16 Haziran 2016 Perşembe

''I Don't have dreams, I have goals '' / Didem Aydın

İYİ BİR MODA TASARIMCISI NASIL OLMALI?

Moda dünyasının içinde yer edinebilmek, aslında dışarıdan görüldüğü kadar kolay değil. Bu büyülü kapıdan içeri girebilmek için öncelikle azim, sabır, ciddi bir eğitim, yetenek, büyük bir tutku gerekiyor. Yani hiçbir şey gözüktüğü kadar kolay değil. Hayaliniz, aşkınız, yolunuz moda ise o zaman sorularınızın cevabını öğrenmekle ilk adımı atabilirsiniz.

Öncelikle bu rüyalar ülkesine doğru çıkılan yolculuğun uzun ve zor olduğunu bilmeli, zaman zaman bu yolda kabusların da size eşlik edeceğini unutmamalı ve buna hazır olmalısınız. Ben bu yolculuğa her zaman istediklerimin, aradıklarımın farklı oluşuyla  mağazaya ilk girdiğimde her yeri arayıp tarasam da istediklerimi bulamadığımdaki hislerimle beğenmeyerek, beğendiğim kumaşları, istediğim tasarımları hayal ederek karar verdim. Kendi markamı oluştururken, tasarım bilgim yanında piyasada öne çıkaran güçlü bir yaratıcı zekaya sahip olmam oldu. Eğer yaratıcı bir yeteneğiniz varsa ve güçlü bir tasarım bilgisine sahipseniz işte o zaman kombinasyon tamamlanmış demektir .Zirveye bu yolla çıktığımı çoğunuz duymuşsunuzdur. İyi bir tasarımcının denge ve oran duygusunun gelişmiş olması gerekir. İster eğitimli ister alaylı olsun, moda kariyerinde gerçek bir başarı yakalamak için, gerekli temel becerilere sahip olmak gerekir.


“Güçlü  Bir Yaratıcılığa Sahip Olun”

Tasarımcılar için sahip olunması gereken en önemli yeteneklerden birisi güçlü çizim becerisidir. Tasarımcı ressam değildir, ama tasarımını yaptığı kıyafetin detaylarını anlatabilecek ve kendinden sonraki kadroları doğru yönlendirecek kadar çizim tekniğini bilmesi gerekir. Temel çizimlerin dışında tüm detayları takip edebilecek güçlü bir göze sahip olmak çok önemlidir. Çünkü tasarımları benzersiz kılan detaylarıdır. İyi bir tasarımcı renklerin dünyasını iyi tanımalı, hangi renkleri birbiri ile kombinleyeceğini bilmeli, kumaşların oluşum şekillerini, sınıflandırılmalarını, birbirinden ayıran özellikleri, hatta kalite kontrolü dahil her detayına hakim olmalıdır. Tasarladığı ürünün hangi kumaşta nasıl bir sonuç vereceğini önceden hayal edebilmeli,  gelişen teknoloji ile beraber değişen kumaş endüstrisini yakından takip etmelidir. Kumaş seçmek, bu yola girmeden önce en zevk alacağım en heyecan duyduğum kısımdı içimde. Gelin görün ki dışardan aynı gözüken aynı desenlerde ki iki kumaşta bile dağlar kadar fark var. Her şey dokunup ele alana kadar. Ayrıca dikiş bilmeyen birisinin hayal ettiği şeyleri hayata geçirmesi çok zordur. Zira, her şeyin bir kalıbı, kalıpların da püf noktaları vardır. Hayal edersiniz, kalıba döker, keser ve dikersiniz. İyi modacı olmak için biraz değil en detayına kadar dikişi ve tekniklerini bilmek gerekir. Modelist sizi anlamadığında hayalinizi kalıba dökebilmeli, makineciniz uygulamak istediğiniz bir şeye yapılamaz dediğinde, makinaya oturup nasıl olacağını gösterebilmelisiniz. Kısacası piyasa tabiri ile iyi bir tasarımcının  atölyenin tozunu yutması  beyninde kurguladığı andan modelin askılandığı ana kadar her adımına hakim olması gerekir. Moda tasarımcıları hep diğer insanlardan bir adım önde olmak mecburiyetindedir. Bunu yapmak için de güncel moda olaylarını ve diğer tasarımcıların yaptıklarını sıkı sıkıya takip etmek gerekir, gelişen dünya şartlarına ve trendlere hızla adapte olunmalı, teknoloji kesintisiz takip edilmelidir. Tasarımla ilgili Adobe Photoshop, Illustrator, Excel gibi  CAD-tipi  yazılım programlarına hakim olmak günümüzde moda tasarımcıları için hayati önem taşır. Başlarda benim de bu alanda çok zorlandığım doğrudur. Genel olarak bu piyasada  rekabetin  çok sert olduğunu unutmamak gerekir. Ama bu rekabet, yeni tasarımların oluşmasında büyük bir motivasyon sağlayacak ve yeni fikirler konusunda sizi teşvik edecektir. Eğer ki siz de benim gibi bu işi yapıyor veya yapmak istiyorsanız eleştiriye açık olmanız çok önemli. Çünkü tasarım zevke ve beğeniye dayanan bir iş ve bu tür işlerde eleştiri kaçınılmaz bir sonuç. Bu harika söz de gölgemizdekilere gelsin. Sevgiler

 “ Büyük insanlar, kendilerine atılan eleştiri taşlarından heykeller dikenlerdir.”

Ya Kirazlar Olmasaydı? / Firkan Gülaydın




 Sarı dalgalı saçlarını savurarak, iri kahverengi gözlerini üzerime dikti. Bir süre sessizlik oldu. Aslında bu sürecin ardından hangi cümlelerin içimi deşeceğini biliyordum ama yine de o zerre kadar ihtimale sığınmıştım.

Ayağa kalktı, yüzünü Kaçkar dağlarının sonsuzluğuna çevirerek. ‘’Neden bizde diğer insanlar gibi yaşamıyoruz, bende herkes gibi gerçek arkadaşlar edinmek istiyorum.’’ Dedi.

Eliz on dört yaşına basmıştı artık. Hem ergenliğin ve büyümenin verdiği araştırmacı, meraklı ruh hali, hem de internet sayesinde küçük çiftliğimizin dışında ki hayatları inceliyor, büyük şehirleri merak ediyordu. Dokuz yıldır her Perşembe indiğimiz ilçedeki tanıdık simalar ve ara sıra bana bahçe işlerim ve ahırdaki tamiratlar için yardıma gelen Avni’nin dışında kimseyi görmemişti.

Kaçkar dağlarına yakın pek kimselerin uğramadığı, orman arazisi olan bir yerdi. Bin bir zahmet ile orman işletmesinin yangın gözetleme kulesinde bekçilik işini almıştım. Günde üç kez telsiz ile uyarı yapıyor arada devriyeye çıkıyordum, hepsi bu.

Avukatlık mesleğimi yarıda bırakıp burada ki dağlarda yaşamaya karar verdiğim için pek çok kişi tarafından delirmiş damgası yemiştim.

İstanbul’da hareketli bir hayatımız vardı. Eliz’in doğumundan sonra eşim Julia ile sanki ikinci baharımızı yaşıyorduk. Julia ile Sicilya adasına yaptığım bir turda tanışmıştık. Daha sonra iki yıl süren flört dönemizin ardından evlendik.

Yeryüzünün en mutlu insanı bendim. Güzel bir eşim ve sıkıcıda olsa iyi para kazandıran bir işim vardı. İstanbul’un kalabalığı içinde, haritanın bir köşesinde bizde kendimize bir yer bulmuş yaşıyorduk.

Sonra güzeller güzeli, huzur kokulu kızım Dünya’ya geldi. Gözlerinin kahverengi tonu ve saçlarını Julia’dan almıştı. Hamileliğinde Tanrı’ya dua etmiştim. Annesine benzeyen bir kız olsun diye. Nitekim Tanrı sesimi duymuştu.

Yokluk

Bir Eylül akşamı kızımızı kreşten almaya giderken Julia’ya iki kapkaçcı saldırmıştı. Motor üstündeydiler ve zavallı eşimin çantası boynuna dolanmıştı ve metrelerce sürüklenerek can verdi...

O andan sonra yaşamımda kocaman bir – boşluk – olmuştu.

Ve Julia’nın yokluğu.

Tüm yolculuklarımda bavula ilk önce onun yokluğunu koyuyordum. Yokluğu ile kabalıklaşıyordum.

Birkaç ay kızımı hiç görmedim. Teyzesinin yanına Floransa’ya göndermiştik. Bende berbat bir haldeydim. Sürekli içiyor, sahilde yürüyor sonra tekrar içiyordum...

Moda sahilinde her zamanki akşam yürüyüşlerimden birine çıkmıştım. Deniz’den çok insanları izliyordum. Birbirine sarılan ve hiç ayrılmayacaklarını söyleyen yalancı aşıklar, pamuk şeker satıcısı, gitar çalıp eğlenen gençler... Benimse eve döndüğümde güzel bir intihar planım vardı.

Minik bir kız dikkatimi çekti, ıslak ayakkabıları, kirli bir yüzü vardı. Ama eşsiz güzelliğe sahip gözleri inci gibi parlıyordu. Kağıt toplayan babasına yardım ediyordu. Minicik elleri ile topladığı pet şişeleri bezden arabanın içine atıyordu. Babası ile şakalaşıyor ve tüm sahile kusursuz tebessümler saçıyordu.

Hemen yanlarına fırladım. Güzel kızın adı Kiraz’dı babası Mustafa. ‘’ Ne güzel eğleniyorsunuz, sizi izliyordum dikkatimi çektiniz. Zor değil mi yaptığınız iş.’’ Diye sordum. Sağ eli ile terini silen Mustafa kaldırımın üzerine oturdu. Kızı Kiraz’ı kucağına aldı. ‘’ Her iş zor be abi, şu yavru ile dört yıldır yalnızız, anası başka bir adama kaçıp gitti. Beni ayakta tutan kızım oldu. Bana güç oldu.’’ Dedi. O an minik Kiraz gözlerimin içine bakıyordu. Gözlerinde, yüz hatlarında kızımı gördüm.

Bu yaşamın bana verdiği mesajdan başka hiç bir şey değildi. Yeryüzü ve kızım bana mesaj veriyordu.

Ayağa kalkmalı ve ona tekrar sarılmalıydım. Ama bu kirli Dünya’ya bir kurban daha veremezdim.

Ertesi gün sabah uçağı ile gidip Eliz’i aldım.

Şimdi ; Kaçkar yaylalarında yaşıyor olmamızın ve onu dış Dünya’dan bu denli koruyor olmamın kısa hikayesi böyleydi işte.

Tüm ihtiyaçlarını karşıladım onun. Okuma yazmayı öğrettim. İnternetten mektup arkadaşlığı ve özel dersler sayesinde şuanda İngilizce ve İspanyolcayı rahatlıkla konuşabiliyor. Büyüdüğünde bu duvarları aşıp gitmesi tek korkum. Ama en azından bu tek kişilik yangın kulesi olmasa bile minik huzurlu bir sahil kasabasına yerleşebilir umudunu taşıyorum hep.

Bazen ona haksızlık ettiğimi, huzurlu, yeşil, hayvanların olduğu bir – cennet hapishanesi -  yarattığımı düşünüyordum. Bu nedenle onun için bir yaz planı yapmıştım. Londra’ya gidecektik.

Julia ile en güzel zamanlarımız orada geçmişti. Her gün bir müze geziyorduk. Böylelikle onun varlığınıda yanımızda hissetmiş olacaktık. Victoria & Albert, British, Warm, National Galery, National History Müzelerinin her köşesinde güzel hikayelerimiz vardı.

 
Eliz’i kalabalıklardan uzak tutma isteyim bazen bir zorba gibi hissetmeme neden oluyordu.

Az sonra dağlara bakan Eliz soruyu yineledi,

Neden bizde diğer insanlar gibi yaşamıyoruz, bende herkes gibi gerçek arkadaşlar edinmek istiyorum.

Bu sert çıkışları tıpkı annesine benziyordu. Ayağa kalktım. Kızımın yanına doğru gittim ve elimi karşı da uçurumun başlangıcında olan yeşilliğe doğru uzattım ve ‘’ Orada bir kiraz ağacı var. O kirazlar olgunlaştığında sana tüm her şeyi anlatacağım’’ dedim. Eliz hiç bir şey anlamadı ama sorularına cevap alacak olmanın verdiği mutluluk ile boynuma sarıldı ve hemen sağ tarafta kardeşleri ile oynayan adını beyaz rüya koyduğu yavru keçisine koştu. Ona sarılıp öpüyor sevinç çığlıkları atıyordu.

 
Bir kaç gün sonra devriyeden döndüğüm bir akşam üzeri Eliz elinde bir ajanda ile beni bekliyordu. Avluda mumlar yakılmış, fotoğraf makinası çantadan çıkmış ve çiçekler sulanmıştı. Bunlar onun mutlu olduğunun belirtileriydi. Yavaşça taş merdivenleri çıktım. Elindeki ajandanın benim sakladığım, yakmayı çok istediğim ama kıyamadığım şiir defterim olduğunu fark ettim.

Eliz şımarık tavırlarıyla; gel baba otur, öncelikle çok özür dilerim vereceğin tüm cezalara razıyım ama lütfen kızma, dedi.  Kızamazdım ki zaten. O an yüreğimden midemin üzerine doğru inen bir sızı hissettim sadece ve derin bir acı.

Neden anneme şiir yazdığını daha önce söylemedin, dedi. Sustum. Nasıl söyleyebilirdim ki. Acılarımı her gün, her an nasıl tazeleyebilirdim?

Çok geçmeden ajandayı açtı ve en çok bunu beğendim babacım, diyerek okumaya başladı.

 
SENİ YAZMAYI DENEMEK

Seni yaşamak, hayallerin hiç bitmeyeceğini hayal bile edememektir,
Okyanusun dibine dalıp saatler sonra oksijene kavuşmak gibi paha biçilmez…

Sana bakmak, hep görüş alanında aşkı görebilmektir, inancı hissetmek,
Her saniye yeniden heyecanlanmak, meraklanmak…

Sana dokunmak,
yüzyıllar öncesinden kalma bir fosili toprak altından çıkarmak gibi,
Narin, dikkatli, ellerim titreyerek ve usulca…

Seninle olmak, yeryüzünün tüm teorilerini yıkmak gibi,
Koşulsuz, kuralsız, zamansız…

Sana kavuşmak,
Karmaşıklığın ortasında bir mucizeyi keşfetmek gibi, büyülü ve destansı…

Seni öpmek,
yaşamdaki tüm kırgınlıkları, yorgunlukları bir çırpıda yok etmek ve
Sonsuz bir enerjiyle yeniden doğmak gibi bir şey…

Sana inanmak, avuçlarımı hiç kapatmadan gökyüzüne açmak kadar derin,
Gökkuşağının sekizinci rengini görebilmek kadar aykırı.

Seni sevmek sevgilim, sevebilmek;
Yeryüzünden taşıp seni kusursuzca inşa eden Tanrıya varmak gibi bir şey…

Ve seni yazmayı denemek, buna cüret etmek, seni kelimelerle ifade etmeye çalışmak bu güne dek yapılmış en büyük ahmaklıktır…

Cesaretimi bağışla sevgilim,

Bundan sonra boğazıma düğümlenen tüm cümlelerim sana 'ifadesiz...'

 

Ağlamaya başladım. Eliz gözyaşlarımı silerek, üzülme baba dedi. O hep bizimle. Ben hissediyorum.

Hem ben bu şiiri internette paylaştım, iki bin beş yüz kişi okudu bile dedi, haylaz bir çocuk heyecanı ile.
Eliz haftalardır her gün gösterdiğim ağacın yanına gidiyor ve kirazların olup olmadığına bakıyordu.
Büyüdükçe daha asil bir kız olmaya başlamıştı. Atlara binişini izlerken film sahneleri izliyor hissine kapılıyordum. Fazlası ile merhametli biriydi.

 


Ve Kiraz olgunlaştı

Bir kaç hafta sonra sabahın ilk demlerinde haykırarak bahçe kapısını aralardı. Baba, babaaa, kirazlar olduuu ...

Vakit gelmişti. Eliz, ben ve köpeğimiz Darwin kiraz ağacının yanına geldik. Sarı saçlım çok heyecanlıydı onun bu heyecanını bir de köy kadınları ile hasat zamanı çay toplamaya gönderdiğimde görmüştüm. Güneş Eliz’in teninde parlıyordu. Sarıldım sıkıca ona ve karşı dağları gösterdim.

Şöyle dedim;

Bu dağlar bizim, bu doğanın ve hayvanların kalkanı, kızım.

Orayı aştığında sevgiler kusursuzluğunu yitirir. Tebessümler samimiyetini.

Çıkarsız ilişkiler bulamazsın. Gönülden kimse seni sofrasına davet etmez.

Kirli kaldırım taşları görürsün. İzmarit kokan sokaklardan geçip, çöp konteynırları arasından eve yürümek zorunda kalırsın iş çıkışı.

Trafikte birbirlerine öfke kusan zavallılar vardır.

Ve kurallar vardır hiçbir zaman anlam yükleyemeyeceğin.

Otobüs şoförü ile konuşmanın yasak, ancak dolmuş şöförlerinin trafikte kasiyerlik yapabilmesi kadar saçma.

Yeryüzüne tuhaf sınırlar çizilmiş. Önce bu sınırlar ile ayırırlar insanları. Amaçları, tek amaçları – yaşamak – olan biz insanları.

Sonra bu sınırların içinde, görünmeyen başka sınırlar daha çizerler. Din sınırları, kültür sınırları, ve bu dinleri de kendi içinde sınırlandırırlar, mezhep sınırları.

Yani kızım Tanrı’nın bize sunduğu bu harika gezegenin içine etmek için yarışırlar.

Bu yarış için tonlarca para harcarlar. Mitingler yaparlar böğürerek. Seçim önceleri sana kul sonra karşında ağa olurlar.

Savaşlar yaparlar. Her biri farklı sebep ama aynı amaçla. Evsiz kalır insanlar.

Bir sosyete denize karşı iki kadeh şarap içebilsin diye, ormanları yakarlar. Hayvanları da evinden ederler.

Cinayetler işlenir her gün. Beden cinayetleri, ruh cinayetleri.

Dünya’nın bir yanı açlıktan ölürken bir yanında çöpe atılır binlerce yemek.

İşte ben anneni, canımın diğer yarısını o Dünya’ya kurban ettim.

Şimdi senide vermeye hiç niyetim yok. Bu nedenle biz bu kırlardayız.

Bunun için en iyi arkadaşın keçiler, çiçekler.

Ve ben bunun için seninle beraber burada bir yaşam kurdum.

Uzunca bir sessizlikten sonra bana döndü kahverengi gözlüm. Sana haklızlık ettim babacım. Haklısın oradaki hayat belki anlattığında da berbat, dedi. Elleriyle yüzümü okşayarak.

Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Eve dönüş için ayağa kalktık.

Peki babacım dedi, Eliz.

Neden tüm bunları anlatmak için kirazların olgunlaşmasını bekledin.

Derin bir iç çektim.

Yıllar önce moda sahilindeki minik kızın gözleri belirdi gözümün önünde.

Kiraz olmasaydı, ben olmazdım. Yaşama gücüm olamazdı, dedim usulca.

Ay ışığı ormanın tenine dokunmaya başladığında yavaş adımlar ile evin yolunu tuttuk el ele...

Yemek Sanat Olabilir Mi? / Huma Kabakcı



Gastronomi dediğimizde kültür ve yemek arasındaki ilişkiyi inceleyen bir disiplin olduğunu görebiliriz. 1801’de ilk defa yazar Joseph Berchoux tarafından kullanılan bu terim, Yunanca mide ile ilgili "Gastro" ve kanun, kural anlamındaki "Nomos" kelimesinden türeyen "Nomy" kelimelerinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Böylece yemek sadece yaşamamız için bir unsur değil de başka bir boyuta taşınmıştır.  Peki ya yemek ve gastronomi sanatla birleşince aklınıza neler geliyor? Yemek ve sanatın benzerlikleri nelerdir? İkisi bir araya geldiğinde nasıl bir sonuç ortaya çıkıyor?
 

Andy Warhol. Campbell’s Çorba kutuları, 1962. 32 tuvale sentetik boya, her tuval:20 x 16″ (50.8 x 40.6 cm).

©2015 Andy Warhol Vakfı /ARS, NY/TM Campbell’s Soup Co. izinli. 

 

 
Gıda ve içecek tarih boyunca sanat akımlarında önemli rol oynamışlardır: ikisinin de birbirinden farklı malzemelerde kullanıldığını görebiliriz. Hiç akla gelmeyen formlarda bile gıdanın kişisel, ve geniş kültürel belleklerde, çeşitli politikalarda ve duygusal tepkilerimizde yer aldığını görebiliriz.  Yiyecek ve içecekler akıl, duygu ve hislerimizi kuvvetlendirmek için sanat üretimine ödünç verirler. Son yüzyılda en ikonik natür-mort resimlerinden bir tanesi ise Andy Warhol’un ‘Campbell’in Çorba Kutuları’ (1962) eserleridir. 32 bireysel tuval ‘den oluşan bu seri,  kavramsal sanatsal sürecinde önemli bir yer taşımaktadır. 

 
20. yüzyılın başından bu yana birçok sanatçı yemeği bir malzeme olarak sanatlarında sosyo-politik, kimlik meselesinde, tarihsel veya birçok bağlamda kullanmıştır. Peki resim, heykel, video, enstalasyon, fotoğraf gibi materyallerin ifade edemediği neyi temsil ediyor yemek? 1960’lı yılların başında kavramsal sanatın doğuşuyla birlikte  sanatçılar, bir resim veya heykel yapmak üzere yola koyulup bu amaca yönelik fikirler üretmek yerine geleneksel gereçlerin ve biçimlerin ötesinde düşünüp fikirlerini uygun malzemeler ile ifade etme amacı güderler.

 

‘Nouveau Realisme’ akımının bir parçası olan 1930 Romanya doğumlu İsviçreli sanatçı Daniel Spoerri değişik objeleri, nesneleri ve yemek artıklarını bir masaya yapıştırıp derleyen en çok ‘tuzak resimleri’ (trap paintings) ile tanınmaktadır. Montaj resimlerini devam ettiren sanatçı 1963 yılında ise Fluxus akımında yer almaya başlamıştır. 1960 yılında ise Joseph Beuys ‘Fat Corners’  adlı enstalasyonunda bozulmaya bekletilen üst üste yığılmış domuz yağını sergilemiştir. Kısa bir süre içinde galeride çalışan temizlik ekibi yanlışlıkla Beuys’un eserini mahvederler. Carolee Schneemann ‘Meat Joy’ adlı performansını ise ilk defa 1964 yılında Paris’te vücutları et, balık, sosis, ve başka yemek artıklarıyla kaplı yarı çıplak dansçılarla gerçekleştirir. 1970 yılında performans sanatçısı Adrian Piper kıyafetlerini yumurta, süt, sirke ve yağdan olan bir karışıma ıslatıp giydikten sonra bir hafta boyunca New York sokaklarında halkın arasında gündelik hayatını sürdürür.
 

Daniel Spoerri, Nesir şiirler (1959-60). 

Kredi: Tate websitesi. 

 
 

1990 yıllarının başında ise sanatçı Felix Gonzalez-Torres ‘isimsiz’ adlı şekerlerden oluşan enstalasyonunu AIDS e kaybettiği partnerinin anısına oluşturmuştur.  Eseri görmeye gelen ziyaretçiler şeker almaya teşvik edilmektedir, böylece Torres’in partnerinin kilosu kadar olan şekerler yavaş yavaş azalır ve yok olur. 

 
 
 
 
 

Kara Walker: Incelik/ Muhteşem Şeker Bebek (enstelasyon), 10 Mayıs- 6 Temmuz 2014, Domino Şeker Fabrikası

Son zamanlarda çağdaş sanatta yemek hala kullanılan malzemelerden biridir. 2014 yılının baharına Creative Time Kara Walker tarafından yapılan ilk büyük ölçekli kamu projesini sundu. Brooklyn'in efsanevi Domino Şeker Fabrikası’nda yapılan devasa boyutta şeker kaplı sfenks, binanın köleliğe dayanan tarihiyle bir hesaplaşma niteliğindeydi.  Geçen 2016 yılının Mart ayında ise Art Dubai’nin bir parçası olan ve Delfina Sanat vakfı tarafından organize edilen ‘The Wedding Project’ (Düğün Projesi) gerçekleştirildi. Son iki seneden beri Delfina Vakfının gerçekleştirdiği ‘Politics of Food’ (Yemeğin Politikası) adlı program tarihi ve güncel konuları sorgulamak amaçlı sanatçıları, ünlü şefleri ve önde gelen bilim adamlarını bir araya getirdi. Art Dubai fuarında ise Delfina’nın geçmişte yapmış olduğu yemek performanslarından, ve yemek temalı etkinliklerinden bir seçki gösterildi. Katılımcılardan Sunoj D, Larissa Sansour, Candice Lin, Nile Sunset Annex, Hind Mezaina, Manal al Dowayan, Taus Makhacheva ve Matheus Rocha Pitta gibi sanatçılar da vardı.

 
Bu bütün saydığım örneklere dayanarak yemekle sanatın birleştiği noktada daha değerli ve farklı bir anlam kazandığını görebiliyoruz.

Kıskançlık Kıskacı / Handan Ergün Hoşrik



Bu kadar zor mu anlamak?” dedi;


 “Kalbim avuçlarının içinde ve sen sıktıkça ben ölüyorum!

 




 

Kıskanmak, hep sevmeye eş değer görülür. “Seven kıskanır” avuntusu biraz olsun tahammülü mümkün kılar. Sahip olmak, kendine ait hissetmek ve başkaları ile paylaşmak istememek doğurur bu duyguyu ve kaybetme korkusu tuz biber eker. 

 

İnsanlık tarihi kadar eski midir bilinmez; ancak Othello’nun ellerini, sevdiği kadının boynuna dolayandır o. Çünkü kaybedeceğine inananlar, sevildiğine güvenemeyenler iyice kuşatır etrafını sevdiğinin ya da sevdiğini sandığının... Sahip olmak ile sevmek karışır birbirine. Sahiplik galip gelir. İşte o zaman başlar itiş kakış... Yapmadığın şeyden, söylemediğin sözden şüphe eder olursun. Neredeydin, kiminleydin, neden güldün, neden gülmedin, neden baktın, neden çalıştın, neden annenle konuştun, neden onu giydin, neden bana hayır dedin? Uzar gider bu liste, ta ki seni soluksuz bırakıncaya kadar. Nefes almak zorlaştıkça itiraz etmeye, daha çok hayır demeye başlarsın. Bu kez de sevginle utandırır seni, “yoksa sen onu sevmiyor musun?” diye. İşte bu anda başlar kıskançlık sarmalı, sevildiğine inandığın ilişki seni boğazından sarar. Bazen gerçek bir el dolanır boynuna! Ya da sıkıştığını hissedersin aşkla atan kalbinin bu kez korkudan… Ne yapsan suçluluk duygusu, her çığlık isteğinde kendi elindir artık dolanan. Boynundaki bir ilmiktir artık sevilmek. Çekiştirmezsen acıtmaz, ancak sessizce daralır yine de… Sen ilmiği çözmezsen!

 


Dilerim ki hayatınızdaki kıskançlıklar tatlının içindeki bir çimdik tuz kadar olsun :)

 

Klnk Psikolog Handan Ergün Hoşrik

Bu Ayın Kitap Yorum ve Tavsiyeleri / Buket Konur



Sıradanlıktan sıkılanlara…

Modern insanın iç buhranlarına eşlik eden yabancılık duygusunu fark edip tanıdığı her yerde kendine sorduğu şudur; “Ben burada ne yapıyorum? Bu hayatın içinde ne arıyorum, yani birisi neden elimde dondurmayla cebimdeki madeni paranın şıngırtısını dinleyip rüzgârda uçuşan saçlara baktığımı açıklayabilir mi?” Hayat bir sinema filmidir ve jenerikler kimsenin umurunda değildir. Orada akan isimler patlamış mısırı lezzetli yapmaz ama birini kurtarabilir. Yan koltukta oturan, bir insan değil cevaptır. Kimse kendini kullanma kılavuzuyla takdim etmez.

Görkem Kızıldağ, modern insan için bir kullanma kılavuzu yazmış. Sürekli ve her yerde hissedilen o yabancılık duygusuna gözlerin üzerinizde olduğu anı ekleyin, tam olarak bu durumun tahliline girişmiş. Camus’nün ‘Sisifos Söyleni’ adlı yapıtıyla tartıştığı insanın tek ve gerçek meselesi olan ‘intihar’ı ele almış. İnsana, kendini bir belgesel izler gibi dışarıdan göstermek için köstebekleri ve antik Yunan tanrılarını kullandığı bu absürt eserle Kızıldağ, her gün yeniden başlamak için kendimize sunduğumuz bahanelerin antolojisini tutuyor.

 

Sayfa Sayısı: 96    Baskı Yılı: 2016     Dili: Türkçe      Yayınevi: Sola Yayınları
 
 
 

Mutsuz çocuklar ülkesinde miyiz?
Bilyelerimi ve topaçlarımı, güzel bir kumrunun kanadında saklamıştım.
Hatırlıyorum da yediğim taze simitlerin çocuksu tatlarını sol cebimde unutmuştum.
Düşerken sakladığım yaraları sağ cebime saralı çok olmuştu.
Platonik aşklarımı koymuştum utanmadan arka cebime ama öyle değilmiş, sığmazmış çocukluk ceplere...
Mutsuz çocuklar ülkesi kendi mutsuzluğundan ve anılarından beslenen bir nesil mi yarattı? Öyle ya da böyle bu kitap size bazı unuttuklarınızı hatırlatacaktır.
O yıllardaki bazı olayları romantik bir şekilde sunan Özgür Bacaksız hızlı bir şekilde çok satanlar listesinde yerini aldı. Okurken çok zevk alacağınıza inanıyorum.
“Acı zamanla geçer, acı çekmiş olmak geçmez…”
 
Sayfa Sayısı: 144   Baskı Yılı: 2016  Dili: Türkçe   Yayınevi: Destek Yayınları
 
 
 

Şarap, Yoga ve Farkındalık / Ayseli İzmen




Yine bir gün elimde bir kadeh kırmızı şarap, altımda gündelik hayatımın en büyük  parçası olan yoga taytım, İnstagramda resimlere bakıyorum, birden önüme yukarıda gördüğünüz resim çıktı. Daha önce bu karikatürü defalarca görmeme rağmen bu sefer sanki beynimde şimşekler çaktı; Acaba yoga, farkındalık ve şarap tadımı birbirleri ile bağlantılı olabilir miydi?

 

Yaklaşık bir iki saat farkındalığımı arttırarak geçmişe döndüm ve yaptığım meditasyonlar ve şarap tadımı arasında ki bağlantıya odaklandım. İki saat sonunda fark ettim ki, yoga ve meditasyon ile artan farkındalığım sayesinde, farklı şarap aromalarını kolaylıkla ayırt edebilmeye başlamıştım.

 

Benim için yoga sadece bir spor dalı değil, aynı zamanda zihnim için en gerekli terapi. Özellikle benim gibi devamlı düşünen, bir günde 100 aktivite yapmaya çalışan ve bir oraya, bir buraya koşturan herkes için en ideal spor. Her ne kadar yoga hayatıma 2010 yılında girmiş olsa da, farkındalık fenomeni ile 2014 yılında tanıştım. Katıldığım 6 haftalık farkındalık kursu hayatımı inanılmaz bir şekilde değiştirdi. “Mindfulness” yani “Farkında olma sanatı” bir çok insanın hayatını farklı yönde etkileyebilen bir meditasyon tekniği. Yoganın da en temel taşı.

 

Kısaca “Minfulness” anı yaşayabilmeyi ve andan keyif alabilmeyi öğreten bir yaşam stili. Gündelik yapılan küçük meditasyonlar farkındalığınızı arttırmanızı sağlıyor. Artan farkındalık sayesinde hayattan çok daha fazla keyif alabilmeyi öğreniyorsunuz. 

 

Peki bunların şarap tadımı ile ne alakası var?

 
Genelde şarap tadımı sırasında, burunda ve damakta hangi aromaların ön planda olduğu konuşulur.  Eğer şaraba karşı özel bir ilginiz varsa bu aromaları kolaylıkla ayırt edebilirsiniz. Ancak eğer yoksa, ilk söyleyeceğiniz cümlenin “Bu şarap kırmızı şarap kokuyor!”, olacağına eminim. J

 

Her şarabın kendine özgü bir aroma profili vardır. Örneğin bir kadeh kırmızı şarapta çilek, kiraz, yaban mersini, tarçın, vanilya, kakao, tütün vs. gibi aromalar bulabilirsiniz. Ne kadar çok tadım yaparsanız, burnunuzun o kadar gelişir. Bunun en büyük nedeni, yaptığınız her tadımda farkındalığınızı artıyor olmasıdır. Her şarap içişte hangi aromaların ön planda olduğunu  anlamaya çalışırsanız, çok kısa zamanda bir çok aromayı ayırt edebileceğinizi göreceksiniz. Tek yapmanız gereken, farkındalık ile kadehinizi yudumlamak. İşte bu kadar basit!

 

“Mindfulness” yani farkındalık egzersizleri çevremde ki güzellikleri daya iyi görmeme yardımcı oluyor. Hem yediğim yemekten daha fazla keyif alıyorum, hem de içtiğim şarabı artık daha iyi anlıyorum. Hayatı dolu dolu yaşamayı seven biri olarak, herkese bu yaşam stilini tavsiye ederim. 

Seni Öldürdüğümü Meleklere Söyleme Olurmu? / Erhan Sertbaş




Ülkü İşsever’in anısına...

Şimdi ben, hiç tanımadığım bu gururlu şehrin uykusuna sızıyorum usul usul. Sabaha az var. Sokak kedileri uyku sersemi. Limandaki martıları akşamdan kalma. Liman da liman hani, kocaman. Yanında bir tren istasyonu. İstasyonda azılı bir tren. Uyuyor. Sabahı bekliyoruz hep birlikte. Sessiz birkaç adam var peronlar arasında, fısıltılarla konuşuyorlar uyandırmamak için hiçbir şeyi. Gün de aynı sessizlikle aydınlanıyor limanın ardından. Fısıltılarla. Derken o sessiz adamlardan biri uyumakta olan lokomotifin kontağını çeviriyor. O koca makine, insan elinden çıkma o dev ejderha sanki kalbine bir bıçak saplanmış gibi canhıraş bir çığlıkla uyanırken, limanı, hatta kentin yarısını o masum sonbahar uykusundan uyandırıyor. Vagonların kapılarını açıyor birileri, biniyoruz uysal ejderhamıza. Hareketleneceği saati, henüz gelememiş yolcularını bekliyoruz. Belki biraz yolculuğun o gizemli heyecanını belki biraz da kendimizi.

Bu yolculuğa çıkarken bir yandan doğduğum şehre, yakınlarıma gitmek ama özellikle, bu trene binmek, tekerleklerle raylar arasından gelen o naif ninniyi dinlemek, istasyonlarının acelesini, telaşını, en çok da insanlarının-şairin dediği gibi- “Manzaralarını” görmek niyetindeydim görünüşte. Oysa bu yolculuğun hayalini onunla paylaştığımda, hep bir gün gidelim, yeni yerler, yeni insanlar tanıyalım, “kendi maceramız olsun” hayalleri vardı kafamızda. Her istasyonda inecek ve bir sonraki trene kadar orayı tanımaya çalışıp hikayesini öğrenmeye çalışacaktık. Yapamadık. Kimi kandırıyorum ki ben. İçimde bir yerlerde kendime söyleyemediğim, durmadan kanayan, acılı bir nedenim var aslında. Onu unutmak için gidiyorum. Her istasyona, karşılaştığım her yolcuya, istasyon büfelerinin çay bardaklarına, heyecanlı simitçilerin “Çıtır, çıtır, taptaze” diyen haykırışlarına ondan kalan her parçayı, her anıyı sonsuza değin bırakmak için, küllerini hayatla buluşturmak için gidiyorum. Biraz da kendi pişmanlıklarımı o sessiz çukura gömmek için.

Saati gelince, lokomotifin egzozundan yayılan mazot kokusu ve çeliğin ve demirin ve onca metalin kurduğu koronun türküleri eşliğinde hareket edip, bir uzun, bir kısa düdükle veda ettik, bu bağlı olduğu vilayetin buçuk şehrine. Az sonra güneş de göründü ovanın bir ucundan.

Tren yol aldıkça her istasyonda biraz daha doldu. Öğrenciler, köylüler, askerler, memurlar, şehirde işi olanlar, olmayanlar, bayram ziyaretine gidenler ve daha kim varsa birer ikişer yerlerini aldılar vagonlarda. Çaprazımdaki ikili koltuğa, yaşlı bir teyze altı yedi yaşlarındaki iki torunuyla yerleşti ve başörtüsünü özenle düzeltip, sessizce bir iki dua mırıldandı. Avuçlarıyla yüzünü kutsadıktan sonra cep telefonunu çıkarıp bir ya da iki tuşa bastı, karşı taraftan gelen “Alo” sesinin üzerine;

“Alo.”

“Hah, şinci pindik geliyoz.”

“Tamam” deyip kestirme bir konuşmayla bekleyenlerini bilgilendirdi.

 

Şimdi yanımda olsaydın, sen cam kenarında, ben koridor tarafında yan yana yapıyor olurduk bu yolculuğu. Yaşlı teyze torunlarıyla önümüzdeki koltuklara oturur, sen çocuklara bıyık altından gülümser, onlarla oynar, ortasından kesip böldüğün bir elmayı, çekirdeklerini ayıklayıp verirdin iki kardeşe… Elmayı çantana ben koymuştum gizlice… Yarısı parlak kırmızı, orta boy bir Amasya, senin sevdiğinden. Tatlı. Sulu.

Balıkesir’e ulaştık. İstasyon kalabalık ve hareketli. Trendekilerin çoğu indi, yaşlı teyze ve torunları da.Yeni yolcular soğumaya fırsat bulamayan koltuk minderlerini birer ikişer doldururken, ben de penceremden bu tatlı telaşın eşliğinde görmeyi umduğum seyyar satıcıları arıyorum. Neredeyse hiç yok. Belki var da ben göremiyorum. Bir büfe ve yanında küçük bir çay bahçesi var ama boş. Tarihi gar binası, taş yapının üst tarafına büyük harflerle “BALIKESSIR” ve yanına Osmanlıcası yazılmış tabelasıyla Fransızların o kibar, hafiften kendini beğenmiş, biraz kokoş, biraz ulaşılmaz duruşunu uyandırdı bende. İşin ilginci tabelanın yarısı soldan sağa, öteki yarısı da sağdan sola doğru okunabiliyordu yalnızca. Doğuyla, Batı binanın yapıldığı tarihte bir tabelada karşılaşmış, her taraf diğerine gereken tavizi vermişti. Ne boş bir gurur. Kimin yaptığına aldırmadan gar binalarını hep sevmişimdir. Tarihi bir nezaket, bir centilmenlik vardır ruhlarında.

Tren hareket etmeye hazırlanırken, bir elinde dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu, diğerinde biletiyle, genç bir adam biraz gurur, biraz da haklı olmanın verdiği bir yüz ifadesiyle başıma dikilip; “Burası 21 numara, bizim yerimiz” dedi. Şaşırdım. Bu bileti çok dikkatle seçmiş, internet üzerinden almıştım, üstelik buraya kadar kondüktörün yaptığı tüm kontrollerde hiç uyarı almamıştım. Yanlışlık olamazdı. Sonra;

“Biletinize bakabilir miyim” dedim.

”Sizin 21 numara dördüncü vagonda, burası ikinci vagon”.

 

Genç adam yüzüne yayılan bu küçük utancın kızarıklığıyla mahcup, uzaklaşmaya çalışırken, ben de; “Olur böyle şeyler, aldırmayın” gibisinden bir gülümsemeyle küçük kıza veda ettim. Taşralı gençler, özür dilemenin çoğunlukla gurur kırıcı, onları küçülten bir şey olduğunu düşündüklerinden bu genç adamın, kızının yanında gururunun daha da kırılmasına gönlüm razı olamazdı. Arkaya doğru yöneldiklerinde;

“Dilerseniz yerleri değiştirebiliriz” diye seslendim.

Genç adam bu karışıklıktan ve tavırlarından dolayı ona kızmadığımı anladı ve yüzünde mahcup bir gülümsemeyle

“Yok, sağ olun biz yerimize geçeriz” dedi.

Sen olsaydın yanımda o genç adam seni görünce daha nazik davranır, kızının seni örnek almasını isterdi. Sen de çocuğa adını sorardın ve kaçıncı sınıfa gittiğini. Ha, bir de en son okuduğu kitabı, senin gibi bir kitap kurdu başka neyi merak ederdi ki? Hatta böyle bir yolculuğa bavulundakiler hariç çantanda en az üç kitapla çıkardın sen. Yolculukta okumak için Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı” olurdu yanında mutlaka. Arada birkaç dizeyi sesli okurdun ve ben aklımda kalan birkaç Cemal Süreya dizesi söylerdim sana…

''Sesinde ne var biliyor musun

Söylemediğin sözcükler var

Küçücük şeyler belki

Ama günün bu saatinde

Anıt gibi dururlar

 

Sesinde ne var biliyor musun

Söyleyemediğin sözcükler var''

 

Kondüktörler ve makinist şimdilerde telsizle haberleşseler de hala bir gelenek olarak sürdürüyorlar düdüklerle konuşmayı. Herkes payına düşen düdüğü çaldıktan sonra hareket ettik yeniden. Bütün gece uyumadım, yorgunum biraz, belki kısa bir şekerleme iyi gelir. Trenin sesleri, sarsıntısı da bedenimi uykunun kollarına atmak üzere. Birkaç dakika sonra yeniden durduk. İstasyonun adı “Çukurhüseyin”, yolcusu yok gibi ama yine de iki dakikalık hareket saatini bekleyeceğiz. Aklım bir yandan bu boş istasyonun melankolisinde seni canlandırırken bir yandan da adı Hüseyin olan birinin bu lakabı nasıl aldığını anlamaya çalışıyor. Çözemedim. Ama o “Çukur” yok mu, içimi burkuyor belli belirsiz, sana düşüyorum her gördüğümde, duyduğumda.

“İn hadi trenden.”

“Ama uykum var benim, hem bir sonraki tren beş saat sonra.”

“Olsun. Bu yolculuğun amacı bu değil mi? İn hadi, iki dakika çok uzun bir zaman değil. Hem, bak, ben de seninleyim. Buranın hikayesini merak etmiyor musun?”

 

Hareket memurunun meraklı bakışları ve istasyonun umutsuzluğuyla baş başayım artık. Neden seni dinledim ki?

Hareket memuruna yaklaşıp, Balıkesir’e ilk trenin ne zaman olduğunu sordum ve meraklanıp çok soru sormasın diye de ekledim zoraki bir gülümsemeyle,

“Balıkesir’de inecektim ama uyuyup kalmışım işte, neyse ki çok uzaklaşmamışım”.

Otuzlu yaşlarında, uzun boylu, lacivert üniformasının içinde çakı gibi görünen memur, siyah, kalın bıyıklarının altından, gözlerini biraz daha kısarak gülümsedi ve

“İki saat kadar var.”

“Başka tren olmayacak o saate kadar isterseniz bekleme salonunda bekleyebilirsiniz” dedi samimi bir havayla.

“Çay içebileceğim bir yer var mı?” diye sordum.

Gözlerini istasyonda gezdirdi ve

“Yazıhaneme buyurun, hem sıcaktır hem de çay ikram edebilirim” dedi.

 

İlk çaylarımız bitmeden ben dönüş biletimi almış ve Çukurhüseyin adının nereden geldiğini sormuştum bile. Bu hattaki demiryolunun tarihi 1911 yılına kadar uzanıyordu. O zamanlar bu istasyonun yapılacağı yerler Çukur Hüseyin adında birine aitmiş ve devlet parası karşılığında burayı satın almak istemiş ancak sahibi istasyona kendi adının verilmesi koşuluyla araziyi para almadan vermişti. Adının önünde yer alan “Çukur” lakabınınsa nereden geldiğini bilmiyordu. Oysa ben bu sözcüğü her duyduğumda içimde bir yara sızlamaya başlıyor, seni arıyorum Çukurhüseyin’in boş, soğuk, isli sonbaharında. Ben senin hangi hayalini bırakabilirim ki bu benden de harabe “Çukura”?

Bir iki çay daha içip havadan sudan sohbet ederek iki saati doldurduk. Sonra “Geliyor” dedi ve birlikte perona çıkıp yaklaşan trenin durmasını bekledik. Vedalaştık. Trene bindim. Hareket ederken boş istasyona kısa bir an bakıp bu puslu sonbahar gününün hüznüyle sürüklenen seni düşündüm. Kafamda dolaşan bir şarkı da alıp götürdü beni senin yokluğuna;

“En sevmediğin havalarda bile”

“Sen en güzelsin…”

“Yüzün hüznün yağmurlarıyla yıkansa bile”

“Sen en güzelsin…”

 

Geceyi Balıkesir Garına yakın bir otelde geçirdikten sonra sabah aynı trendeki yerimi yeniden aldım. İstasyonların istasyonları izlediği ve sığ kalabalıkların bir içeri, bir dışarı, hülyasız, donuk kımıltılarının birinde büyükçe bir kente yaklaştığımızı hissedince aklımı senden sıyırıp pencereme döndürdüm yüzümü. Hayatımda hiç bu kadar buharlı lokomotifi bir arada görmemiştim. Soma’dayız, bunlar ömrünü tamamlamış ve emekli olmuş buharlı lokomotifler, burası da son toplanma noktasına ulaşabilmiş kara trenlerin deposu. Duyguları var ama eskimiş, omuzlarında bir yorgunluk; sıkı sıkıya oturmuş, sanki beli bükülmüş hayallerinin.

“Sen ne dersin, hatta sen hiç buharlı lokomotifin çektiği bir trene bindin mi?”

“Ben, hiç trene binmedim ki… Bu yolculuk sayılır mı? Bunu ilk yolculuğum sayar mısın?”

 

Tanrım! Kanıyor yine ruhum, kömür karası, kan karası kanıyorum. Vagonun penceresine yığılıp kaldı gözlerim. Eşyalar sessiz, tren sessiz, yolcular sessiz, bir damla yaş süzülüyor yanağımdan. Sessiz…

Kömürün ve aldığı canların ve pasa durmuş kara trenlerin üzerimize çöken karanlığını içimize atıp yola koyulduk yine. Yüreğim kapkaranlık.

Artık dağlar yerini ovaya, bağlara, tarlalara bıraktı. Penceremden üzüm bağları, kavun, tütün ve pamuk tarlaları geçiyor. Az önce Kırkağaç’ı geçtik. Vagon biraz daha doldu. Sonraki istasyonlarda sanki yakın bir zamanda boşalacakmış gibi dolmaya devam etti.

Akhisar’dayız. Yolcular yeniden değiş tokuş ediyorlar birbirlerini. Binenler inenlere yol veriyor. Yeni yolculardan biri gözüme takıldı. Ufak tefek, temiz giyimli bir adam. Kumaş pantolonu, kısa kollu, mavi yeşil ekose gömleği ve kemerine taktığı deri kılıf içindeki eski model cep telefonu, yeni boyanmış parlak iskarpinleri onu diğer yolculardan kesinlikle ayırmıyordu. Kısa kesilmiş saçı, güneş yanığı esmer yüzü ve kırlaşmış bıyıklarıyla birleşince sıradan bir kasabalı gibi görünse de yüzüne yerleşmiş o sancılı “keder” ifadesi onu benim gözümde öncelikli yapıyordu. Kırklı yaşlarının sonunda gösteriyor.Önce vagonu meraklı gözlerle inceledi, oturacak yer göremeyince iki vagon arasındaki bavul bölümüne dikkatlice yerleştirdi elindeki tek yükü olan söğüt dallarından örülmüş sepeti. İçi, özenle dizilmiş, belli ki her katında araya incir yapraklarından bir ayraç konmuş, sabah tazeliğinde, olgun incirlerle doldurulmuş. Görünüşü, daha çok evde yapılmış değil de dışarıda satmak için ustaca hazırlanmış gibi ama eğer birileri görür de canı çeker ister ya da satın almaya çalışır diye sahibinin bunu vagona sokmaması ve başından hiç ayrılmadan beklemesi önemli birine hediye olarak hazırlandığını, belki bir doktor ya da hakime götürüldüğünü düşündürdü bana. Bu toprakların “Allah hakime, hekime düşürmesin” özdeyişinin adamın taşıdığı sepetten parça parça, ağır ağır taşarak döküldüğünü bir o, bir ben görüyoruz.Bir an göz göze geldik ve bu gizli utancımızı, bakışlarımızı avuçlarımıza çevirip oraya sakladık.

“Çaresizlik ne kadar kötü değil mi? Zavallı adam, sanki bütün kurtuluşu o sepetin içinde.”

Evet. Keşke benim de seni kurtarabilecek bir sepetim olsaydı… Dünyanın en güzel incirlerini, elmalarını, portakallarını yetiştirseydim senin için, sepet sepet dağıtsaydım herkese, sen benimle kalsaydın...

Tren Manisa Garına girdiğinde yol boyu giderek artan telaş ve koşuşturmaca doruk noktasına ulaştı. Kimileri inebilmek, kimileri de binebilmek için var güçleriyle çabalayıp yolculuklarının sonuna varma umutlarını iyice tazelediler. Donuk, puslu sonbaharın yerine geç yaz günlerinden biri gelmişti. Vagonun pencerelerinden girmeyi başaran güneş dokunduğu yerleri tatlı tatlı yakıyor. Yeni gelen yolcular da sanki yaz bitmemiş gibi serin kıyafetlere bürünmüş, güneşten köşe bucak kaçıyor, yer yer bir gazeteyi ya da dergiyi başlarına gölge yapacak biçimde pencerelere tutuyorlar. Bütün düdükler çalındı ve yola koyulduk yeniden. Arka sıralardan bir adam ve genç arkadaşı hemen önümde iki vagon arasındaki sahanlığa geçtiler. Adamın uzun sarı saçları var. Ellili yaşlarında gösteriyor. Ortadan az daha kısa boylu, tıknaz.Oturduğum yerden görebildiğim kadar, spor ayakkabıları ve bej renkli bermuda şortunun üzerine ünlü bir markanın taklidi lacivert bir tişört giymiş.Sol omuzunun üzerinden tek askısını geçirdiği küçük bir sırt çantası asılı, elinde de ekstra alkollü bir kutu bira var, kendince gizlemeye çalışıyor. Saçlarının alnını kapatması, ensesinde dışa doğru dalgalanması ve yüzüne yayılan, pek bize özgü olmayan güveni bende Türkçe konuşabilen bir yabancı izlenimi uyandırsa da aslında o bir Almancıydı.Bu kanıya, serçe parmağına taktığı, ortasında kocaman bir Oltu taşı yerleştirilmiş, gümüş şövalye yüzüğünü görünce vardım.

“Nereden biliyorsun? Adamla konuşmadın bile.”

Haklısın. Yerimden kalktım ve sahanlıktaki tuvaletlerden birine girdim. Çıktığımda sarışın adamla göz göze geldik, hafifçe başımla selamladım ve elindeki bira kutusunu işaret edip

“Afiyet olsun” dedim. Kibarca selamımı alıp teşekkür etti.

“Yabancı mısınız?” diye sordum.

“Hayır, Türküm” dedi.

“İnsanlar beni çoğunlukla yabancı sanırlar. Herhalde onlarla çok çalıştığım için.”

Ne yabancıydı ne de Almancı, yanılmıştım. Genç arkadaşından başka biri daha vardı bu garip grubun içinde. O da en az sarışın adam kadar içmiş, hafiften sallanıyor, kendini kontrol etmeye çalışıyordu. Trenin gürültüleri arasında zor duyulur bir sesle yeniden “Afiyet olsun” diyerek yerime geçtim. Sen haklıydın, sadece görünüşüne bakarak bir yargıya varmamalıydım.

Tren Manisa Ovasını geçip, bir dağın etrafında kıvrılmaya başladığında, sağ yanımızda Gediz Irmağı da ağırbaşlı bir kabadayı edasıyla katıldı bize. İzmir’e yaklaştıkça yolcular birer ikişer azalmaya başladı. Menemen’e geldiğimizde sarışın adamla içki arkadaşı arasında tatlı bir atışma yaşandı ve ikisi de vagondaki yerlerine oturdular. Bir süre sonra bizim sarışın –belli ki kendini eğlendirmeye çalışıyordu- pek de düşük sayılmayacak bir perdeden “My Way”i söyledi İngilizce olarak.Bu arada diğeri de ona sataşmaya devam etti ve izleyen on dakika içinde iki sarhoşla İzmir’e girdik. Son durağa gelmeden incirli adam indi.

Alsancak’ta inince babamı aradım hemen. Cep telefonu kapalıydı ve ev telefonu da boşluğa çalıyordu. Büyük olasılıkla cep telefonunun kapandığından habersiz kahvede arkadaşlarıyla kağıt oynamaya dalmış evine döneceği saatleri dolduruyor olmalıydı.Annemi kaybettikten sonra bulduğu her boş zamanı insanlarla geçirmekten hoşlanıyordu. Emekli adam tabi, hakkı var. Benimki de iş mi, önceden arama adamı, yolculuk bitince “Ben geldim” de.

Metroya bindim, Hatay’da indim. Peki, şimdi ne olacak?

“Hadi kaybolalım…”

Hatay’ın denize doğru inen dik yokuşlarından, merdivenlerinden süzülüp daha önce hiç görmediğim bu sokaklarda kayıtsızca kaybolmanın heyecanı içindeyim. Denize az kaldı ya da ben öyle sanıyorum. Bir sıra merdiven daha inince, sağlı sollu apartmanların gölgeleri arasından deniz göründü. Sağımda ise kendini unutturmuş, asla arayarak bulamayacağım bir mahalle kahvesi var. Biraz meraktan, biraz soluklanmak için bahçe kapısından içeri girdim ve köşeye yakın boş bir masaya oturdum.

“Sen de yanıma ilişiver şöyle, ayaklarını benim sandalyemin kenarına koy, dizlerinin üzerine bir kitap aç. Ben de bir kolumla dizlerine yaslanayım, sen ara sıra ruhuma dokun.”

“Çay da içelim… Kedileri de sevelim… Hava çok sıcak. Üff…Eser mi acaba? Dondurma yer miyiz?”

 

Birkaç masada mahalleli oldukları belli olan kadınlar, erkekler karşılıklı kağıt ve taş oyunları oynuyor. Birinin sandalyesinde sakin bir köpek bağlı. O alışık olduğumuz erkek egemen atmosferin yerini dostça bir hava almış, kimse kimseye alışılmışın dışında bir gözle bakmıyor. Sanki herkes mutlu gibi. Dört dut ağacının arasına sıkışmış zavallı bir erik ve kel bir asma örtüyor güneşi ve sıcağı. Belli ki kahvehaneden beslenen ikisi sarman biri kınalı üç besili kedi sıcaktan bunalmış, beton zemine serilmişler. Köpek hiç oralı değil.Sokağa yakın köşede şimdilik kapalı görünen bir seyyar köfteci arabası var. Köftesi nasıl acaba? Meraklandım şimdi bak. Sen ne okuyorsun?

“Edip Cansever’in Masa’sı…”

“Hoş geldiniz, ne alırdınız, çay, kahve, soğuk bir şeyler?”

Ufak tefek ama zıpkın gibi bir ihtiyar delikanlı, Clark Gable bıyıkları ve alnından açılmış geriye taradığı briyantinli saçlarıyla zamanının bıçkın delikanlısı, hem benim gibi bir yabancıya karşı mekanını koruyor hem de yeni bir müşterinin memnuniyetini sağlamanın hesabını tutuyor kafasında. Gömleğinin yakasında bir güneş gözlüğü asılı. Bir sade kahve söyledim, soğuk suyla yapmalarını da ayrıca rica ettim. Ne demek istediğimi anladı yaşlı kurt ve hafifçe gülümsedi ince bıyıklarının altından. Ocağa doğru ilerlerken yolu üzerindeki masalarla şakalaşıp, gözlüğünün önemini anlattı birkaç sözcükle. Onu takınca Bodrum Kaymakamı gibi hissediyormuş. Biraz sonra soğuk bir bardak suyla birlikte geldi kahvem.

“Çok güzel bir yer” dedim dedeye,

“Buranın adı ne?”

 

Masanın üzerindeki küllüğü değiştirirken, bu güne değin yaptığım tüm yolculukların o en kahrolası sonunu, içimi sonsuza kadar yakan o en acımasız yanıtı verdi;

“Çukur Kahve!”

Şimdi ben hayal edebildiğim kadar büyüklükte bir ah etsem. Çığlık çığlığa haykırıp bütün gökyüzünü ve yeryüzünün bütün çukurlarını doldursam o çığlıkla. Doğduğum şehre, doğduğum güne, seni alıp götüren her şeye lanetler okusam. Seni koyduğum o küçücük çukurun benim içimde uçsuz bucaksız, karanlık bir uçurum olmasına ağlasam, sızlasam…

“Seni öldürdüğümü meleklere söyleme, olur mu?”

 

Aralık 2015