17 Ocak 2017 Salı

Ruh Teması / Achilles Valentin


 
 
Dudaklarının ucunu kıvırarak güldü neden sonra; “Tebrik ederim.” Çok iyi bildiğim ve hayran olduğum neşesi yayılmadı yüzüne. Sesinin titremesine engel olamıyordu. Gözbebeğinin titrediğini fark ettim. Hayal kırıklığının resmi geçidi…

Ciğerlerimden bir ateş kaydı karın boşluğuma. Daha önce nasıl anlayamadığımı düşündüm. Boğazım düğümlendi. Yine de kuru bir sesle “Teşekkür ederim.” diyebildim. Gözlerimi gözlerinden çekemiyordum. Sessizlik uzun sürünce boğazımı temizledim. “Önemli bir şey söylemek istiyordun. Ne söyleyecektin?”

Güldü. Daha önce fark etmediğim kadar güzel gülüyordu. “Senin haberinin yanında önemi yok.” dedi. Saatine bakıp “Gitmem gerek.” diyerek aceleyle çantasında aslında aramadığı bir şeyleri aramaya koyuldu. Bir kartvizit çıkardı derin kuyudan. Elleri titriyordu.

Her seferinde yaptığı gibi sarılmadı bu kez. Yanağını yanağıma değdirip elimi sıktı. “Tekrar tebrik ederim. Hayırlısı olsun.” Kartvizitteki numarayı telefonuna işlerken arkasını dönüp gitmeye koyuldu. Sessizlik ile kelime arasındaki ölçülemeyecek zaman aralığında bir şeyler koptu içimde. Kolundan tutup çevirdim bedenini bana doğru. Diğer elimle beline sarılıp çektim kendime. Kendiliğinden birleşti dudaklarımız. Gözyaşları damla damla aktı yanaklarından dudaklarıma. Teninden önce gözlerinin tuzunu emdim ruhuma. Elleriyle ensemden tutup uzaklaştırdı nefesimi yüzünden. “Geri zekâlı.” dedi. Bakışlarındaki öfkeden korktum. Anlayamamıştım. “Geri zekâlı!” diye yineledi. Hemen ardından da “Geç kalıyorsun.” diye ekledi.

Zamansızlık o anda sona erdi. Gerçek hayat gelip yerleşti karabasan gibi. “Ne yapacağım şimdi?” diye sordum. “Senin hayatın, senin kararın.” dedi. Buz gibi soğuktu sesi. Toprağa gömülmüş eski kemikler gibi çakılı kaldım yeniden gitmeye koyulduğunda. Omuzlarımın üzerinde gezindiğine inandığım iki melek kılıçlarını çekip havaya kaldırdı.

İlk hamleyi sol omzumun üzerindeki boynuzlu yaptı. “Bırak da mutlu olsun!” diye bağırdı kılıç tutan elini hasmına doğru savururken. Sağ omzumun üzerindeki kanatlı çapraz tutuşla karşıladı üzerine inen kılıcı; “Sen zevkten, mutluluktan başka bir şey bilmez misin?” Boynuzlu hiddetlendi; “Ya ne için gönderdik onu dünyaya?” Zıplayıp kılıcının sivri ucunu batırmaya çalıştı kanatlının omzuna. Çevik bir hareketle sıyrıldı kanatlı. Hemen arkasından eğilip boynuzlunun dizlerine savurdu kılıcını. Beyaz bir tüy yükselip süzüldü gözlerimin önünde. “Burası mutlu olunacak yer değil. Bunu kimse anlamıyor senin yüzünden.”

Boynuzlu acı bir çığlık attı kanayan dizlerinin üzerine çökerken. Kanatlı; “Bir karar aldı. Bir söz verdi kendine ve tutmak zorunda. Bunun geri dönüşü yok!” diye bağırdı. İki eliyle kaldırdı kılıcını. Hasmının sırtına indirecekken “Yeter!” diye bağırdım. Omuzlarımdaki yük bir anda boşaldı. Gölgeye karışıp kayboldular az önce dövüşenler. Onlar gidince denizi seyreden boş banklardan birine oturdum. Aç martıların çığlıkları arasında düşündüm bugüne kadar olanları.

Telefonda başlamıştı öykü. “Merhaba!” dedi bir kadın sesi. “Merhaba?” diyerek karşılık vermiştim. Ama o bildik kendini tanıtma faslına geçmemişti merhabaların sonrası. Çok iyi bildiğim bir metni okumaya koyuldu telefonun öbür ucundaki ses. Benim sözlerimi benden güzel söylüyordu;

Buradan bakınca anlaşılmıyor. Ne renk senin gözlerin? İyice yaklaşmadan anlayamıyorum. Ta içine bakmam gerek. Dengemi kaybetmemek için elini tutabilirim bu esnada. Korkma; eğer birdenbire öpersem seni. Tutamam kendimi biliyorum. Yok canım; öyle her gözünün içine baktığımı öpmüyorum elbette. Bu tamamen seninle ilgili. Aklımdan geçirdiklerimin dilimden dökülmesi yanlış, biliyorum. Ama görmeden önce âşık olmuştum sana.

Bunu söylemenin nesi yanlış diye sorabilirsin. İşte o zaman acı bir tebessüm yerleşir dudaklarıma. Bunun tek cevabı var; “Tecrübe.” diyebilirim sadece bu soruna karşılık. Çünkü verebileceğin en güzel hediyeyi verdiğini sanıyorsun, artık tutmak istemediklerini söylüyorsun ve büyüyü bozuyorsun söylersen. Bu hep böyle oldu. Tecrübe korkuyu arttırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Âşık olunduğunu hissedenin, âşık’ına üstünlüğü başlıyor ağıza alınmaması gerekenler söylenince. Kısacası âşık’a haddi bildiriliyor. Büyük risk işte! Yüzüne bakılmasına bile müsaade etmeyebilir maşuk. Olasılık hesapları biter, içinde bir şeyler kırılır. Bir kere kırılması yeter aslında insanın. O bir kerenin sonunda yelkenleri fora etmiş tekne gibi gitmezsin rüzgâra karşı. Dedik ya; tecrübe korkuyu arttırır. Daha temkinli atarsın adımlarını. Ne kadar dikkat edersen et. Eninde sonunda kayıyor ayağın bir şekilde ve düşüyorsun kıçının üstüne her seferinde.

Gözlerinin içine bakma takıntım öyle rengini anlamaya çalışmaktan falan değil. Madem dürüstlük denizine açıldık, boğulmayı da göze alalım. Merak ediyorum; gözlerinin içinde başka birine ait izler var mı? Dökülmeyen bir damla gözyaşı kaldı mı benim için? Daha nitelikli meraklarım olabilirdi. Meselâ hangi şehirde oturduğunu bile bilmiyorum. Ama tahminim ve beklentim İstanbul olması. Başrolünde seni oynattığım siyah beyaz rüyalarımda geçen olaylara başka bir şehir fon olamaz. Sen Kadıköy vapurunda martılara simit atarken gizlice izleyeceğim seni örneğin. Beyoğlu’nda yürürken aniden bastıran yağmurun altında dans etmeye zorlayacağım seni. İçmekte zorlandığın biranı ben bitireceğim. Yazdığım öykülerdeki ulaşılmaz güzellikteki kadınları okuduğunda asılan suratını görüp mutlu olacağım. “Şaşkın.” diyeceğim sana; “Kim bu kadın?” diye sorduğunda. “Gece senin koynunda uyuyacağım, hayaletlerin değil.”

Başka sahneler de var aklımda ama şimdilik bu kadar yeter. Beklediğim yeri biliyorsun. Satırların arasında yazdım. Çok da bekletme. “Hayat kısa. Kuşlar uçuyor.” demiş Cemal Süreya. Eceliyle ölmenin Allah’ın sevgili kulu olduğun anlamına geldiği bugünlerde hayat daha da kısa. Bu söz bana hep Özdemir Asaf’ı hatırlatır; “Utanın! Kuşlar uçuyor, uçaklar düşüyor.”

Neyse! Benden bu kadar. Gerisi sana kaldı...

Sonuna kadar dinledim kendi sözlerimi. Bittiğinde “Defterim.” dedim. “Defterimi bulmuşsunuz.” Bozulmuştum. İlk sayfada yazdığım telefon numaramın altına lütfen okumayın diye not mu düşseydim diye düşünürken; “Özür dilerim!” dedi. “Okumadan edemedim. Defterinizdeki her satırı okudum.”

Bir sonraki gün defterimi teslim almak üzere buluşmuştuk Beyoğlu’nda. Sonra birkaç kez daha. Çay içip, neşeli sohbetler etmiştik her seferinde. Kalbinden yayılan bir neşesi vardı. Her sözümü büyük bir dikkatle dinlerdi. Bütün yorgunluğumu alır, çoğunlukla güldürürdü beni. Şimdi anlıyorum; dünya dönse de insanoğlunun icadı zaman onunlayken duruyordu. Takılıp kalıyordu akreple yelkovan. Belki de gizlice öpüşüyorlardı bizim onlara bakmayışımızı fırsat bilerek. Zihnimdeki kurguların yarattığı acı yüzünden ruhuma temas ettiğini anlamamıştım.

Çok fazla zamanımı almayacağını söyleyerek bugün buluşmak için ısrar etmişti. Telefonda söyleyemeyeceği kadar önemliymiş. Vaktim kısıtlıydı. Yine de kabul ettim. Değişik bir bağ oluşmuştu aramızda ve bilmeye hakkı vardı bundan böyle görüşemeyeceğimizi. Denizin üzerinden henüz kalkmayan sisleri izlerken geldi. Her zamanki gibi sarıldı “Nasılsın?” diye sordu, gözleri parlıyordu. Artık her kaldırımında acı çektiğim bu şehri temelli terk ediyor olduğumu, birkaç saat sonra uçağımın kalkacağını söylediğimde silindi tebessümü yüzünden. Sustu bir süre. Dudağının ucunu kıvırarak güldü neden sonra; “Tebrik ederim.”

Yetin / Buket Konur


Bir avuç dolusu geçmiş koca bir hayata sığmaz oldu.

Yaşanmış, yaşanmamış her şeye varken,

gelmeyeceğini bildiğini ararken,

hücrelerim biraz çocuklukla doldu.

Ben buyum; ikna oldum...

Beynimin içindeki her iz kapanmış,

inadım, burnu havada, endişeli.

Yağmurla kirlenmiş küçük elleri,

tutmaya hazır hayatım.

Bırak birlikte ıslanalım.

Ucuz bir tesadüfün içinde boğulmalı göz kapaklarım.

Bulutlarım, kuru ve kederli...

İzlerin üzerinden geçelim birlikte.

Teslim olmanın dinlendiriciliğinde,

esiri olalım vurdumduymazlığın.

Bırak mutluluğumuz “geçse de kurtulsak” olsun.

Bana anlamsız bir hayat ver ve karşılık bekleme.

Hayatı başıboş bırakalım, arkamızdan ağlasın.

Ben Onu Hiç Sevmedim / Erhan Sertbaş


 
“Haberi aldığımda Paris’teydim. Oradan, buradan artırdığım paralar ve biraz da kredi kartının yardımıyla dört günlük bir tura katılmıştım. Bir gün sonra İstanbul’a döndüm ve hemen Ulus’taki evlerine koştum. Meral yıkılmış görünüyordu. Uzun süre bana sarılıp ağladı. Arada bir ağlaması kesiliyor ama sonra yeniden başlıyordu. Başında bekleyen hemşire uygun gördüğünde bir sakinleştirici iğne yapıyor, böylelikle biraz uyuyordu ama kendine geldiğinde yeniden ağlama krizine giriyordu.

Haluk’un arabasını Boğaz Köprüsü üzerinde terk edilmiş olarak bulmuşlardı. Kendini öldürdüğüne dair herhangi bir not bırakmamıştı. Polisteki kamera kayıtları atladığını gösteriyordu ama bizim buna inanmaya hiç niyetimiz yoktu. Maalesef ertesi gün cesedini buldular.

Sonrasını sen de biliyorsun ya, o sıradan işler işte; cenazesi, yedisi, kırkı, miras işleri filan. Tabi Haluk’un battığını o zaman öğrendi Meral. Ne var ne yok her şey bir anda gitti elinden. Her ne kadar mirası reddetse de ortak malları bir anda satılıverdi ya da birileri borca karşılık el koydu. Bu da en az birincisi kadar büyük bir ölüm acısı oldu Meral için.

Haluk’un ölümü üzerinden iki ay kadar geçmişti ve tüm bu yıkıntılardan biraz olsun uzaklaşmak, onu yeniden kendine getirmek için bizimkilerin Ağva’daki yazlığına gitmeye ikna ettim. Çocukları annesine bırakıp, sanki kaçmak bizi mutlu edecekmiş gibi terk ettik İstanbul’u.

Nisanın başıydı sanırım. Bir Cumartesi öğleden sonra gittik Ağva’ya. Yolda gelirken yaptığımız alışverişin torbalarını eve bırakıp, bir iki pencere açtıktan ve çişe gittikten sonra hadi gidiyoruz dedim. Nereye gittiğimizi sormadan, itiraz etmeden beni izledi. Irmak kenarındaki restoranlardan birine oturduk. Yolculuk boyunca aralıklarla yağan yağmur dinmiş, gökyüzündeki pamuk yığınlarını andıran bulutlar güneşin önünden çekilmişlerdi. Henüz sezon başlamadığından mı yoksa yağmurdan mı bilinmez pek kimseler yoktu restoranda. Biz de ırmağa en yakın masaya oturduk birkaç meze ile bir küçük rakı söyledik. Amacım onu olabildiğince rahatlatmak, önünde uzayıp giden yaşama sağduyuyla bakmasını sağlamaktı. Sonuçta o ve çocukları yaşama devam etmeliydiler.

İlk dublelerin ardından;

“Bundan sonra ne yapmayı düşündün mü hiç?” diye sordum.

“Evet, ama hala etkisinden kurtulamadım bu ölümün. Sanırım bir iş bulmam gerekecek; herhalde bulurum.”

“Elbette bulursun, merak etme biz hep yanındayız ama önce bu yıkıntılardan kurtulmalısın, hayat her koşulda sürüyor.”

“Haklısın” dedi ve gözleri ırmağın üzerinde bir noktaya takıldı;

“Bunu nasıl yaparsın; nasıl ölürsün; nasıl ölmeye karar verirsin; beni hiç mi düşünmedin, hiç mi çocukların aklına gelmedi? Allah’ım bu ne büyük bencillik!” diyerek söylendi. Bir süre durdu, gözleri boşlukta takıldı kaldı ve

“Demek beni sevmemiş, çocukları da sevmemiş” dedi üzüntüyle.

“İyi de neden evlendin o zaman, üstelik mutlu görünüyordunuz. Neden sürdürdün o zaman evliliği?”

“Evlenmek için aşık olmak koca bir yalanmış, zamanı geldiğinde kimi bulduysan onunla evleniyormuşsun. Çevremdeki herkes evleniyordu; ondan da iyi bir baba olurdu; fiziki anlamda. Bilirsin gösterişli adamdı. Oğlanlar ona benzesin diye çok dua ettim. Belki ona benzerlerse çocukların yetiştirilmesine karışmaz diye. Karışmadı da. Ben büyüttüm onları.” İçkisinden bir yudum aldı ve

“Birkaç kez beni aldattığını da fark ettim. Sen de biliyorsun ya. Ne büyük kavgalar yaşamıştık. Ama o ısrarla inkar etti, çocukların bile üzerine yeminler etti. İnanmamıştım ama inanmak istiyordum. Sonraki yakalanışlarında artık konuyu fazla uzatmanın ikimize de bir fayda sağlamayacağını bildiğimden, beceriksizce üstünü örtmesine göz yumdum.”

Gözleri yine ırmağın üzerinde bir noktaya kaydı. Sevgi ile nefret arasındaki o bir adımlık mesafeyi hızla koştu, ağzına gelen her türlü küfürle, hakaretle Haluk’tan intikam alırcasına söylendi; kendini rahatlatmaya çalışıyordu.

“Şimdi düşünüyorum da, ben onu hiç sevmedim, hem de hiç sevmedim.” Gözleri buğulandı.

“Hadi ama ağlamaya gelmedik buraya. Evet ya, gösterişli adamdı rahmetli. Kadınların yüreğini hoplatırdı” dedim, rakıları tazelerken. Amacım konuyu biraz saptırıp dikkatini başka yöne çekmekti. Meraklı ve şaşkın bir ifadeyle bana baktı;

“Onunla yatmadın değil mi Füsun? Aranızda bir şey geçmedi değil mi?” ve daha bir sürü zan altında bırakan şeyler söyledi. Bir yandan kaybının ağırlığı öte yandan ona karşı yükselen öfkesine bağladım bunları. Onu büyük bir dikkatle dinliyormuşum gibi görünmeye çalışıyor öte yandan heyecanımı bastırmak için başparmağımdaki şeytantırnağını koparmaya çalışıyordum.

“Saçmalama Meral, sen benim en iyi arkadaşımsın, nasıl böyle bir şey düşünebilirsin! Ne yani, ben de sana eski kocamla bir haltlar yedin mi diye sorsam ne hissederdin?” Aklımdan bin bir türlü hikaye geçiyor, ne söylersem ne düşünür acaba diye tahminler yapıyordum. Gözlerinde bana hak verdiğini gösteren ifadeyi yakalayınca rahatladım.

Yatmıştım ama. Üstelik Haluk’la ilişkimiz uzunca bir süre devam etmişti. Neden yaptığımı bilmiyorum. Belki onun yatakta nasıl olduğunu merak etmiştim, belki bir boşluktaydım; evliliğim henüz bitmişti ve sanki aradaki boşluğu doldurmaya çalışıyordum. Bilmiyorum. Kendimi sıvaları dökülmüş bir ev gibi hissettim o an, çokça acı vardı içimde galiba sonsuz da utanç. Meral ikimizi biliyor muydu acaba?

Hava kararmaya başlayınca eve geçtik. Salondaki bu şömineyi yakmaya çalıştım ama beceremedim. Biraz erkek işi olduğundan biraz da alkolün etkisi olsa gerek. İçerideki odalardan birinde bulduğum elektrik sobasını getirdim. Hava çok soğuk değil ama biz gece boyunca oturacakmışız gibi geldi bana. Birlikte mutfağa geçtik, bir çilingir sofrası hazırladık. Gecenin nerede biteceği artık daha da belirsizleşti.

Yeniden rakıları doldurduk ve ilk kadehi Haluk’a kaldırdık. Vicdanım ağrıyordu. İnsanın vicdanı ağrır mı hiç; ağrırmış, yükün ağırlığına dayanamaz vicdanı ağlarmış. Pişmanlığımın artık kimseye bir yararı yoktu ve ona itirafta bulunmak yarayı daha da derinleştirecekti. O anda mutlu cahillerden olmayı çok istedim.

“Sence neden intihar etti, çözüm bulamaz mıydı ya da kendini ölümle cezalandırmak her şeyi çözüyor muydu onun gözünde?” dedi.

Bazen ağır gelir her şey, sıkıntılar, dertler, incirin çekirdeği değilmiş ya dedirtir çok sonraları. İşte böyle bir anda, yeri gelir insan kendi varlığına dayanamaz, kaybolmak, silmek ister kendini. Beden, her koşulda varlığını zihne borçlu olduğundan onu korumak için elinden geleni yapar. Zihinse, sona ulaştığını anladığında yok olmak adına bedeni harcamaktan çekinmez.”

Böylesine keskin bir söylem beni bile şaşırtmıştı. Alkolün etkisi hem çenemi hem aklımı açmıştı.

O sırada yağmur yeniden başladı ama bu kez yanına bir de fırtına almıştı. Oldum olası hep sevmişimdir fırtınaları; hep bir yüzleşmeyi çağrıştırırlar bana. Bu gece Meral’le olmasa bile kendimle sessiz sessiz hesaplaşacaktım.”

Bana döndü ve

“İyi ki geldin” dedi.

Şöminenin içinde çıtırdayan odunların iki ucundan çıkan zarif dumanlar birer ikişer kelebeklere, yusufçuklara, kız böceklerine dönüşüp ocağın içinde mutlu mesut uçuşuyorlardı. Ama o bundan çok uzaklarda bir yerdeydi. Karşılaştığı her durumu, duyguyu parçalarına ayırıp yeniden birleştirmeye çalışan, bu anlamsız evrenin anlamsız varlıklarından bir gibi hissetmeye başlamıştı. Dünyayı gördüğü gibi algılıyordu ve bunun farkında değildi.

“Sonra ne oldu? Sence Meral bir şeyler hissetti mi?” dedim.

“Hissettiyse bile bana göstermedi. Belki arkadaşlığımızı yaralamamak ya da bitirmemek adına, belki bana ihtiyacı olduğu için; bilmiyorum. Benim de Haluk’la aramızda geçenlere bakışım dünyanın en önemli şeyi olmadığı yönündeydi. Diş macununu ortasından sıkmak bile daha büyük bir suçtu benim için.”

Bir süre sessizleşti. Şöminenin içinde dolanan alevlere takıldı gözleri. İçkisinden bir yudum daha aldı, sırtındaki polar battaniyeye sarındı sıkıca.

“Meral o gece çakırkeyif olunca hiç beklemediğim bir itirafta bulundu. O da Haluk’u aldatmıştı. Bu anlaşılabilir bir şeydi. İntikam biz kadınların en kolay edindiği silah. Ama sanki bir şey eksikti söylediklerinde ya da söylemek istemiyordu. Aradan birkaç gün geçince fark ettim eksik anlattığını. Birlikte olduğu adamda bir şeyler eksikti. Fazla sahiciydi, gereğinden fazla yakışıklı, zengin, abartılı bir kibardı. Sonraki buluşmalarımızda hatırlatsam da, bu konuyu artık düşünmek istemediğini söyleyip kısa yoldan kapatmıştı.”

“Galiba senden şüphelenmiş ya da biliyor sizi; bu yüzden şüpheyi sana bulaştırmakta sakınca görmemiş. Belki onun itirafını bir çözülme gibi görüp senin de açılmanı beklemiş bence. Sırrını açmadığın iyi olmuş.”

“Bak bunu düşünmüştüm ama konduramamıştım. Sence gerçekten de bunu mu yapmaya çalıştı?”

“Kadının kocasını ayarttın, elbette o da buna bir karşılık verecek öyle değil mi?”

“Aslında ne var biliyor musun; ben onu, yani Haluk’u, galiba ben, hiç sevmedim.”

Biraz daha sarmalandı battaniyesine, saklandı olabildiğince. Gözleri şöminede oynaşan alevlere takıldı ve git gide kendi zemherisinin derinliklerinde kayboldu.

 

Sadece Ruhumun Tutsağıyım! / Evren Hoşrik


"Sözde bir cin çıkarma ayininde şeytan ya da cinlerle değil, bireyin psikolojik ya da nörolojik sorunlarıyla savaşılmaktadır!

 Bu savaşın işe yarayan silahı ise psikoloji ve tıptır."

 

Özellikle orta çağda uygulanan, İslam kültüründe ise az da olsa yer bulmuş olan “Şeytan/Cin çıkarma (exorcism)” fenomeni daha çok Hristiyan kültürüne ait bir inanıştır. O dönemlerde, cadı, büyücü ya da şeytan/cin tarafından ele geçirilmiş şeklinde tanımlanan bireylerin, aslında “Psikoz, Şizofreni, Konversiyon Bozukluğu (Histeri) ya da Tourette Sendromu” yaşayan hastalar olduğu yüzyıllar sonra yapılan bilimsel araştırmalarla ortaya konmuştur. 

 

Psikozların (özellikle şizofreninin), epilepsi ya da histerinin dışsal ve metafizik bir varlığın neden olduğu hastalıklar olduğu iddiası tarih kadar eskidir. Bu hatalı iddiaların nedeni, eski zamanlarda bu hastalıkların kökenleri ve tedavisinin anlaşılamıyor olmasıyla ilgiliydi. Örneğin, bugün nörolojik bir hastalık olarak bilinen ve tedavi edilen Tourette Sendromuna sahip bireylerde; göz kırpma, kol sallama, omuz silkme, tekme atma, homurdanma, başkalarının söylediğini tekrarlama vb. belirtiler görülür. Dahası birçok vakada bireyin -sanki bir başka varlık tarafından kontrol ediliyormuş gibi- kaba ve çirkin sözler söyleme dürtüsüne karşı koyamadığı, hatta bazı çocukların, olması gerekenden çok daha ince sesler çıkardığı görülmüştür. Bir kız çocuğunun kendini ateşin üzerine attığı kaydedilen Tourette Sendromu vakaları arasındadır. Tüm bu belirtiler, bu hastalığı tanımayan aileler ve bunu yaşayan çocuk ya da yetişkinler için korku verici olabilmekte ve daha da önemlisi oldukça gizemli görünmektedir. Tüm dünyadaki insanların; açıklayamadığı, anlayamadığı ve gizemli görünen olayları cinlerle ya da benzeri varlıklarla açıklama eğilimi bu yüzden pek de şaşırtıcı değildir. 

 

Benzer biçimde, Konversiyon bozukluğu (eski adıyla histeri) olan bireylerde ise hiçbir fizyolojik kökeni olmadan körlük, sağırlık, felç, bayılma, kendini gebe sanma gibi ilginç ve gizemli olarak yorumlanan belirtiler görülür. Bunu yaşayan bireyler bütün bunların gerçek, yani fizyolojik olduğundan emindir. Ancak, gerçekte bu yaşadıklarının temeli fizyolojik değil psikolojiktir. Bu durum temelde bireyin çevresiyle iletişim kuramamasıyla ve bilinçdışı çatışmalarıyla ilgilidir. Bu sorunları yaşayan bireyler, aslında ruhsal olarak sıkıntı yaşadığını ve kendisine ilgi gösterilmesini istediğini sağlıklı bir iletişim yoluyla değil de bu yazıda bir kısmını saydığımız konversiyon belirtileriyle ifade etme sorunundan mustariptirler. Histeri de günümüzde ruh sağlığı uzmanlarınca tedavi edilen hastalıklar arasındadır. 

 

Şizofreni açısından bakıldığında; kişide hareketsiz donuk beden duruşu (katatoni), hareketleri tekrar etme, karşısında birisi varmışçasına kendi kendine konuşma, hareketlerini yönlendiren sesler duyma, görüntüler görme, kendine zarar verme gibi davranışlar görülebilmektedir. Bu durum da yine bazı bireyler için olağan dışı, ürkütücü görünebilir. Ancak bu ve benzeri durumlar günümüzde tıbbi olarak açıklanabilmekte ve tedavi sürecinde belirtiler kontrol altına alınabilmektedir.

 

Burada şuna dikkat çekmek gerekir: Histeri de ya da Tourette Sendromunda hatta epilepsi ve şizofrenide cin/şeytan çıkarma ayinlerinin bazen olumlu bir sonuç veriyormuş gibi görünmesi illüzyondur. Özellikle histeri vakalarında plasebo etkisinin (Aslında hiçbir etkisi olmayan bir maddenin ya da yöntemin sadece birey inandığı için bireye iyi gelmesidir. Örneğin bir şekerin, ağrı azaltıcı bir ilaçmış gibi sunulduktan sonra, sırf birey buna inandığı için bireyin şiddetli ağrılarını dindirmesi gibi.) rol oynamasıyla ilgilidir. Plasebo etkisi ilaçta, telkin yöntemlerinde ve dini ritüellerde sıklıkla ortaya çıkar. Şizofreni, epilepsi, Tourette Sendromu ya da histeri gibi hastalıklarda cin çıkarma ya da benzeri dini ritüellerin iyi geliyormuş gibi görünmesi plasebo etkisiyle de ilgilidir. Bu uygulamalarda başlangıçta hasta birey sanki iyileşiyormuş gibi görünür, ancak tıbbi ilaçlar ya da psikoterapilere devam edilmediği sürece hastalık düzelmeyerek daha da şiddetlenebilir. Örneğin, uygulanan yöntemin etkisi plaseboya bağlı olduğu için plasebo etkisi ortadan kalktığında, yani örneğin histerik bir birey, kendisine cin çıkarma ayini yapılırken, hem ailesinden hem çevresinden hem de kendisine ayin yaparak ona “çok özel” hissettiren kişi tarafından yoğun ilgi gördüğü için süreçteki yoğun ilgiye bağlı olarak, bir cin tarafından yaptırılıyormuş gibi görünen davranışların ortadan kalkma ihtimali vardır. Bu, “ilgiye” bağlı olarak ortadan kalkan, cin çarpmasıymış gibi görünen belirtiler, ayin yapan kişinin, ailenin ve çevrenin ilgisi, desteği sona erince şüphesiz tekrar edecektir.

 

Psikolojik ya da nörolojik olan bu tip hastalıkların metafizik yollarla düzeliyormuş gibi görünmesi bir yanılsamadır. Hastalığın iyiye gitmesi çoğunlukla geçicidir ve süreç kişinin sağlığı açısından da çok tehlikelidir. Dolayısıyla, -sözde- bir cin çıkarma ayininde şeytan ya da cinlerle değil, bireyin psikolojik ya da nörolojik sorunlarıyla savaşılmaktadır! Bu savaşın işe yarayan silahı ise psikoloji ve tıptır.

 

Not: Bir cinin/şeytanın insana musallat olmasının ve cin/şeytan çıkarma yönteminin İslam düşünürlerinin pek çoğu tarafından din dışı kabul edildiği unutulmamalıdır.

Uzm. Psikolog Evren HOŞRİK

“Dua - Kutsal mı, Bilimsel mi?“adlı kitabından esinle… 

 

Kadın Olanın / Gözde Çıbık



Kadın olmak,

en az bir kez haysiyet yoksunu erkeği tanımayı,

yalanı sevmeyen kalbine, yalancıyı sokmayı

gerektirir.

 

Aşık olmak kendinden kopmak demektir.

Bunu, sadece sevdiğine muhteris duyan kadın bilir.

Bir gülüş bile kadın için hicap sebebidir,

muamması yoktur,

tüm cümlelerinin pirüpak kelimesine saklar sevdiğini,

hürriyetini emanet etmesini de bilir, lal olup gitmesini de.

 

 

Bir zamanlar tahayyül etmeye bile kıyamadığını,

katiyen aklına sokmamayı da bilir.

 

Bilir ki,

aşığın mevsimi hazandır, dilbazınki bahar.

Bilir,

şahsiyet için haysiyetten vazgeçeni de,

mütemadiyen münhasır kalanı da.

 

 

Sanmayın ki aşkın yolundan aklıyla geçer,

Saadeti evvela kalbiyle seçer.

 

Kadının asla haksızlığa yoktur zaman aşımı,

sükût içindeyse,

tahammülü, tecellisini sabırsızlıklıkla beklediği içindir.

Yegane yolu, kendisine inananlardır.

 

Gücünü sabırdan,

intikamını hafızasından alır.

İyiyi kötüden,

yarasını derinden ayırır.

Vefasızı fedakarlığından,

huzuru affından tanır.

 

Ve inanır,

mukadder olanı değiştirmeye yetmez,

kimse,

hiç kimse.

 

Mars'a İntihar / Firkan Gülaydın

 
 

O gün hiç olmadığı kadar yoğunlaşmıştı duyguları. Ekip arkadaşlarının neşe dolu kahvaltısına eşlik etmemişti. Sade bir kahve koydu kendine. Kabinine geçti, sessizlik uğultusu tüm bedenini sarmıştı. Yavaş hareketler ile bilgisayarını açtı. Düşündüğünü yapmak ve yapmamak arasında kararsızdı. Ama bugün için kendine koyduğu kuralı çiğneyecekti ve aylar sonra ilk kez Dünya’dan bir insan ile iletişime geçecekti.

Genç adam, dokuz aydır Mars yolundaydı ve oraya kurulacak koloni için gönüllü olmuştu. İlk on teknisyeni saymazsak, sonrasında gönderilen ilk ekip içinde kendine yer bulmuştu. Bunun için son dört yıl teknik ve psikolojik eğitimlerden geçti.

Sevdiği her şeyi geride bıraktı. Kar yağdığında Abant gölü kenarında ada çayı içmeyi, çam kokan ormanlarda kamp yapmayı, İstanbul fotoğrafları çekmeyi, çocukluk arkadaşlarını, köpeği Darwin’i, ailesini... Ama canını en çok yakan ve bu denli hüzünlü olmasına sebep olan bir kişi vardı. Okyanus gözlü, beyaz tenli kız.

Mars için gönüllü olduğunu söylediğinde, kız arkadaşı sinirden deliye dönmüştü. Oda da ne varsa kırıp dökmüş ve avazı çıktığı kadar bağırarak küfürler, hakaretler savurmuştu. O geceyi anımsadı genç. Yüzüne küçük bir tebessüm düştü. Okyanus gözlü için bu aptalca bir şeydi ve intihardı. Genç sakince kızın gözlerine baktı, derinlere inemeye çalıştı. Haklısın dedi, kısık bir ses tonuyla. Haklısın. Hiç bir şey açıklayamadı. Kendisini savunacak tek bir cümle dahi dökülmedi dudaklarından. Okyanus gözlü büyük bir hırsla sarıldı genç adama, büyük bir öfke duyuyordu ama yine de tutku ile sarıldı. Sonra genç adamın yüzüne baktı, gözlerindeki yaşı sildi ve gitti... Bir daha hiç görüşmediler...

Şimdi genç adam bu yolculuğun sebebini geride bıraktığı sevgilisinin  bilmesi gerektiğine inanıyordu. Arkasına yaslandı bir kaç dakika öylece kaldı.

Çok geçmeden kızın mail kutusuna şu satırlar düştü;

 


Mars’a Adalet, Özgürlük

Biliyorum bunu sana ve beni sevenlere yapmaya hakkım yoktu. Dönüşü olmayan – senin deyiminle – intihara gidiyorum. Ama şunu bilmelisin; bunu kişisel fantezilerim ya da adrenalin tutkum için yapmadım. Ki bu çok zor ve dayanılması güç bir süreç. Yaklaşık bir yıldır mekikteki otuz kişi dışında kimseyi görmüyorum ve küçücük, kapalı duvarların içinde yemek yemek ve işemek dışında hiç bir şey yapmıyorum. Daha da hedefimize varmak için yolumuz var. Endişe etme, sıkıştırılmış atmosfer ortamında bizlere yetecek oksijenimiz orada hazır. Enerji kaynaklarımız var ve küçükte olsa bir tarım alanımız bizi bekliyor.

Biliyorum sana çok acı verdi bu kararım. Bir daha görüşemeyeceğiz. Çocuklarımız olmayacak. Birlikte kamp yapıp ateşin başında şarkılar mırıldanamayacağız.

Ama ben inandığım şey için bu yola çıktım. Ben ve burada ki herkes kendimizi gelecekte ki insanlık için feda ettik.

Çünkü; Okyanus Gözlüm,

Burada bizler yeni bir hayat oluşturacağız. Dünya’dan ve insanlardan dersimizi aldık.

Savaş aletleri üretmeyeceğiz mesela, sokaklarımızda kimsesiz çocuklarımız olmayacak.

Para üretmeyeceğiz, toprak için insan katletmeyeceğiz, siyasetçiler ve dini kullanan – sözde din adamları – yetiştirmeyeceğiz. İnsana insan kul etmeyeceğiz.

Bir yanımız açlıktan ölürken diğer yanımızda çöpe atılan yemekler olmayacak asla. Henüz hayal kurmayı bile yeni öğrenmiş kızlarımıza kimse tecavüz etmeyecek. Gösteriş için hayvan derileri yüzmeyeceğiz.

Mars’ta doğan hiç bir bebek Dünya’nın zulmüne kurban gitmeyecek. Henüz okul çağındayken bile, gördükleri, izledikleri, yaşadıkları karşısında iyilerden mi yoksa kötülerden yana mı olacak, taraf seçmek durumunda kalmayacak.

Ten rengi için, inandığı Tanrı, nesne varlık vs. İçin kimse tarafından küçümsenmeyecek.

Kısaca okyanus gözlüm, ben yeni bir hayat için bu yoldayım. Dünya’nın zulmü asırlardır değişmedi, iyilerin gücü buna hiç yetmedi. Zalimler her çağda, başka kılıkta başka sebep yüzünden hep zulüm ettiler, savaşlar yarattılar.

Şimdi ben adaletli ve yaşanmaya değer bir hayat için çalışacağım. Senin için, öpmeye doğayamadığım göz kapakların için. Hiç doğmayacak çocuklarımız için. Masumlar için, kimsesizlerin çığlığı olabilmek için sonra.

Sana olan sevgimden şüphen olmasın, seni seviyorum. Öyle derin ki bu, hissettiğini biliyorum.

Korktuğunda bir gece, yorgun düştüğünde hayattan, üzerine gelmeye başladığında duvarlar, tüm yolların çıkmaz sokağa vardığında;

derin bir nefes al ve gökyüzüne bak, tüm yıldızlar benim, her sabah pencerene vuran umut ışığı benim, narin saçlarına  düşen ılgın kar taneleri benim...

Şimdi; sadece beni anlamaya çalış. Ben seni sevdim, mutlu oldum, hepsi bu!

 

Hıçkırarak okudu bu satırları genç kız. Henüz göz yaşlarını bile silmeden Mars’a 2029 yılında kurulacak koloni için gönüllü oldu, başvuru formunu doldurdu.

Tek dileği seçmelere kalmak ve sınavları geçerek gitmeye hak kazanmaktı. Genç adamın inşaa ettiği yeni hayatın içinde var olup, çocuğunu bu temiz yaşamın içinde büyütmekti.

Masanın üzerinde duran not defterine şöyle yazdı ;

Mars’a umut yolculuğu, yeniden var oluş hikayesi.

 

İstila Ülkesinde Bir Yaz / İlayda Zengin


Kahve telvesinde umutlar
Adlar ağızlarda
Söylentiler kulaklarda
Yığılır, erimiş kardan adamlar gibi
                        ölürler günün sağanak sıcağında
 
İstila ülkesinde bir yaz
Kokular,
         Korkular,
                 İzinsizlikler,
                            yasak tabelaları,
Sokağın tozunu yutmadan
Nasıl geçiyor karanfil bakışlı çocukların akşamları
Vandal eller,
           atıl ayaklar,
                   pis ağızlar,
 kuma gömüp kafalarını
                         ayaklarından çakmalı çivi çakar gibi
İşkenceyse işkence
Çekmecelerde saklamayı öğrendik
                                                 yorulmuş saflığı
 
Yüzlere oturmuş ısrarla kalkmayan asabiyet
ve kaknem suratlı
samimiyetsiz gülen bir cinsiyet
 yastığa gömülmüş
             güya sorgusuz sualsiz başlar
Teskin edemediğimiz öfke
                  posta kutularında birikti
                        yarınlara göndermedik bu yaz
 
Bir denize yağdırıp yağmurları
Diğerine güneşler veren bu gökyüzü tarafsız
İstila ülkesinde bir yaz
                                   ışıklı , şatafatlı
                                          kalmıyor çocuklar yalnız
 
Elbiseler yırtıksa da
Hayaller yamalı
Efil efil esiyor kuzey rüzgarı
Üşümüyor istila ülkesi çocukları
Yaz kış nereye gidersek gidelim
Batıdan batıyor
                  doğudan doğuyoruz.
 
 
 
 
 

Tolgar Mireli Röportaj / Ayseli İzmen


Sık sık beni takip eden arkadaşlardan aynı soruları alıyorum “ Bize yurtdışında çalışmayı ya da okumayı önerir misin?”.  Üniversiteyi ve şarap eğitimimi yurt dışında aldığım için elimden geldiğince bu sorulara cevap vermeye çalışıyorum. Ancak farklı bakış açıları duymak,  hikayeler dinlemek ve yeni insanlar tanımak çok önemli. Bu yüzden bu ay sizinle Şef Tolgar Mireli ile yaptığım röportajı paylaşmak istiyorum. Kendisi uzun yıllar yurtdışında kalmış, Michelin yıldızlı restoranlarda çalışmış, hem hırslı hem de idealist bir şef. Şu an Akdeniz Üniversitesinde uygulamlı mutfak derslerine giriyor. Kendisini ileride çok daha fazla duyacağız. Şimdiden yolu açık olsun!

 

1.      Öncelikle seni tanımayanlar için biraz kendinden bahsedebilir misin?

 

Ben Tolgar Mireli, 31 yaşındayım ve 11 yıldır yurtdışında yaşıyorum. Bunun 3 yılı eğitimim geriside dünyanın çeşitli ülkelerinde Michelin yıldızlı restaurantlarda çalışmam ile geçti.

 

2. Yemek yapmaya karşı özel bir ilgin olduğunu ilk ne zaman fark ettin?

 

Çok klasik olacak ama çoçukluğumdan beri mutfak ve yemeğe özel bir ilgim vardı. Annem’in anlattığına göre daha doğru düzgün konuşamazken bile yemek piştiğinde illa ki tencerenin içini görmek istermişim, her malzeme eklendiğinde Annem kucağına alıp pişen yemeği göstermek zorunda kalırmış, yoksa ağlarmışım..

 


3. Sende yurt dışında eğitim gördün. Bu sana nasıl bir farklılık kattı? Vizyonun hangi anlamlarda değişti?

 

Yurtdışında eğitim görmem, bana pek çok konuda faydalı oldu diyebilirim. Aslında zaten çift vatandaşlı (Türk-Alman) olduğum için, kültürel açıdan bana çok yabancı değildi. Türkiye’de de çok iyi okullar ve şefler var. Ama yurtdışında yalnız yaşamak bana pek çok açıdan özgüven, azim ve mükemmeliyetçilik kattı.

 

4. Mezun olduktan yurtdışında çalıştın. Burada ne tarz görevlerin oldu?

 

Yurtdışında ilk olarak Hamburg’da Ali Güngörmüş’ün yanında staj yapma fırsatım oldu. Daha sonra Dubai’de Burj Al Arab otelinin Al Muntaha adlı restaurantında 2 Michelin yıldızlı şef Björn Alexander Panek ile ardından Avusturya’da döneminin dünyanın en iyi kadın şefi olan 2 Michelin yıldızlı  Johanna Maier’in Hubertus isimli restaurantında sonra Londra’da Roux Ailesinin 3 Michelin yıldızlı Le Gavroche isimli restaurantındanve sonrasında San Fransisco’da 1 Michelin yıldızlı restaurant Gary Danko’da Junior Sous şef olarak ve son olarakta Avrupa’nın en ünlü tv aşçısı Johann Lafer’in 1 Michelin yıldızlı Le Val d’Or isimli restaurantında kendisinin Sous şefi olarak çalıştım. Bu sıralarda en büyük sıkıntım her restaurantta maksimum 2 yıl çalışmam, böyle kısa sürede pozisyon alabilmem için insanın kendini ispatlaması oldukça zor... Pozisyonu yükseldikçe sorumluluk ve mükemmeliyetçilik artıyor. Çalıştığım tüm restaurantlar 1-2 veya 3 Michelin yıldızlı dünyaca tanınmış restaurantlardı.

 

5. İş imkanını kendi çaban ile mi buldun yoksa okul ya da çevrende ki tanıdıkların yardımcı oldu mu?

 

Genelikle kendi çabamla buldum diyebilirim. Örneğin Ali Güngörmüş’e bizzat telefon ederk hiçbir ücret vs. İstemediğimi sadece onun yanında çalışmak istediğimi söyledim dünyanın en iyi 100 restaurantı isimli bir kitap aldım ve 40’a yakın restauranta ayrı ayrı mail attım, çalışmak istediğimi samimiyetle bildiridm bunlardan 4-5 tanesi bana dönüş yaptı ve ben bu restaurantlarda çalışabildim. Mesela Dubai’deyken Avusturya’daki Hubertus Restaurant beni bir deneme yemeği yapmam için oraya davet etti. Bir gün için atlayıp Avusturya’ya gittim yemek ve sunum çok beğenildi ve işe alındım. Tabi ki şansımda yaver gitti.

 

6. Yurt dışına gitmek isteyen öğrencilere ne tavsiye edersin? Nasıl bir kariyer planı çizmeleri gerekir sence?

 

Bu konuda beni arayan, benden yardımcı olmamı isteyen çok kişi oluyor. Aslında ülkemizde de çok değerli şefler var, benim için yurtdışında çalışmam, aynı zamanda da Alman vatandaşı olmamdan kaynaklanan bir avantaj oldu.

 

7. Kariyerinde hiç pişmanlığın oldu mu? Keşke onu farklı bir şekilde yapsaydım dediğin bir şey oldu mu mesela?

 

Aslına bakarsanız hiçbir pişmanlığım olmadı diyebilir. Ama ille de bir pişmanlık olmalı diyorsanız keşke mutfağa 15-16 yaşlarında aktif olarak girseydim ve mesleğe daha erken başlasaydım derdim.

 

8. Michelin yıldızı senin için en anlam ifade ediyor?

 

Michelin yıldızı çok çok önemlidir. Türkiye’ye Michelin yıldızı getirebilmeyi çok isterim. O olmasa bile o standartlarda, o kalitede ve sunumlarla, o mükemmellikte bir restaurant sahibi olmak en büyük arzum. Hep michelin yıldızlı restaurantlarda çalıştığım için ve yıldıza müracat edip, Kasım ayında açıklanan sonuçları beklemenin ne kadar heyecan verici olduğunu çok iyi bilen ve anlayanlardanım, elindeki yıldızı alındığında bunalıma girip, intihar eden şefler bile var ne yazık ki. Yani Michelin yıldızı bu meslek için çok özel ve önemli bir Başarı Ödülüdür.

 

9. Michelin’li ya da “fine dining” restoranlarda çalışmayı hayal eden gençlere önerilerin neler?

 

Bu tür işletmelerde çalışmayı isteyen herkese her şeyden önce temel eğiyimin çok önemli olduğunu belirtmek isterim. Çok ayrıntılı, donanımlı ve disiplinli bir temel eğitim şart. Bunu tamamladıktan sonra yıldızlı restaurantları takip etmek, kovalamak ve gerekirse ısrarcı olmak gerek. Buarada uzun ve yorucu çalışma saatlerinden şikayetci olmamamk olmazsa olmazdır..

 

10. Yurt dışından Türkiye’ye dönmeye nasıl karar verdin?

 

Benim en başından beri amacım, hayalim ve hedefim elinde sonunda Türkiye’ye dönmekti. Bunun için, çok farklı mutfaklarda farklı ekip ve usullerle çalışarak kendimi çok geliştirdiğimi düşünüyorum. Amacım Türkiye’de en az 2 Michelin yıldız standartlarında bir işletme açıp, o kaliteyi her alanda devam ettirebilmek... En önemli yurda dönme sebebim tabi ki ‘Vatan Hasreti’.

 

11. Son olarak, Gastronomi alanı Türkiye’de nasıl gelişecek? Bu alanda kendini geliştirmek isteyen arkadaşların ilk hedefi ne olmalı?

 

Gastronomi alanı Türkiye’de oldukça gelişme yolunda. Bu meslek dalı son yıldarda iyice populerleşti. Ancak 4-5 ay yemek ve aşçılık kurslarına katılıp, sonrasında da 2 ay staj yapıp kendini şef diye gören kişilerde çoğunlukta. Bu kişiler elbet bu piyasayı canlandırıyor ve rekabet alanı sağlıyor ama aşçılık bu kadar basite indirgenecel bir beslek değil.. Öğrenmenin her konuda olduğu gibi bu sektörde de sonu yok. Kişiler sürekli kendilerini geliştirmeye devam etmelidir. Her şeyden önce egolarını bir kenara bırakıp, azim, tutku ve heyecan ile çalışmaları ve ‘Beyaz Ceket’ e saygının gerektirdiği şekilde bu yolda ilerlemeyi göze almalıdırlar.