bu görüntüsüyle karısına bir zarar veremeyeceğini düşünüyordu. Halikarnasos’a geldiklerinde kaptan, günlerce üzerinden inmediği kadını bir köle pazarında sattı.

 

Beşinci Deniz

 

Burası Bodrum, burada yaşananlar burada kalır.

 

Altıncı Deniz

 

-Hangimiz diğerinin ölümüne tanıklık edecek?

-Bilmem; sence hangimiz?

 

Smyrnalı Teseus kardeşler elleri arkalarından gemi direğine sıkıca bağlanmış, limana vardıklarında başlarına gelecekleri kestirmeye çalışıyorlardı.

İmbatın taşıdığı serinliği iyice içine çekip, kalan ömründen bir nefes daha verdi büyük Teseus. Fenike Gemisi, imbatla şişirdiği iki yelkeni sayesinde Smyrna Körfezine girdi ve limana doğru ilerledi. Saatler sonra limana vardıklarında güneş batmıştı ama havanın alacakaranlığı halen sürüyordu. Limana yanaşıp palamara bağlandıktan sonra Kaptan ve tayfalar sırasıyla geminin kıçındaki Küçük Çekiç Tanrısı “Puam”ın önünde saygıyla eğildiler ve bazı adaklar koydular önüne. Kaptan bir testi şarap getirtip önce kendisi bir yudum aldı sonra biraz da Puam’ın önüne döktü; birazını da denize. “Tanrılar yoldaşımız olsun” deyip ayini bitirdi.

 

Gemide yeterince muhafız bırakıp –kürek mahkumu köleler kaçma girişiminde bulunmasınlar diye- Smyrnalı kardeşleri de yanlarına aldılar ve limanın en ünlü meyhanesinin yoluna düştüler.

 

Limandan kentin agorasına kadar bütün yollar taş döşenmiş, yol boyu türlü türlü malların saklandığı depolar yapılmıştı. Kentin zenginliğini bu denli açık anlatan yapılar karşısında Fenikeli Kaptan, kardeşler için alacağı fidyenin her adımda daha da arttığını hissedebiliyordu.

 

“Phoiniks”in yani “Kızılkuş” ya da başka bir anlamıyla “Anka Kuşu” meyhanesinin sahibi; karısı arada bir yakışıklı denizcilerle para karşılığı yatsa da onu seviyor ve böyle bir mekanda hayatta kaldığı için tanrılarına şükrediyordu. Tabii bunda beslediği üç fedainin de rolü vardı ama sonuçta bir gün onlar da kendisinin ölümünü isteyebilirdi. Hoş, karısı onlarla da eğlenceli zamanlar geçirmeyi kendisi için uygun görmüştü, ne gibi bir zararı olabilirdi ki?

 

Meyhaneye vardıklarında Smyrnalı kardeşleri birbirine bağlı olarak meyhanenin ortasında ayağa diktiler ve masalara dağılıp günlerce özlemini çektikleri şaraplarını içmeye daldılar; Kaptan hariç. Meyhanecinin karısını gözüne kestirmiş ve ondan yararlanmanın yolunu ararken genç ve güzel kadın bu ilgiyi bir anda paraya çevirmenin hesabını yaparak seğirtiverdi Kaptanın yanına. Kaptan kadının kulağına eğilip “Teseus’u bul bana” dedi. Ardından, Yunanlı, Romalı, Lidyalı, Sardesli, Karialı ve daha nice yerden gelmiş birbirinden azgın ve yabani denizci topluluğuna dönerek; “Bu iki salak Halikarnassos açıklarında gemileriyle bana saldırdılar, elbette yenebilecek güçleri vardı ama Tanrılar bizden yanaydı diyelim, mürettebatları öldü ve ben gemilerini batırdım. Şimdi babalarını arıyorum bakalım onları kaça satın alacak.” Koca bir kahkaha gürültüsü yükseldi meyhaneden.

 

Bir süre sonra meyhaneye gelen baba Teseus ortada ayakta dikilen oğullarına bakıp; “Aptallar” dedi ve ikisine de sağlam birer tokat attıktan sonra Fenikeli Kaptana döndü ”Kaç para istiyorsun?” diye sordu. Kaptan böylesine kısa bir pazarlık beklemediğinden; “Sence kaç para ediyorlarsa, onu” diyerek kestirme bir yanıt verdi. Baba Teseus tuniğinin altında beline sardığı keseden bir gümüş sikke çıkarıp yere attı; “Bu kadar.”

 

Kaptan bıçağını çekti ve büyük oğlanı kalbinden bıçakladı.  Herkesin şaşkınlıkla izlediği bu anın ardından küçük oğlan kendisinden beklenmeyen güçlü bir kahkaha attı ve “Ben kazandım, ben kazandım!” diye bağırdı. Tam o anda Fenikeli tayfa babanın elini kolunu bağlayıp beline sardığı keseleri Kaptana verdiler. Kaptan paraya bakıp bu da olur anlamında başını salladı ve denizciler hep bir anda toplanıp meyhaneden çıktılar. Ancak gemiye çıkarken farkına vardılar aralarındaki yabancının; meyhanecinin karısı. O kargaşada Kaptanın koluna yapışmış, onunla birlikte gemiye kadar gelmişti. Phoiniks’teki hiç kimse onun yokluğunu anlamadı. Gemilerine binip açıldılar ve Smyrna Körfezini çıkarken Kaptan işbirliği yaptığı kadını öldürüp denize attı.

 

Yedinci Deniz

 

Salacak’ta salaş bir lokantada buluştuk. Masanın üzerinde insanın dirseklerini ve kollarını masaya yapıştıran kirli, eski bir muşamba örtü vardı. Başının üzerinde dolaşan arsız karasineği bir eliyle uzaklaştırmaya çalışırken diğer eliyle gözlerini saklayan güneş gözlüğünü düzeltti.

 

“Boşanmak istiyorum Erhan.”

 

Yedi rakamının "Y" harfi ile ilişkisi gibiydi bizimkisi, ilk bakışta anlaşılamayan. Bu da o bunalımlı, nevrotik çıkışlarından biriydi sanırım. Yüz üç gündür görüşmemiş, konuşmamıştık. Bazen ölümüne söylenecek şeyler bulur, sözcüklerin şah damarına acımasızca basardı.

 

- Neden?

 

- Artık sana sevgim kalmadı, saygım da kalmadı, bırak gideyim. Seni görmek istemiyorum, senden kurtulmak için ölmek bile istedim ama olmuyor. Ölmeye çalışmak da en az hayatta kalmaya çalışmak kadar zor.

 

- Bana kızmış olabilirsin, bana küsmüş de olabilirsin. Birinci olarak nedenini bilmek isterim, ikincisi kendimi bağışlatmak için ne yapmam gerektiğini bilmek isterim ve en önemlisi benim seni sevdiğimi bilmeni isterim.

 

- Bırak yolculuğuma gideyim; dönüşünü düşünmediğim ve sahibi olduğumu sandığım şeylerin esaretinden kurtuluş yolculuğu bu; sen geri dönmek ister miydin? Ben bir köleyim; özgürlüğümün kölesi. Yani bu öyle bildiğin, sıradan bir şey değil, anlayamazsın.

 

- Bunca yıl sonra mı, on yedi yıl oldu evleneli, yedi yıl da öncesi var, üstelik iki de çocuk; neden?

 

- Bu çocuklar senden değil!

 

Kocaman ve bir o kadar da sessiz bir çınlamaya dönmüştüm. Hangi kulaklarda gezindiğimi bilmiyorum. Birileri beni duydu mu acaba? Bir kez daha kırılmıştı bütün canlarım. Hangi yanım topal kalmıştı onun karşısında?

 

Umutsuzca masadan kalktı, yolun karşısına, Kız Kulesinin hemen yanındaki kayalara doğru gitti.

 

Yıllarca içinde biriktirdiği martıya dönüştü tam yüreğinin ortasından başlayarak… Bembeyaz… Gururlu kanatlarını açıp, Marmara’nın ortasında onun için gelen lodosuna doğru kanat çırptı. Karşılaştıklarında, lodos kanatlarını griye çaldı martının, biraz da uçlarından siyaha; martı da lodosun yüreğini beyaza. Kucaklaştılar… Gri bulutların arasında bir gemi direğini belli belirsiz yalpalarken gördüm bir an ve sonra gözden kayboldu.

 

Artık geri dönmeyecek.

Biliyorum.

 

*Lambousa; Kıbrıs’ın kuzeyinde bir kıyı şehri

**Kenani; İbranice ve Sami dillerinde “Tüccar”; Fenikelilerin kendilerine verdikleri ad

 

Erhan Sertbaş

Ağustos 2016 Antalya