21 Kasım 2016 Pazartesi

Bir Kahve Masalı / Erhan Sertbaş


 
 
 
 
 
“Bir varmış, öteki yokmuş”

 
Martı Jonathan Livingstone’la birlikte kahve salonuna giren Bir, içeriyi dikkatlice gözden geçirdikten sonra her zaman oturdukları bahçenin köşe masasına doğru yöneldi. Tam zamanlı ayyaş Martı Livingstone ise kahve tezgahının önündeki sıraya ilişerek, vitrin dolabının arkasına dizilmiş bin bir çeşit pastalar, kurabiyeler, sandviçler arasında hülyalara daldı. İçinde bulunduğu ruh halini yansıtan dilinin ucundaki şarkıyı, bazen davul sesine öykünen sesler çıkararak bazen de mırıldanarak, sürdürmeye çabalıyordu. Arada bir dudağının kenarına neredeyse yapışmış, külü düştü düşecek sigarasından kısa nefesler çekip, kendisine iğrenerek bakan sıradakilerin yüzlerine üflemeyi de ihmal etmedi. Tezgahın arkasında karıncalar gibi çalışan ekibe ilişti gözleri bir ara, içinden “Hıh” dedi, mutsuz bir tavırla. Her gün buraya gelmesine karşın ekip yine değişmiş, tanımadığı gençler geçmişti tezgahın arkasına. Sıra kendisine geldiğinde tezgahtaki çocuğa;

 

“Bir espresso, bir americano” dedi, öfke yorgunu boğuk bir sesle. Çocuk;

 

“Hangi boy olsun efendim?” Diye sorduğunda ise kafasına göre takılmasını söyledi ama çocuk henüz sözünü bitirmemişti; kağıt bardağın üzerine yazmak için yeniden sordu;

 

“Beyefendi, adınızı söyler misiniz, beyefendi ne yazalım?”

 

Sigarasının bulunduğu taraftaki gözünü kapayarak bir nefes çekti ve bu sırada tezgahın üzerine düşen külüne aldırmadan;

 

“Martı” dedi;

 

“ Martı Livingstone.” Bir yandan da buruşuk, tor top olmuş eski bir kağıt parayı tezgahın üstüne koydu.

 

“Yalnız burada sigara içmek yasak Martı Bey” dedi tezgahın arkasındaki çocuk, yarı çekingen, yarı ürkmüş bir sesle.

 

“Tamam, sorun değil” dedi umursamaz bir tavırla;

 

“Birazdan söner.”

 

Tezgahın sonuna geçip kahveleri aldı; bir tepsiye dikkatlice yerleştirdi ve Bir’in oturduğu masaya yönelirken boşta kalan eliyle cebinden çıkardığı yarısı yenmiş, bayat bir simit parçasını kemirmeye başladı. Salonun kalabalığa özgü gürültüsü, daha yüksek perdeden, hatta bütün dikkatleri bölen bir sesle kırıldığında Martı Livingstone bir an irkildi ve durdu. Neredeyse elindeki kahveleri dökmesine neden olacak sese doğru döndü, yüzüne takınabildiği en korkunç ifadeyi yerleştirdi ve bir anda umursamaktan vaz geçip Bir’in çaprazına oturdu.

 

“Rowling, J. K Rowling, Latteniz hazır” diye bağırıyordu yüksek perdeli sesin sahibi.

 

Orta masalardan birinde, otuzlu yaşlarının sonlarında gösteren sarışın bir kadın ayağa kalktı; gömleğini pantolonunun üzerine doğru çekiştirip giysilerini düzeltti. Masadan aldığı kurşun kalemi; sanki saçlarını tutturmak ister gibi başına doğru götürürken birden sol elini eskrim karşılaşmasına hazırlanan bir sporcu gibi geriden başının üstüne doğru yöneltti. Sağ elindeki kurşun kalemi de bir kılıç gibi ileriye uzatıp bedenini gerdi. Bir büyücü edasıyla ya da daha çok Harry Potter’a özgü bir hareketle sağa sola uyumlu dönüşler yaptırdı kaleme. Çığırtkan çocukla göz göze geldiler ve kadın kalemi kendisine doğru iki kez sallayarak gel işareti yaptıysa da çocuk ellerini yana açıp çaresizmiş gibi davranarak bu daveti kibarca reddetti. Bütün bu havalı gösteri, kahvesini masasına getiremediği için kalkıp tezgaha yöneldi. Kahve bardağını plastik tepsiye yerleştirirken çığırtkan çocuğa bakıp;

 

“Bayan Rowling olacaktı” dedi.

 

Dünyanın tam orta yeri olduğu söylenen bu kahve salonundaki müdavimler, sonraları aynı kahve salonunun başka şehirler ve ülkelerde açılan tüm şubeleri için de “Dünyanın tam orta yeri” söylemi kullanıldığından bu savı ciddiye almasalar da salona bağlılıklarını yitirmemişlerdi. Onları buraya çeken şey kahveden çok, ortamın sattığı gösterişti. Bir de el altından yapılan duygu ticareti.

 


Bir, Herman Mellville’in değme kahramanlarına taş çıkartacak biçimde denizciye benzemesine karşın bütün gün boyunca ağır, paslı sac parçalarını birbirine kaynaklayan sıradan bir tersane işçisiydi. Uzun yağlı saçlarının bir kısmını örten siyah yün beresi ve birkaç günlük kirli sakalı, kırklı yaşlarının ortalarındaki bu adamı çekici kılmakla birlikte, sıradanlaştırıyor, dikkatlerden kaçmasını sağlıyordu. Bulunduğu her yerde sessizliği nedeniyle varlığının zor anlaşılması, onun görünmez olduğu düşüncesini doğuruyordu Martı Livingstone’un kafasında. Ancak iyi bir gözlemci, Martı Livingstone ile arkadaşlığından başka, duruşunun bile bir masal kahramanı havasında olduğunu yakalayabilirdi.

Willy Wonka, yaptığı duygu ticaretindeki başarılarının verdiği güven ve abartılı gururuyla girdi salondan içeri. Kahve salonunun kuralları gereği adı, istediği kahvenin bardağı üzerine yazılmak üzere yüksek sesle soruldu ve yazıldı. Bardak, birazdan gerçekleşecek randevusunun nirengi noktasıydı ve bu yöntem duygu ticaretindeki gizliliğin birinci kuralıydı.

Yeterince anlaşılamamış bir mühendisin tasarladığı ve kodlarını yazdığı bir cep telefonu uygulamasıydı bu. İnsanlar uygulama üzerinden birbirlerini buluyor ve kahve salonunda buluşma randevuları veriyorlardı.

Eğer birilerinin duygularından yararlanmak istiyorsanız ve bedelini ödemeye hazırsanız, sadece aradığınız duygu sahibinin adını ve sizde uyandırdığı duyguyu takip etmeniz yeterliydi. Duygu tacirleri çoğunlukla doğrudan iletişimi seçseler bile bazen ve kimseye hissettirmeden yardımcı maddeler kullanmayı da tercih edebiliyorlardı. Bu günlerde öfke en ucuz, aşksa en zor bulunan ve en pahalı duygulardı. Nefret, korku, kibir, mutluluk, umut, kıskançlık, gurur, sevgi, açgözlülük, kin, merhamet, hepsi ve daha niceleri duygu tacirleriyle birkaç kahve sohbetinin ürünleri olabiliyordu. İyi bir duygu taciri, merhametle kibir arasındaki ince çizgiyi, öfkeyle korkunun yakın akrabalığını size fark ettirmeden duyumsatan kişiydi. Ama bunların içindeki en önemli ve alınması dikkat gerektireni, yaşanmışlık duygusuydu; gerçekten iyi bir uzmanla neredeyse yıllar süren bir seansın ürünüydü bu. Ve bir o kadar da pahalı bir ürün.

 

Martı da, Bir de ortada dönen bütün bu duygu ticaretini en ince ayrıntısına kadar bilseler bile kimi zaman kahve parasını çıkarmak dışında içinde yer almadılar. Çoğu zaman uzaktan izledikleri bu gösteriden kendileri adına yeterince pay çıkarabiliyorlardı.

Her türlü duygu ticaretini, insanların bunu kolayca alabilecekleri ve buluşma noktasının yeterince güvenilir bir yer olmasını sağlamak salonun ününü giderek arttırmıştı. Güven duygusunu yalnızca kahve salonu satabilirdi ve bütün duygu tacirlerinin ürün güvencesini sağlamışlardı ancak görüntüden öteye geçmiyordu bu. Güven öyle kolaylıkla sağlanabilecek bir duygu değildi. Giriş kapısının hemen üzerindeki tabelada yer alan logo, her ne kadar denizkızı olduğunu iddia etseler de bir Sirendi. Efsaneye göre Sirenler gerçekten büyülü şarkılar söyleyip açıklardaki gemilerin adalarına yönelmelerine ve kayalıklara çarpıp batmalarına neden oluyor, sağ kalan denizci olursa da kendileri öldürüyorlardı. Bu yaratıkların belden aşağısı bir balığın kuyruğunu andırıyordu ve bu yüzden denizkızlarıyla çok karıştırılıyorlardı. Belden yukarıları ise son derece çekici çıplak bir kadın görünümündeydi. Çok ender de olsa bazı güçlü, kuvvetli denizcileri esir alıyorlar ve üremelerine hizmet ettikten sonra onları da öldürüyorlardı.

 

Kahve salonunun başarısı, bu efsanedeki büyülü şarkıların yerine dahiyane bir biçimde; görünüşte kahve kokusunu, arka planda ise duygu ticaretini yerleştirebilmesiydi. Öte yandan dünyanın dört bir yanından getirdikleri kahveleri süslü püslü adlarla, -üstelik kağıt bardakta- sunmalarına karşın, müşterilerine “önemli insan” olma beklentisini satmayı başarmışlardı. Gerçi bunu sağlamak için Hollywood’dan biraz yardım almışlardı ama bu önemi körükleyen en güçlü etkilerden biri de pahalı olmalarıydı.

 

Bir’i buraya çeken, önceden olduğu gibi ne duygu ticareti ne de kahve kokusuydu. Kazadan sonra Martı Livingstone’la birlikte, her gün iş çıkışında geliyordu kahve salonuna. Salonun girişinde asılı tabeladaki Siren onun için çok tanıdıktı ve bir gün onun için geleceklerini biliyordu.

 

Bir belki biraz daha dikkatli olsaydı bu kazanın önüne geçebilirdi ama gözden kaçırdığı o kadar çok şey vardı ki. Her hafta sonu aynı kahve salonundan aynı kahveyi alır, hep aynı saatlerde iskeleye gelirdi. Denize çıkamayacağı havalarda bile –ki o zamanlar bir teknesi vardı- bu döngü değişmezdi. O günün de diğerlerinden pek farkı yoktu. Sahil yolundan iskeleye yönelmiş, bir yandan bağlı teknelerin çalışanlarıyla selamlaşıyor, bir yandan da kahvesinden küçük yudumlar alıyordu. Bu rahat, gevşek yürüyüş az önce kazara tahta zemine devrilen sabunlu su kovasının gözünden kaçmasına yol açmıştı. Islak zemine bastı ve kayarak sırtüstü düştü. İskelenin tahta zeminine önce sağ kürek kemiğinin hemen altını ve ardından hâkimiyetini kaybettiği başını vurdu. Aslında elindeki kahveyi koruma içgüdüsü bu denli biçimsiz düşmesine neden olmuş, kahveyi kurtaramadığı gibi göğsü ve karnı sıcak kahveyle yanmıştı. Büyük bir acı hissetti sırtında ama daha da kötüsü çarpmanın etkisiyle sağ akciğerindeki hava boşalmıştı ve oluşan vakum etkisi nefes almasına engel oluyordu. Bir an panikleyip, ayağa kalkmaya çalışırken dengesini tamamen yitirdi ve iskelenin yanından denize düştü. Nefes alması artık olanaksız hale gelmiş, gözbebekleri büyümüş her şeyi çok keskin bir belirginlikle görmeye başlamıştı. Aslında görmekten daha çok, her şeyi, her ayrıntıyı, her duyguyu tam bir doygunlukla, hani deyim yerindeyse hiç tatmadığı bir mutlulukla hissediyordu. Öyle yoğun ve çekiciydi ki bu duygu, nefes alamadığını unutmuş, kendini tamamen bu sihirli dünyaya kaptırmıştı.

 

Işığı duyumsadığında dikkatini o yöne çevirdi ve kendini umutsuzlukla çevrili bir denizin ortasında yüzerken buldu. Sonra birden suyun içine çekildi. Sonsuz gibi görünen mavi yeşil suyun içinde alışılmadık bir hızla sol yanına doğru fırlatıldığını hissetti. Kendine geldiğinde bir iskelenin üzerinde sırt üstü yatıyordu ve yanında kadim dostu vardı; Martı Jonathan Livingstone.

 

Bir anda çevresini saran insanlar ürkmesine neden oldu. Onu sakince yerden kaldırdılar ve acele etmesini, çok zamanları olmadığını söylediler. Hızlıca iskelenin arkasındaki kayalıkların arasında uzanan bir patikadan kayalığın üzerine çıktılar. Hemen hemen hepsinin rahatça oturabileceği, belli belirsiz, tören alanını andıran bir düzlüğe geldiklerinde Bir’i tam karşılarına alacak biçimde bir yarım daire oluşturarak oturdular. Yedi genç kadından oluşuyordu grup. Şaşkınlık içindeki Bir’e, dünyanın tam ortasında olduğunu, korkmamasını, kendilerine Sirenler dediğimizi ve eğer onlarla uyum içinde olursa ona bir hediye vereceklerini, ama daha da önemlisi onlar için önemli olan bir şeyi kendisinden alacaklarını söyledi önder konumundaki kadın. Kayalığın çevresini büyüleyici bir müzik kapladı. Sirenler bir yandan şarkı söylerken bir yandan da sağ ellerini Bir’e doğru uzatıp, avuçlarını açtılar. Her birinin elinde parlak, küçük bir cam küre vardı. Ellerini biraz daha kaldırıp, ters çevirdiler ve küreleri boşluğa astılar. Küreler serbest kalınca giderek ışımaya, birbirinden güzel renkler yaymaya başladı. Yere doğru uzanan farklı renklerdeki bu ışınların çizdiği garip şekiller bir dantel gibi zemine işleniyor ve her biri farklı renklere boyanıyordu. Küreler yavaşça ilerlediler ve Bir’in çevresinde bir halka oluşturup dönmeye başladılar. O sırada grup hep bir ağızdan;

“Renkler yoldaşın olsun, renkler yoldaşın olsun” diyerek sakinleşmesine yardımcı oldular. 

Bir, daha kendine neler oluyor diye soramadan kürelerin rüzgarına kederlerini, mutluluklarını, sevgilerini, güvenini, öfkesini, endişelerini, merakını, pişmanlıklarını ve daha bir çok duygusunu kaptırdığını anladı. Hoşuna gitmişti. Küreler gittikçe hızlandılar ve ışımaları beyaza dönüp, onun çevresinde kesintisiz bir ışık huzmesi oluşturduğunda Bir, bu gösterinin sonsuza değin süreceğini umarak kendinden geçti.

 

Martı Livingstone yolculuk için gerekli su ve erzakı kontrol ettikten sonra kendilerini bilinen dünyaya taşıyacak kayığa umutsuzca baktı. Gövdesi camdan yapılmıştı ve ortasında yükselen, yine camdan yapılmış direğe bağlı garip bir yelkeni vardı. Dikkatle bakınca bunun birbirinden farklı yüzlerce şapkanın yan yana dikilerek yapılmış olduğunu gördü. Çok geçmeden Sirenler tahta bir sedyede taşıdıkları Bir’i baygın bir biçimde kayığa koydular ve martı Livingstone’un kulağına gidecekleri yönü fısıldadılar. Boynuna astıkları silistre düdüğü ise yalnızca Bir çalarsa işe yarayacak, sisli havalarda sisi dağıtacak ve yollarını bulmaya yardımcı olacaktı. Düdüğün gerçek işlevi ise rüzgar durduğunda tekneyi çekmek için yelkendeki şapkaların sahibi olan denizcilerin ruhlarını çağırmaktı.

Üç sis, yedi fırtına geçirip, yüz yirmi iki gün boşlukta sürüklendikten sonra karayı gördüler. 

Bir, dünyaya döndükten ya da kendine geldikten sonra artık buranın o bildik yer ve kendisi olmadığını düşünmeye başladı. Günler geçip, insanların arasına karıştığında aslında var olduğunu ama aynı zamanda görünmez olduğunu keşfetti.

 

Martı Livingstone’la uzun süren bir sessizlikle kapıyı izleyip durdular. Ne geleceğini az buçuk tahmin etmelerine karşın nasıl tanıyacaklarını bilemedikleri şey için giriş kapısına bazen boş, bazen sıkıntıyla bakıp oturdular, oturdular… Sonra birden bir ses onları bu sihirli beklentiden uyandırdı. Siyah, kömür gibi gözleri vardı. Uzun dalgalı saçlarıyla uyumlu bu renge takıldı kaldı Bir. Masanın yanında sanki kendiliğinden belirmişti ve “Ateşinizi alabilir miyim?” diye sordu. Bir’in onay veremez telaşına aldırmadan çakmağı alıp, sigarasını yaktı ve teşekkür ederek aldığı yere koydu. Kısacık bir bakış attı Bir’in gözlerine ve oraya, gözlerinin tam içine kocaman bir yalnızlık duygusunu bırakarak ayrıldı.

 

Zaman ilerledikçe, gürültücü kalabalık yavaş yavaş azaldı. Birbirlerine kısaca bakıp, yüzlerinde  “tamam” ifadesini yakaladıklarında yine aynı sessizlikle kalkıp salondan ayrıldılar.

 

Sonbaharın giderek kışa döndüğü gecenin ilk saatlerinde, havanın küçük ısırıklar aldığı kulaklarını korumaya çalışarak evinin yolunu tuttu Bir. Sokaklar boş, dükkanlar çoktan kapanmıştı. Neredeyse sakin bir poyraz, kıyıda köşede kalmış birkaç kuru yaprağı havalandırdı ve çöp arabalarının yanına bırakılmış eski gazete parçalarını da sayfalarına ayırıp caddeye dağıttı. Sanki çok eğlenceli bir oyun oynayan ve her türlü yeteneğini sergileyen bir çocuk gibiydi. Üç, dört gazete sayfası havalanıp, kollarını kaldırmış usta bir zeybek oyuncusu edasıyla ağır, aheste dönüşler yapıp birkaç adım attı ve aynı zarafetle sokağın zeminine uzandı. Aklının kendisine oyun oynadığına emindi Bir, ama o da keyifli bir gülümsemeyle kollarını kaldırıp ağır ağır bu tekinsiz efelere eşlik etti.

Gökten üç elma düşmüş: üçü de çürükmüş!

 

Erhan Sertbaş

Ekim 2013 – Mart 2015 – Ekim 2016

Pendik - Antalya

 

 

CEVİZ AĞACINA BİR YAŞ / İlayda Zengin



Allı pullu akmıyor gözyaşı

öyle anne sarılışı

öyle çocuk yürüyüşü

balık yüzgeci

yaprağının damarı gibi masum kokuyorsa

yirmi bir yaşımın başında

Her şey geçiyor canımın en derini

Sana söylüyorum duy beni

Duy da söyle cevizağacına

Altmış yaşında da öyle kimselere söylemeden geçecek içim

Yeşil saflığı değil

Zifir siyahı saflığıyla bu sefer

 

Kanepelerinin rengini unuttuğum salonunda yalnız oturacağım,

Yaş süzüledursun sabahsızlığımızın uykulu morluklarından

Sen yine kimbilir bu yengeçliğinle bile nerelerde olacaksın

Tahta gıcırtılarıyla anlaşmalar imzalayacaktım bir de

Bak nolur erkenden onun için yumurtalar kaynatacağım

Kahve ölçeğini kendi göz kararımla ayarlamış olmamdan gurur duyacağım

Gel biraz sessiz olalım yedisinde saatin

Penceresine sarkan cevizağacının

Olağan kıskançlığına o sabah bir tanesini daha ekleyeyim

Bilmese de

Yedisini okuyamadan gözlerinin içinde ölesi tutmuş hevesini

 

İçerdeyim evinin

Hatta daha da kıskan cevizağacı

Salonun üçlüsünde

Onun olmasa da salonun kalbindeyim

Ucu püsküllü kırlentleri öpen de benim

Yaş burnumu geçti geçecek

 

Kırk yıllık hatrı olmayan kahve içmişiz o sabah

Yanlış ölçüden hep bunlar

Yanlış ölmeyelim de

Severek birbirimizi mazallah

Mezarımızın başına seni dikmesinler cevizağacı

Güldüğünü ilk kez gördüm onun

Ben çakmağı yakarken

Çakmak öyle yakılmazmış

İnsanın canı da bu kadar yakılmaz diyemedim

 

 

Birçok kum azaldı saatimden

Bir kum kaldı on biri kırk üç geçe

Yastığımızdaki toz zerreciklerinin annesi bu

Çocuklarını arayan gözü yaşlı

Kavuşamıyor içimdeki kum o yastıkla bir daha

Benim gözyaşı şimdi dudağımın kenarında

 

Kapı ağzında biriktirmişim gideceklerimi meğer

Ne çok kelime var hakkımızda biliyorum

Düğümlenemedik

Sonuç kısmı geldi hikayenin ne çabuk

Küçükken arka kapaklarını öptüğüm kitaplar gibi kaldı

Bir tahta gıcırdadı cevizağacı

 

Düştü galiba gözyaşı

 

Neolitik Sorular / Firkan Gülaydın


 
EPHESOS

 



Antik kentler her zaman beni farklı hislere bürümüştür.

Tarihin derinliklerinden günümüze kadar gelen izlere hep hayran oldum. Bu nedenle bu gibi kalıntıları ziyaret etmeyi çok seviyorum.

Genellikle ziyaretlerimi bu açık hava müzelerinin ilk açılış saatinde yapıyorum, ki fazla turist yoğunluğu içinde kalmayayım ve gezimin tadını çıkarayım. Bir diğer tercihimde yalnız olmak.

Hierapolis ve Laodikeia gezilerimde aynı şekilde olmuştu. Bu kez Roma’nın en büyük Liman Kenti ve Anadolu’ya açılan kapısı olarak bilinen, Hristiyanların önemli Hac merkezi, Tanrıça Artemis Tapınağının bulunduğu ve Meryem Ana’nında yaşadığı bilinen kutsal şehir Efesti.

Ziyaret saatinin başladığı an  görevliye kartımı uzattım. Koca göbekli, lacivert üniformalı adam beni inceden bir süzdü. Rüyandamı gördün, diyerek takıldı. İnsanlar gelmeden gezip fotoğraf çekmeliyim, dedim. Böylesi mimari  bir yapının içinde fotoğraf karelerinde insanların görünmesi pek hoşuma gitmiyordu.


Koşar adım içeriye girdim. Beni ilk olarak yirmi beş bin kişilik taştan dev bir tiyatro karşılamıştı. Roma döneminde gladyatör yarışlarına da sahne olan bu yapı aslında M.Ö 1050 yılına kadar uzanan bir geşmişe sahipti. Tiyatronun en üst kısmına tırmanıp oturdum. Etrafta bir kaç kedi vardı ve umarsızca yalanıyorlardı. Bense zihnimde burada yaşananları, geçmişteki insanları canlandırmaya çalışıyordum. O dönemlerde sanat, mimari, görsel, sosyal hayatta ve sınıflarda önemli bir yere sahipti. Bunu sezebiliyordum. Neredeyse sanatsal olmayan hiç bir şey yoktu. Etrafı incelemeye devam ederken aniden sahneye bir kadının çıktığı fark ettim. Arkadan mızıka sesi duyulmaya başladı. Kadının uzun pelerini arkasından sürükleniyordu. Kendi etrafında dönüyor, kıvrak hareketler ile dans ediyordu. Ansızın tüm tiyatro dolup taştı ve hep bir ağızdan anlamadığım bir dilde bir şeyler haykırmaya başladılar. Sahneye ilk çıkan siyah saçlı kadının arkasından beş altı kişi daha çıktı. Dans ritimleri yavaşladı. Alanın hemen önünde ki beş on lejyoner elleri ve ayakları zincirli iki adam getirdiler ve ortada ki yüksek taşın üzerine çıkardılar. Tüm insanlar çıldırmış gibiydi. Az sonra bu iki adamın idam edileceğini düşünmeye başladım. Pek yanılmadım ama tarzları biraz faklı olmuştu. Erimiş altın ile bu iki kişinin ağızlarını dağladılar. Bu bir ceza yöntemleriydi ve halka göz dağı vermişlerdi.

O an insanın insanı cezalandırmasının tarihinten bu yana olduğunu anlamıştım. Şuçları neydi peki. Her ne yaptıysalar belki de haklılardı. Şimdi ömürlerinin geri kalanını dilsiz ve ağızları parçalanmış olarak geçirmek zorunda kalacaklarıdı. Neye göre yargılanmışlardı? Roma’nın kurallarına göre. Peki bu kurallar yüce Artamis’in çıkarları için değil miydi? Valinin çıkarları için? Efes limanına mal getiren mısırlı zengin tüccarların çıkarları içn değil miydi?

Sustum. Garip bir şekilde o adamlar için hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Binlerce yıl öncesinde bile adalet kavramı malesef yoktu. Peki şimdi nasıl adalete olan inancımı koruyacak ve bu yolda savaşacaktım. Güçlüler güçsüzleri eziyor, her hangi bir şeye – bir tanrı, bir varlık ya da nesneye – inanıyorlarsa, onlar için inanmayanlar hep yanlış yoldaydı. Kafamda bir çok soru işareti vardı. Kendimi topladım ve  mermer caddeden yukarıya doğru yürümeye başladım.

Çok geçmeden kurulu bir pazar yerinin içinden geçtim ve Celsus kütüphanesinin girişine vardım. Ben bu iki katlı harika kütüphanede yazıtlar bulacağımı umuyordum ama malesef geç kalmıştım. Bir hafta önce yapılan saldırıda çıkan yangın sonucu binlerce eser kül olmuştu ve yapının arka duvarı çökmüştü. Yinede kalan eserleri toplama çabalarını görmek sevindirmişi beni. Neydi bunun anlamı? Binlerce yıl öncesinde de okumaya, araştırmaya, güzel eserler bırakmaya düşman olan kişiler vardı. O an şu soruyu sordum, tarih neyi değiştirebilmişti?

İnsan oğlunun geçmişinde bu denli zulüm, acı, savaş, cahillik, aç gözlülük varken; neden bir ders alamıyorduk? Bu oyunun kuralı bu muydu?

Esen sert rüzgar ile irkildim ve donup kaldığım yerden yoluma devam ettim. Lidyalı Kral Croesus bu sıralar Tanrıça Artemis için devasa bir tapınak yapmaya hazırlanıyordu. Bu yüzden şehirde ciddi bir hareketlilik vardı ve gelen gemilerin sayısı neredeyse dört katına çıkmıştı. Kölelerin dışında halkta bu tapınakta çalışmak için gönüllüydüler. Çünkü; Tanrılarını memnun etmek onları hoşnut kılacaktı. Ve yüzyıllar boyunca yaşayacak, efsaneleşecek ve hatta ileriki bir çağda Dünya’nın yedi harikasından biri olarak sayılacaktı bu mimari. O an gülümsedim. Eğer Kral halkına deseydi ki; öyle bir eser inşaa edelim ki, yüzyıllarca yaşasın ve efsane olsun. Eminim böylesi kusursuz bir yapı alsa yapamazlardı. Onlar Yüce Artemis’e layık taştan bir eser yaptılar hepsi bu.
 

Agora adlı meydanın solunda duran bir eve izinsiz girdim. Mutfak anlayışı gelişmişti. Hamamdan gelen sıcak suları kullanarak bir nevi kalorifer sistemi kurmuşlardı. Güneş içeriye sepya ışınlar saçıyordu. En arkada bulunan odaya doğru ilerledim. Burası bir çocuk odasıydı ve duvarlarında taştan melek figürleri vardı. Hayran kalmıştım. Bu insanlar taşa hükmediyorlardı. Ben bu eşsiz manzarayı izlerken arkamda bir kadın belirdi, göz göze geldiğimizde fazlası ile ürkmüştüm. Kadının duru bir güzelliği vardı. Bir tas içinde bana su uzattı. İstemem, dercesine sağ elimle işaret yaptım. Bana bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum. Dilini anlamadığımı fark ettiğinde el işaretiyle beni diğer odaya davet etti. Sandalye benzeri ahşap bir şeyin üzerine oturdum. İstemsiz bir şekilde o ne derse yapıyordum. Korkmuştum. Bekle dedi. İçeriye fırladı. Bense bir anda dışarı kaçmayı düşündüm ama bunu eyleme dönüştürmeden kadın içeriye geldi. Elinde kahverengi bir sığır derisi vardı. Önce bıçakla deriyi kesti, küçük parçalar haline getirdi ve yanıma yaklaştı. Çok sakindi. Gözlerime baktı. Bacağımı kendi bacaklarının üzerine koydu ve kot pantolonum da ki yırtığın üzerine kestiği derilerden birini getirdi. Sonra tel ve iplik benzeri şeyle deriyi pantolonuma dikti. O an ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Kalbimden ciğerlerime doğru bir ferahlık dolmuştu. Üzerimde yırtık bir kot vardı. Kadın tüm bu yırtıkları yamamıştı. Sanırım beni uzak yoldan gelen bir seyyah sanmıştı, belki de bir dilenci kim bilir? El ve vücut hareketleriyle ona memnuniyetimi belirttim ve dışarıya çıktım. Salakça kahkaha atıyordum. Eskiden yırtık, yamalı şeyler giymek ayıplanırdı. Bir fakirlik göstergesiydi. Giyenler utanır, sıkılırdı. Şimdi; dönüp o kadına desem. Bu bizim çağın modası ve bunun için bizler para ödüyoruz. Evet evet yırtık bir elbise alabilmek için çırpınıyoruz. Ne kadar aptalca değil mi?



Zaman bize garip bir oyun oynuyor ve ansızın geçmişle geleceği döngülüyordu.

Tekrar Odeon’a gitmeliydim. Mermer sütunlar ve anıt mezarlar ile çevrelenmiş caddede yürüdüğüm sırada, limana yeni yanaşmış bir askeri gemiden inen denizcilerin şehir meydanına doğru yürüdüklerini gördüm. Sonra garip bir şey fark ettim. Askerler yere bakıyorlar, sonra, ya aşağı tünele iniyor ya da cadde boyunca devam ediyorlardı. Yaklaştım. Yerdeki taşta boş bir kalp resmi ve bir sol ayak izi vardı. Çok geçmeden mesajı anlamıştım. Kalbin boşsa  soldan git. Sol tarafta, karşıda ki hamamın aşk odalarına giden bir geçit vardı ve orada eğlenmek isteyen genç kızlar denizciler ile vakit geçiriyor hatta evlenmek için aday bile seçiyorladı. Kalbi dolu olanlar ise sağdan giderek hol da ki alanda yemek yiyip şarap içiyorlardı. Çıldırmak üzereydim. Ne yani? Hani şu sabahları tüm kanallarda olan evlilik programı gibi bir şey miydi bu sistem? Gülüyor, düşünüyordum.




Tekrar tiyatroya varmıştım. Akşam çökmek üzereydi. Tepelerde boş bir yere oturdum. Umduğum gibi olmuştu. Burası dolu olduğuna göre yakın zamanda ya bir ayin ya da bir gösteri yapılacaktı. Beklemeye başladım. Meşaleler yanmıştı. Ateşin yansıması nöbetçi lejyonerlerin yüz hatlarına vuruyordu. Omzuma birisi dokundu. Kısa boylu, çekik gözlü ve iri gözlüklü bir adamdı. Elindeki haritayı bana uzatarak şöyle dedi, ‘’Where is toilet?’’. Haritaya baktım ve WC yazılı olan alanı bulup tarif ettim. Sonra şoka girdim. Aman Tanrım bu bir uzak doğuluydu ve benimle ingilizce konuşmuştu! Adamın arkasından baktığım da etrafta gezen Koreli bir turist kalifesi olduğunun farkına vardım ve kediler yine yalanıyorlardı! Hayırrrr yaaa, dedim haykırarak. Tüm bu zaman yolculuğu yaşlı bir Korelinin çişi geldiği için mi bozulmuştu? Gülmeye başladım. Ulan dedim, bari Meryem Ana kilisesini sorsaydın? Wc ne?

Yavaş adımlarla tarihin içinden geçerek çıkış kapısına geldim. Sabah bana takılan mavi üniformalı görevli yerini bir başka üniformalıya çoktan bırakmıştı. Otoparka gidip arabaya bindiğimde pantolonuma dikilmiş deri parçalarını fark ettim. Zaman bana garip bir oyun oynuyordu. Hayır hayır halüsinasyon değil di bu. Sarhoşta değildim. Çünkü; henüz şirinceye gidip şarap içmemiştim...

 

Altın değerinde bir yiyecek; Beyaz Trüf! / Ayseli İzmen

 
Dünyanın en pahalı yiyeceğinin  bir mantar çeşidi olduğunu söylesem inanır mısınız? Öyleyse sıkı durun, çünkü birazdan okuyacaklarınıza hayret edeceksiniz.
 
 



Bir mantar hayal edin gramı 150 lira. Tekrar ediyorum GRAMI 150 lira! Olur mu öyle şey dediğinizi duyar gibiyim. Ancak her yıl Ekim ayı itibari ile bir çeşit mantar türü olan Beyaz Trüf, gramı 4 ila 50 avrodan alıcı buluyor.

 

Peki nedir bu beyaz trüf?

 

Dünyanın en pahalı ve nadir bulunan yiyeceklerinden biri olan Beyaz Trüf, özellikle İtalya’nın Alba bölgesinde yetişiyor. Beyaz trüf diğer mantarlar gibi laboratuvar ortamında üretilemiyor. Bu da bu yiyeceği çok daha değerli kılıyor. Beyaz Trüf, diğer mantarların aksine, yerin altına yetişiyor. Her sene Ekim ayı itibari ile avcılar eğitimli köpek ve domuzlarla bu mantarları avlamak için ormana gidiyor ve özenle yerin altından bu mantarları çıkartıyor.

 

İtalya dışında Fransa, İspanya ve Hırvatistan’da da yetişen beyaz trüfler, geldiği bölgeye, büyüklüğüne, ve çeşidine göre fiyatlandırılıyor. Alba’da ortalama bir beyaz trüf gramı 4 euroya satılırken bu rakam gramı 35-40 euroya kadar çıkabiliyor.




Örneğin 2014 yılında İngiltere’de yapılan bir müzayedede, 1.8 kg ağırlığındaki beyaz trüf tam $90,000 alıcı buldu!



Peki bu mantar gastronomi için neden önemli?

 

Beyaz trüfün aroma profili diğer bütün mantarlardan çok farklı. Bu narin ve pahalı yiyecekte mantardan gelen aromalara ek olarak bal, saman, sarımsak, baharat, hafif nem, toprak ve amonyak aromaları da mevcut. Beyaz trüf özellikle tajarin ( Piemonte bölgesinde üretilen bir çeşit noodle), et tartar, kızarmış yumurta ya da peynir fondü ile tavsiye ediliyor. Genellikle

tavsiye edilen tüketim miktarı ise 5 ila 10 gram arasında değişiyor. 

 



Eğer beyaz mantarı tatmak isterseniz her sene Alba’da yapılan beyaz trüf festivaline gitmenizi tavsiye ederim. Uluslararası Alba Beyaz Trüf Festivali, özellikle midesine düşkün herkesin mutlaka gitmesi gereken festivaller arasında…Ben bu sene gittim ve çok keyif aldım. Kasımın son haftasına kadar sürecek olan bu festivali herkese öneriyorum.

 

 

 

 

 

 

Sevgili Öğretmenlerim / Erhan Sertbaş


İlkokula başladığım gün yazmaya da başladım. İlk defterimin ilk sayfasına, ilk ödevim olan büyük A harfini andıran sivri köşeli bir çizimi önlü arkalı iki sayfaya çizdim durdum. İlk eserim sayılır. Sonrasında yazma serüvenimin okumayı bilmeden yürümeyeceği inancında olan öğretmenlerim, harflerin karşılığı olan sesleri önce kendileri çıkarıp sonra bize tekrarlattılar. Sonraki günlerde ilerleme kaydetmek adına olsa gerek bazı harf birleşimlerinin karşılığı olan, -heceymiş sonradan öğrendik- sesler çıkardıklarına bizi ikna ettiler. Düşünsenize “A” ve “L” harflerinin yan yana gelince “AL” sesi vereceğini söylüyorlar ve buna inanmamızı bekliyorlardı. Mecburen yedik. “A” ve “L” yan yana gelince neden “ALE” olmuyordu; bilen yok; soran da yok. Birkaç gün sonra bu birleşime bir de “İ” harfini ekleyince iyice dumur olduk. Öğretmen ısrarla bunun “ALİ” olduğunu iddia ediyordu ve sıra arkadaşımız Ali’nin bildiğiniz kara tahta üzerinde bu kadar az harfle şekil bulması, o yaşta yaşayabileceğimiz mucizelerin en büyüğü olmalıydı. Birileri sağlam yalan söylüyor ama kim? Bana göre “A” ve “L” evlenip “İ” adında bir çocuk sahibi olmuşlardı ve bu ailenin adı elbette “ALİ” olabilirdi.

Bu “A” yıllar boyu yakamdan düşmedi. Bunun bir de kardeşi var; “B” diye. Bunlar bazen, birbirinden ayrı iki şehir ya da iki farklı araç, iki farklı “Kuvvet”, bir çizginin iki ucu, bir antlaşmanın maddeleri, üçgene köşe olmak gibi aklınıza daha ne gelirse, her kılığa girdiler; “Öğrenim hayatım” boyunca. Şerefsizler.

Bir de matematik diye bir şeyden bahsediyorlar. Var ama görünmüyor. Tanrı gibi bir şey olsa gerek. Öğretmen tahtaya daha önce görmediğimiz yeni semboller yazdı ve bunların rakamlar olduğunu söyledi. Ben zaten saymayı biliyordum “On”a kadar ama yetmezmiş daha da saymalıymışım. Önce “Yüz”e, sonra da artık nerede durabilirsen oraya kadar saydık da saydık ama daha “On yüz milyon bin”e kadar sayabilen ve yazabilen bir babayiğit çıkmadı o da ayrı.

Bu matematiğin içinde işlem dedikleri şeyler var. Topluyorsun, çıkarıyorsun daha bir sürü şey yapıyorsun ama hepsi ya tahtanın üzerinde ya da defterin içinde, silince kayboluyor. Neyse ki şimdilik sadece dört işlemden bahsediyorlar. Önceleri elmalar, armutlar vardı sürekli böldüğümüz, paylaştırdığımız, bazen toplayıp bazen çıkardığımız. Yaşımız büyüdükçe elmalar, armutlar kayboldu, bilmediğimiz bir evrenin, anlaşılamayan dilini öğrenmeye çalışıyorduk artık. “Limit” diyordu uzaylı tanrısı; “X üzeri eksi bir sonsuza giderken” diyordu, “X’in karesini, Y’nin karesiyle çarpınca” diyordu… biz ağlıyorduk…

Sonra bir gün, zorunlu olan bu okulların bittiği gün anladım başımdan geçen bu absürd dayatmanın ne işe yaradığını. Zar zor kapağı attığım üniversite yıllarımda kimse bana şunu da öğrenmelisin demedi; Profesörler derslerini anlatıp geçtiler ve sonunda da öğrenmiş misin bakalım, anlamında sınavlar yaptılar. Öğrenme tercihi bana aitti ve ben bu akıl almaz büyüklükteki bilgi evrenine o absürd dayatmanın bana kazandırdığı anahtarlar sayesinde girebilmiştim.

Siz sevgili öğretmenlerime çok teşekkür ederim demek geçiyor aklımdan ama duyduğum minneti anlatacak yetenekte sözcükler değil bunlar. Hatta bunu hakkıyla ifade edebilecek sözcükler de henüz yok bence. Şimdilik; çok teşekkür ederim sevgili öğretmenlerim. Öğretmenler gününüz kutlu olsun.

''YAŞAYAN HAFIZA: TINO SEHGAL 300 PERFORMANS SANATÇISIYLA PALAIS DE TOKYO’DA" / Huma Kabakcı


Palais de Tokyo, İngiltere doğumlu, Berlin’de yaşayan dünyaca ünlü performans sanatçısı Tino Sehgal tarafından tasarlanan kapsamlı bir sergi sunuyor. Philippe Parreno tarafından 2013’de başlatılan “carte blanche” ın ikinci serisi, Palais de Tokyo’nun 13,000 m2 büyüklüğündeki alanının tamamını kaplayan sanatçıların müdahalelerinden oluşuyor. Aralık’ın 18’ine kadar devam edecek olan, Daniel Buren, James Coleman, Felix-Gonzales Torres, Pierre Huyghe, Isabel Lewis ve Philippe Parreno’nun mekana özgü enstalasyonları dışında tümü insanlardan oluşan bu sergi, Palais de Tokyo’nun alanını ve hissini başkalaştırıyor.

 




 

Pazar öğlen saatlerinde Palais de Tokyo daha yeni kapılarını açmışken, sergi alanına girmek için şeffaf, parıldayan, boncuklu bir perdeden geçiyorum.  Birden bire genç bir erkek çocuğu yanıma yaklaşıyor ve Tino Sehgal’in sergisini onunla gezip gezmek istemediğimi soruyor; heyecanla evet diyorum. Birlikte beyaz duvarlarla kaplı devasa alanı gezmeye başlarken “gelişme” sözcüğünün bana ne ifade ettiğini soruyor. Ben dikkatli bir şekilde düşünüp gelişmenin bana ne ifade ettiğini anlattıktan sonra genç çocuk bu defa kelimenin negatif bir anlamı olup olmadığını soruyor ve bu sohbetin akabinde 20’li yaşlarında genç bir adam yanıma gelerek beni diğer odaya yönlendiriyor. Nerede yaşadığımı, ne yaptığımı öğrendikten sonra ondan biraz daha yaşlı bir hanım gelip beni yine başka bir odaya götürüyor. Alanda dolaşmayı sürdürürken “gelişme” hakkında; “sence milliyetçilik kalksa ve bu dünyada hepimiz sınırlar olmadan rahatça yaşasak güzel olmaz mı?”, “Mars’ta yaşayabilsek sence nasıl olur?” gibi daha felsefi sorular sormaya başlıyor. Performansın içeriği tamamen basitken, aynı zamanda biraz rahatsız edici bir durumu da ortaya çıkarıyor. Soruların hepsini cevaplayayım mı, dinleyeyim mi yoksa kaçayım mı diye düşünmeden edemiyorum. En sonunda bu orta yaşlı kadın beni daha da yaşlı bir beyefendinin yanına götürüyor ve konuşmayı onunla sürdürüyorum.  O da kendi deneyimlerinden bahsederken “gelişme” kelimesine bağlıyor ve merdivenlerden aşağı indikten sonra performans bitiyor. Gittikçe yaşlanan performans sanatçılarıyla gezerken aslında hayatın değişik evrelerini gezmiş olduğumu ancak performans bittikten sonra fark ediyorum.




 

Aşağı katta yine çok yavaş adımlarla yürüyen Sehgal’in performans sanatçıları var. Sürü şeklinde hareket eden bu insanlar gitttikçe hızlanan bir tempoyla alanı turluyorlar. Bu esnada bir kız bana doğru yürüyor ve son derece özel bir anını ve yeni ilişkisini anlatmaya başlıyor. Yine yukarıda hissettiğim gibi ne yapacağımı bilemez haldeyken sırrını benimle paylaştıktan sonra uzaklaşıp diğer performansçılarla yürümeye devam ediyor.

 

Hem ilginç hem rahatsız edici olabilen bu sergi, 40 yaşındaki eski koreograf ve 2013 yılında “Golden Lion” ödülünü kazanan Tino Sehgal’in bugüne kadarki en kapsamlı sanat projesidir. 18 Aralık’tan evvel Paris’e gelmeyi düşünenlere, Palais de Tokyo’nun labirente benzeyen bu inanılmaz alanını etkileyici bir şekilde ziyaretçilerine gezdiren Sehgal’in sergisini şiddetle tavsiye ederim.


 

Bozuk Yoyo / Buket Konur


adam gamzelerine güveniyordu korkusuzca anlatırken hislerini
kadın gülüşünden emindi kaçırmazken gözlerini bir arada olmak asla tek dertleri değildi
bir arada olamamak da tek vazgeçiş nedenleri
adam bir gün bir başkasının bakışlarında boğuldu
kadın kıyıya vurmasını beklemedi istedikleri olmayınca
dudağını büzmekten daha çocukken ertelenmişti
 son ses müzik dinlerken ve sözde güven veren dostluğuyla adamın sırtını sıvazlarken
bir gece alkole teslim olup "bozuk yoyo" diye bağırdı ona adam
bunu bir çocukluk özlemi sanıp ölesiye yanılırken
kadın yıllar öncesinden bir resme ilham olmanın huzuruyla sarıldı
bu belki de olup olabilecekleri en yakın mesafeydi ve en hızla geçen zaman dilimiydi
kocaman gözlerinin gizlediği hüznüyle terk etti şehri kadın
biliyordu ki hiç kimse gitmesini engelleyebilecek kadar yer etmeyecekti
ve bir iki kafiyeli dizeden öteye geçemeyecekti.

Hançer / Achilles Valentin



Gün ışımak üzereydi. Son bir kez gözden geçirdiği mektubu özenle ikiye katladı. Bir yüzüne ‘Hançer’ yazıp üzerindeki yazı görünecek şekilde masanın üzerine bıraktı. Telefonunun ve tabletinin butonlarına bir kez daha bastı boş bir umutla. Ekranların ikisinde de yeni bir bildirim yoktu.

 

İçine yazlık ve kışlık bir kaç parça giysi tıkıştırdığı çantayı eline alıp kapıya yöneldi. Çıkmak üzereyken 25 yılını geçirdiği eve son bir kez bakmayı düşündüyse de yapmadı. Anıları silmek için atıyordu bu yeni adımları. Gereksiz yere yeni anılar edinmenin bir anlamı yoktu. Bir an önce sıyrılmak gerekti bu köhnemiş hayattan. Akılda yer edecek son bir izi kaldıracak kadar yüreği kalmamıştı.

 

Kapıdan çıkar çıkmaz bildik adımlarının sesi duyuldu evin içinden. Birkaç adım sonraysa mutlak sessizlik girdi içeri. Eşyalar bile birbirleriyle konuşmaya utanıyor, kendi hüzünlerini çekmek için birbirlerine saygı gösteriyorlardı.

 

Bir zaman sonra telefonun ekranı parladı. ‘Hançer’ yazıyordu yanıp sönen ekranda. Kısa bir müddet sonra eski karanlığına döndü telefon. Bir kaç saat sonra tabletin ekranı ışıldadı. “Naber?”diye soruyordu ‘Hançer’.

 

Derin bir sessizlik koyverdi kendini hava kararana dek. Kımıldamaktan korkuyordu eşyalar. Sonsuz yalnızlıklarının başında olduklarını biliyorlardı. Olanlarda hiç bir suçları olmadığı halde terk edildiklerini uzaklaşmasını dinledikleri ilk adımlarla anlamışlardı sabah.

 

Akşamüstü bir kez daha parladı telefonun ışığı. ‘Hançer’ arıyordu yine. Uzun uzun yanıp sönmedi telefonun ışığı ama hemen ardından parladı tabletin ekranı. “Küs müyüz?”

 

Sessizce bekledi ev, kapısının tekrar açılacağı günü. Daha ikinci günün başında tabletin ve telefonun sessiz can çekişmeleri başladı. İkisinin de sonsuz sessizliğe gömülmeleri uzun sürmedi. Güçleri yetmedi ayrılığa kapattılar kendilerini hesap günü için.

 

Bütün terk edilmişlerin çektiği acının bedelini yüzüne bakmadan çekilip kapatılan kapı ödedi. Kilidi kırılarak daldı içeri endişeli gözler. Mektup ilişiverdi eve yabancı gözlerin bebeğine. Heyecanla açıldı üzerindeki notun sahibi olmayan eller tarafından.

 

“Arka yüze yazdım ama belki anlamamışsınızdır. Bu mektup Hançer’e yazıldı. Bulun onu ve ona okutun. Siz okumayın.” diyordu en başında.

 

Çok gördü meraklı gözler ‘okumayın’ isteğini. Bir sorun vardı demek ki. Sorunun kaynağı belli ki bu mektup kişisiydi. Öylece bırakılmış gidilmiş evin terk edenini bulma ihtimali bu mektuptaydı belki diyerek avuttu kendini titreyen eller. Bir solukta okundu sahipli mektup sahibi olmayanlarca. Tıpkı birazdan sizin yapacağınız gibi.

 

“Biliyor musun? Dediğini yaptım ve çok düşündüm. Kafam kalın olduğu için anlamam günler aldı. Vardığım sonuç kalben inanmasam da sana ilk anda verdiğim cevapla aynı oldu. “Seni anlıyorum” demiştim ya, belki hatırlarsın. Gerçekten anladım.

 

Elime yüzüme bulaştırdım. Bütün ihtimalleri bir hamlede boşa çıkardım. Belirsiz, karanlık, gölgelerin hâkim olduğu yeni bir gelecek yazılıyor, makul bir gelecek inşa edilecekken ve kafamda ihtimal denizi kurumuşken.

 

Suç ve ceza. Bir suç işlediysen, kesilecek cezayı adam gibi çekmesini de bileceksin. Heyecanım kendime ihanet etmeme yol açtı. Söylediklerinin büyük bir kısmında haklıydın. Ama yine de tokat yemek nasıl ağır gelirse bir yetişkine sözlerinin bir kısmı çok ağır geldi. Kendimi senin yerine koydum sonra. Sonuna kadar haklıydın. Ben olsam ben de aynısını yapardım bana.

 

Neden böyle yaptım bilmiyorum. Ama sonuçta böyle oldu. Düşününce bir sıkıntı yok, evet. Ne ekiyorsan onu biçiyorsun bu hayatta. Ama yaşamın kendisinde kabul edilemez değişiklikler olunca ne yapacağını şaşırıyor insan.

Uykuya dalmak güçleşti mesela. O güzel huzur dolu rüyaları görme umuduyla yastığa baş koyma dönemi bir anda bitti. Yatak kırışık çarşafların arasında boğulmama mücadelesi verilen bir alan oldu. Gözlerimin gördüğü her nesne özelliğini yitirdi. Çiçeklerim bile ağlar oldu. İki günde bir onları sulayan ben, kendimle beraber onları da unuttum.

 

Çok uzatmaya gerek yok. Sen farkında olmasan da kayan yıldızlarla senin varlığın arasında bir bağ var. Sahte Işık'ların turuncuya boyadığı gecelerden birinde gözümün önünde art arda kayan yıldızları izlerken aklıma senin gelmen başka bir tehlikeyi getirdi aklıma.

 

Aynı gökyüzünün altında, hani elini uzatsan dokunacak uzaklıkta yaşıyoruz. Benim gördüğüm gökdelenleri muhtemelen sen de görüyorsun evinin penceresinden. Aldım iki elimin arasına başımı: düşündüm. Ya seninle karşılaşırsam? Kayan yıldızlardan birine atlayıp kaçabilsem tümden.

 

Önce birbirlerine sonra etrafa baktı meraklı gözler. Biri telefonu uykusundan uyandırdı elektrikle temas ettirerek. Açılır açılmaz tek kelimelik bir mesaj belirdi ekranda. Hançer’den geliyordu;

 

“Elveda”