19 Aralık 2016 Pazartesi

2016 BİTMEDEN / Selin Köken

 
 
 
 
 
Öncelikle;
 
Barış diledim bu yıl
Yaşam diledim
Çoçuklara, kadınlara, hayvanlara
Nefes alan herkese vicdan diledim
Sonra ;
Karşılıksız sevenim, sayanım
Her daim yanımda olanım
Arayanım, soranım
Zor günümde yanıma koşanım
Yüzümü güldürebilenim
Beni mutsuz edenim
Yazmamı sağlayanım
Beni benden iyi bilenim
Yol gösterenim
Yolumu güzeleştirenim
Gün doğmadan koşarak sahile indirenim
Kendime getirenim
Kardeş olmamı sağlayanım
Gözlerim bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezenim
Gözümün içini parlatanım
Kalbimi yerinden çıkartanım
Havalara uçuranım
Güçlü olmamı sağlayanım
Sokaklarda kahkaha attıranım
Durup düşündürenim
Sarılıp öylece kalakalanım
Bencil olmayanım
Nikah şahidi yapanım
Teyze olmamı sağlayanım
Yastığımı paylaştığım
Konuşmadan anlaştığım
Aklımdan geçenim
Hadi kalk gidiyoruz diyenim
Film izlerken uyuya kalanım
Çiçekleri sevdirenim
Bulutlarda gezdirenim
İyi ki varsın dedirtenim
Ve daha nicesi...
 
Hepinize teşekkürümdür.
 

18 Aralık 2016 Pazar

An / Handan Ergün Hoşrik




Tartışalım dedi kadın.
Tartışmak mı dedi adam. Neyi?
Bizi dedi kadın. Biz Olalım.

Tartışmak kötü dedi adam.
Yorar biz olmayı.
Sustu kadın.

Kavga edelim dedi kadın.
Kavga mı dedi adam. Ne için?
Bizim için dedi kadın, biz olmak içim.
Kavga kötü dedi adam.
Yıkar bizi.
Durdu kadın.

Sevişelim dedi kadın.
Sevişmek mi dedi adam. Ne için?
Bizi yoğurmak için.

Yorgunum dedi adam.
Soldu kadın.

Kadın an'da kaldı.
Adam an'dı...

Doğru Şarap Açmak / Ayseli İzmen


 
Size bir itirafım var; Bir sene öncesine kadar şarap kapamayı bilmiyordum. Nasıl yani diyeceksiniz! Şarabın kapatma tekniğimi olurmuş… Ancak var. Şarabı doğru şekilde kapamazsanız o şarap bozulabilir. Değil bir hafta sonra, ertesi gün bile şarabı içemezsiniz.

İşte size şarabı doğru kapamanın sırları!

 

Genellikle şarabı açtıktan sonra kapatmak isteyince mantarı ters taraftan şişeye sokarız. Çünkü ıslanmış taraf hafif şiştiği için şişeye girmesi zor olur. Kuru taraf işimize gelir, kolay girer. Bu yüzden hemen kuru tarafla şarabı kapatırız. Oysa kuru taraf kirli olabilir, istenmeyen bakteriler olabilir ve bu şarabı bozar.

 

Durumu en basit şu şekilde anlatabilirim. Mantar kapsüllerin şaraba değmemiş kısmında zamanla gelişen istenmeyen bakteriler ve zararlı mantar olabilir. Siz kapsülün temiz tarafını şaraba soktuğunuzda eğer kapsülde zamanla oluşan bakteriler ve mantarlar varsa bunlar şaraba bulaşır ve şarabı bozar.

 

Mantar her zaman şaraba değmelidir çünkü  şarabın içerisindeki alkol, asit ve tanen mantarı bozulmaktan korur. Bu yüzden şarabın her zaman yatık saklanması önerilir. Yatık saklanan şarap mantara sürekli temas halinde olduğu için mantarın kurumasını engeller. Eğer mantar kurursa çatlar ve hava geçirir. Havayla temas eden şarap bozulur ve okside olur.

 

Bu durumun buşone şarap ile karıştırılmaması oldukça önemlidir. Buşone olan şaraplar mantar enfeksiyonundan etkilenmiş şaraplardır. Bozuk yumurta, nemli bez, klor ve çürük tahta gibi istenmeyen kokular içerir. Her mantar buşone olmaz. Buşone mantar üretildiği an itibari ile enfeksiyon kapar ve şarap ile temas eder etmez şarabı etkilemeye başlar.

 

Bu yüzden bundan sonra şarabı açarken çok dikkatli olun. Özellikle iyi şarapları kendi hatanız yüzünden bozmak istemezsiniz!!

 

 

 

 

 

 

NASIL DA ZOR SÖYLEDİM BAK BU CÜMLEYİ / Gözde Çıbık


 




 
Telaşlanma ama,
gözüm arkada değil
seni göremeyişimde kaldı.
 
İçimdeki bıçağı bir kere daha döndürdüm,
telefonların başındaydım,
ve onca kelime içinden bir tek ‘git’ kelimesini beğenmiştim sana.
 
 
Neyse,
birazdan oturur, önce adını masaya yazarım,
sonra hikayeler yazarım.
Avunurum,
bir de üzerine hala canını yakacak
‘şimdi olsaydım, asla bırakmazdım’ diye bir mektup yazarım.
 
Sen benim ruhumda gezinirdin,
her halini çok severdim,
çok nefret edilen, en çok sevilen bendim.
Sen ise,
her şey son bulsa bile, içimde kaynayandın.
yara almayandın,
omurgam,
kaburgamdın.
 
 
 
Ben hep sev diye sayıklarken,
Sen hayatımıza bir tek ‘samimiyet’ kelimesini sığdırırken,
ağız dolusu laf edendim.
Sen konuşurken, ben zaten giderdim.
 
 
Çocuktum seninle bir kez vedalaşırken,
sen beni hergün bensiz, binlerce kez uğurlarken..
Ben okyanus minik olur mu hiç diye sorarken, 
sendin,
hep içli, hep derin.
Sevdiğim..
 
 
Şimdi , belki
günahlarımız yarı yarıya değil ama,
hayatlarımızın sağlamasında,
sen hep ‘o’ tamamlanmaz yanım.
 
Ve şimdi diyorum ki, kime ne yolumuzdan yokuşumuzdan.
Benim ölmeye değil, olmayadır cesaretim.
 
Senden ötesine körsem,
Hiç olmamışsam,
Bunca zamanki yalnızlığımsındır.
Hayatı iptal etmişliğimsindir.
Birbirimizden ötesine beceremediğimiz şans,
o bir türlü görmediğimiz,
başka zaman, başka ömürdür.
 
Bazı insanlara kızmadan,
kadere kırılmadan,
günahkarlığımızla,
suçlarımızla,
insan olmanın her haliyle,
hayata hepsini borç bilerek,
gideni,haketmeyeni, sevmesini bilmeyeni,
yolcu etmektir.
 
Sevdiğin için kapamaktır, onsuz cümlelerin başladığı kitapları.
Ve sadece kalbinizden başka yerde rahat edemeyenlere yazılır en güzel şarkılar.
Zamanıdır.




 

 

 

 

 
 

Son Sabah / Firkan Gülaydın


 
Hak edilmiş acılar çalar bazen şarkılar.

İçinde ellerin, içinde yüreğinin sesi.

Ve gözlerin,

Ay ışığı mı yolumu aydınlatan,

Yoksa Güneş mi yüreğimi yakıp kavuran?

Sözlerin,

Hançer mi ciğerimi kesen,

Yoksa bir lütuf  mu sesinin yaşamımda ki varlığı?

Hak edilmiş acılar süzülür yağlı boya tablolarından.

Lal olmuş acılar, sessiz.

Bir daha hiç konuşmayacak!

Vicdanın en büyük hazine bana Tanrı’nın verdiği,

Merhametin ellerimi semaya açma sebebim.

Öyle çok yakınım ki sana,

İşaret parmağımı göğe kaldırıp gösterdiğim yıldızlardasın.

 

Öğreniyorum zamanla,

Her rüzgarda açılmazmış yelkenler.

Kıyıya çabucak varmak isterken, bir girdabın içinde kaybolurmuşsun.

Sonra;

Çekip gitmek istersin, bilmediğin yerlere.

Adında sadece – uzak – kelimesi geçiyor diye.

Ki çere midir, göçmek bir şehirden bir şehre.

Yüreğinde, nereye gitsen taşıdığın his aynı olduğunda.

Her şeye rağmen,

En güzel erdemdir;

Kırılmamak, kızmamak, hiç bir şey olmamış gibi davranabilmek.

En güzel vicdandır,

Kırılmamayı kızmamayı becerebilmek.

Çünkü;

Belki bu son gecedir.

Belki bu son sabah.

 

 

 

Uyanış / Achilles Valentin


 
 
Aniden esen rüzgârla uyandı. Gözkapaklarını kaldırmadan, açılan üstünü örtmek için; elini sırtına attı. Bir iki yokladı; battaniyesi gelmedi eline. Aranırken elinin dışına çarpan sertliğin ne olduğunu algılayamadı. Bu sefer mecburen açtı gözlerini.

İlk gördüğü manzara uçsuz bucaksız deniz oldu. Telaşla doğruldu. Eline çarpan sertliğe bakındı. Dev gibi bir meşe ağacının dibindeydi. Gözlerini ovuşturdu. Dikkatlice baktı etrafına. Hayır, burası kesinlikle daha önce geldiği bir yer değildi. Nerede uyuduğunu hatırlamaya çalıştı. Evdeydi, duş alıp odasına uyumaya çekilmişti.

Ayağa kalkıp nerede olduğunu araştırmaya koyuldu. Ufukta denizin enginliği dışında görünen bir kara parçası ya da nesne yoktu. Arkasını döndüğünde sıkı bir orman gördü. Korku ve şaşkınlığın neden olduğu bir panik dalgasının göğsünden yukarı doğru patladığını duyumsadı. Anlam veremiyordu. Hafızasını tekrar yokladı. Hatırladığı son resimlerde herşey yolundaydı. Evindeydi, işten biraz geç gelmişti. Kısa bir süre televizyon izleyip, duşa girmişti. Kendini yalnız hissettiğini hatırladı. İçine yerleşen kış bulutlarını “Kimseye ihtiyacım yok.” diyerek dağıtmıştı.

Daha geriye, günün başına döndü. Sabah her zamanki saatte kalkmıştı. İşe de zamanında gitmişti. Toplantılar vardı. “Olağan dışı bir şey oldu mu?” diye sordu kendi kendine. Cevap bulamadı. “Nasıl geldim buraya?”

Gözleriyle çevresini taradı yine. Evet, kesinlikle emindi. Buraya daha önce gelmiş olsaydı kesin hatırlardı. Arkasına dönüp ormana baktı dikkatlice. Orman; dibinde uyandığına benzer dev meşe ağaçlarından oluşuyordu.

Tedirginlik duysa da ormana girmeye karar verdi. Biraz ilerleyip etrafa göz atacak, acıkmaya başlayan karnı için de yiyecek bir şeyler araştıracaktı. Ormanın içlerine girip, dalga seslerinden uzaklaştıkça içini bir huzur kapladı. Ayağı çıplak olduğu için dikkatli ve yavaş yürüyordu.

Kendiliğinden kırılmış dal parçalarına dikkat ederek; ayaklarının altında halı gibi serilmiş kuru yapraklara basarak yürümeye devam etti. Bir yandan yiyecek bir şeyler bakınıyor, bir yandan bir medeniyet izi araştırıyor, diğer yandan da buraya nasıl geldiğini düşünüp duruyordu. Birdenbire önüne çıkan dereyi görünce sevindi. “Belki balık vardır.”

Hiç düşünmeden üzerindekileri çıkarıp dereye girdi. Buz gibi suda fazla duramayacaktı. Bir iki yudum içip suyun tadına baktı. Evet, içilebilirdi.

Suyun içinde fazla oyalanamadı. Çıkardığı elbiselerini eline alıp derenin karşı kıyısına geçti. Ormanın içlerine olan yürüyüşünü biraz daha devam ettirdi. Gittikçe sıklaşan orman artık yürümesini zorlaştırdığında geri döndü. Kafasındaki sorular olduğu gibi duruyordu, fakat zihinsel baskı hafiflemişti. İçinde bulunduğu ortamdan keyif bile almaya başlamıştı. Hanidir böyle bir tatil arzu ediyordu. Etrafındaki herkesten uzak, medeniyetin uğramadığı bir yerde doğa ile baş başa bir tatil. Ofisteki toplantılarda sıklıkla ruhen ortamdan ayrılıp; hayalinde kendini deniz ve ormanın kucağına attığı anları hatırladı.

Tekrar dereye ulaştığında suyun aktığı yöne doğru ilerlemeye başladı. Uyandığı noktaya geri dönmenin bir anlamı yoktu. Ne bir eşyası, ne de koruması gereken bir statüsü vardı. Birden kendini çok özgür hissetti. “İşte bu!” dedi. “İşte bu, özgürlük bu!”

Açlığı iyiden iyiye kendini hissettiriyordu. Nasıl buraya geldiğini kendine sormaktan vazgeçti. Büyünün bozulmasından korkarak ilerlemeye devam etti. Dev ağaçların altında sağa sola hayranlıkla bakarak devam etti.

Ağaçların seyrelmesiyle çimenlerden oluşan devasa bir açıklığa ulaştı. Akış yönünde ilerlediği dere açıklığın ortasından akmaya devam ediyordu. Görüş mesafesinde bir hayli uzaklarda tekrar başlayan orman dışında ağaç görünmüyordu. Derenin on on beş metre yanında, topraktan sağlı sollu fışkırmış küçük çalılar dikkatini çekti. Sonunda yiyecek bir şeyler bulabilmişti. Büyük bir açlıkla çalıların kenarından, dikenlerin batmamasına dikkat ederek böğürtlen toplayıp yedi. Yedikleri mayhoş bir etki yapmaya başlayınca doğal çimin üzerine uzanıverdi. Ellerini kafasının altına alarak yastık yaptı ve kendini bıraktı. Gülümsediğini hissetti. Güneş bütün ışığını sadece ona yolluyordu.

Güneşin ışığını kesen bir gölge tam karşısına yerleşti. “Tebrikler!” dedi gölge. Aceleyle toparlandı. Elini kafasına siper edip gölgenin gerçek bedenini görmeye çalıştı. (“Bir yerlerden hatırlıyorum bu sesi.”) Simsiyah bir hayal güneşin önünde oynaşıyordu. Gölgenin bir bedene sahip olmadığını anlaması uzun sürmedi. Ayağa kalkıp geri geri yürüdü.

“Kendinden böyle korkman komik oldu.” dedi gölge. Hiçbir şey anlamıyordu. “Uzak dur benden!” diyebildi. Sesi titriyordu. Çevresine bakındı; (“Elimde bir sopa olsaydı”) diye düşünürken.

“Ben senim.” dedi gölge. “Sonunda kavuştuk. Gerçeğe ulaştığın için tebrik ederim.”

Tedbiri elden bırakmadan yaklaştı gölgeye. “Korkma!” dedi gölge yine. “Kendini bildiğin devirlerden beri içinde seni yönlendiren ses benim.”

“Anlamadım.” dedi çevresine bakınarak. Hâlâ kendini koruma derdindeydi.

“Aslında anladın.” dedi gölge. “Yanlış yapacağın zaman itiraz eden sesinim. Seni korumak benim görevimdi. Küçük yaşlarında sözümü dikkate alırdın. Yıllar geçtikçe büyüdün. Beni dinlemedin. Bedeninin isteklerine daha çok kulak verdin. İçinde gökteki yıldızlar gibi yapayalnız kaldım. Beni dinlemeyi bırakmasaydın gerçeğe daha çabuk kavuşabilecektin. Hayat adını verdiğin uykudan daha önce uyanacaktın. Geciktin ama yine de geldin.”

“Nereye geldim?” diye sordu heyecanla. “Neresi burası?”

“Burası senin gerçek yaşamın. Doğduğundan beri bu ağacın dibinde uyuyordun. Arkadaşların, işlerin, ihtiyaçların; hepsi bir rüyaydı. Senin kendinden başka kimseye ihtiyacın yoktu. Bunu anladın ve uyandın.”

Rahatladığını hissediyordu. Çırılçıplak olduğunu o an anladı. “İşte şimdi yaşamaya başlayabilirsin.” dedi gölge. “Özgürsün ve bütün dünya senin.”

“Burada ne yapacağım böyle tek başıma?” diye sordu eliyle arkasındaki manzarayı gösterdi. “Ne istiyorsan.” dedi gölge. “Unutma, kimseye ihtiyacın yok.” Biraz bekledikten sonra devam etti; “Tanıdığın, tanımadığın bütün insanları, hayvanları uyurken sen yarattın zihninde. Şimdi bunu yapman çok daha kolay. Düşün ve olsun.”

Saçma gelse de denemeye karar verdi. Gözlerini kapatıp düşündü. Gözlerini açtığında gölgenin yerinde yeller esiyordu. Çevresine bakındı. Hâlâ aynı yerdeydi. Kendi kendine gülümsedi. Omzuna dokunan bir el korkuyla irkilmesine sebep oldu.

“Merhaba.” dedi bir kadın sesi. “Beni istedin, geldim.”

İpin Ucu Çoklu Değnek / Buket Konur

 

 
Kavuşup içine çekince önemli değildir başkası.

Sınırsız gibi gelir yaşam, kanın durmayacak...

Hayat dediğin eşek şakası.

Anofeller senin için değil şarap için susayacak.

Edepsiz kahkahası, belki daha fazlası.

Masanda insandan çok boş şişe olacak.

Canın bir Babil fahişesi.

Duyguların susacak, içgüdün konuşacak.

Her yer beyaz olsa da bileceksin;

saflık sıkıcıdır, kirlenmek ister.

Laf geçirmek istemeyeceksin.

Bileceksin, masumiyet de bir gün biter.

Söz anlatılmaz kopan ipe.

Ortasında durup bekleyeceksin.

Üstünden düşerken bile,

korkudan değil heyecandan titreyeceksin.

Kavuşup içine çekince önemli değildir başkası.

Sabahı düşünmeyeceksin.

Sabahlar güneşin hatası.

Güneşe inat geceleri üşümeyeceksin.


YOK / İlayda Zengin



Bir trenin gelmesine gerek yoktu
Ben çoktan anladım
Aldatılmışlığımı kilometrelerce uzaktan
Vagon vagon ayrılık boşaltmasına gerek yoktu
Dayanmak için yaratılmış sırtımdan

 
 

Çiğ gülümseyişlere gerek yoktu
Ben çoktan anladım
Taşınmaz odunlarınla dolu sobadan
Çıktığını bir yanmış yalan
Geçmişi yüzünde saklamana gerek yoktu
Ben senin yerine
Deniz yeşili örtüyle kaplamışken çoktan


Bu ayakkabıya gerek yoktu
Ben çoktan anladım
Yerçekimi  gözümde büyüyen düşman
Bir şehrin çılgınlığında yazılmış
Hevesler değil miydi havada asılı kalan
Kör sinek gibi yol aramaya gerek yoktu
Zaten günümüz geldiğinde almayacak mıydı bizi
Çıngıraklı bir zaman


Silahsız bir çığlığa gerek yoktu
Ben çoktan anladım
Suskunluk daha keskin en derin kelamdan
Nasıl ısıttıysa öfke yarımlıktan muzdarip odayı
Cefası çıkıyor terleyen duvarlardan


Şimdi gelmene gerek yoktu
Gerektiğinde gelmemiş olduğundan

DIS PLACE (MEKAN SIZ) / Huma Kabakcı


Oscar Murillo'nun büyük kişisel sergisi
Kolombiya doğumlu sanatçı Oscar Murillo’nın mekana özel ve yeni çalışmalarını da içeren "DIS PLACE"  başlıklı kişisel sergisi 10 Kasım Perşembe akşamı Yarat Çağdaş Sanat Merkezi’nde, Bakü’de açıldı. Açılışı ABD seçim sonuçlarının iki gün sonrası, Brexit ertesi ve dünya çapında artarak büyüyen göç ve mülteci krizinin var olduğu bir döneme rastgelen sergide, sanatçının hem kendi kültüründen hem de ortak kültürel mirastan faydalanarak işlediği toplum, sürgün, göç ve aidiyet sorunları, serginin en önemli unsurlarını oluşturmaktadır.  "DIS PLACE"  sergisinde Murillo çağdaş sanat bağlamında sergileme koşullarını, çalışmak/ oyun, üretim/ tüketim, orijinallik/ sıradan olmak gibi zıt olan konuları ele almaktadır. Murillo'nun eserleri,  halen yaşamakta olduğu Londra ve doğduğu ülke olan Kolombiya ile olan kültürlerarası ilişkisinden yola çıkarak, toplum ve göç kavramlarına bağlanmaktadır.

Edward Said Sürgün Üzerine Düşünceler başlıklı yazısında (, Grabta 13, sonbahar 1984:159-72) şöyle demiştir:  "Modern savaşları, emperyalizmi ve totaliter yöneticilerin yarı-teolojik emellerini barındıran çağımız, gerçekten de mültecilerin, yerinden edilen kişilerin ve kitlesel göçlerin çağı olmuştur.[1] Said'in sözlerinde bahsettiği sürgün anlamındaki modernite fikri ile ele alınan bu yerinden edilme,  Murillo'nun Yarat’taki son sergisinde kendini göstermektedir.  Merdivenlerden çıkan ziyaretçiler,  ızgara düzeninde yerleştirilmiş bakır kablolarla tavana asılı veya zemine dağınık biçimde döşenmiş, boya katmanlarıyla kaplı dikişli kumaşlardan (tuval bezi) oluşan yüzlerce siyah resmin bulunduğu çarpıcı ve sürükleyici bir oda ile karşılaşmaktadır. Dağınık haldeki tekstil ürünlerinin kaotik görüntüsü karşısında, ızgaranın doğrusallığı bir düzen duygusu vermektedir. Kaplamalı kumaşlar gölgeler yaratmakta, siyah resimler gölgenin kendisine dönüşmektedir. Aynı zamanda, bunlar unutulması güç ve büyüleyici bir özelliğe de sahiptir. Boyanın keskin ve ezici kokusu, yapımın halen devam etmekte olduğu hissini uyandırıp izleyiciyi başka bir yere götürerek yeni bir boyut ortaya çıkartmaktadır.  Tekstil, resim, heykel unsurları, duvar resmi ve ilk bakışta gizli duran bir videonun karışımından oluşan eserlerin bir araya getirilmesiyle yaratılan karışıklık ve ihtişam sonucunda izleyici görsel açıdan aşırı bir yüklenme ile karşı karşıya kalmaktadır.

 

1] Said E., Sürgün Üzerine Düşünceler, Grabta 13 (sonbahar 1984): 159-72.


Sergiyi son derece ilginç kılan şey, sanatçıyı sergiye götüren yolda karşılaştığı birey ve toplulukların sonucu olarak, sergiyi oluşturan unsurların kaynağının büyük bir kısmının  Azerbaycan’da bulunmasıdır. Murillo, önceki ziyaretlerinde, Azerbaycan'ın hemen doğusundaki Kafkas Dağları'nın bulunduğu tarihi bir kasaba olan Şeki'de ipek tekstil ürünleri üreten bir fabrikada vasıflı işçiler topluluğu ile zaman geçirmiş ve işbirliği yapmıştır. Murillo, bölgede halen uygulanan ve Şeki'nin ünlü Khan Sarayı'nda bulunan ortaçağ vitray tekniğine dayalı bir dizi büyük ölçekli eser yaratmak için yerel zanaatkârlarla işbirliği yapmıştır.  Bir zamanlar kullanılan cam malzeme yerine atık metalden yapılmış dikdörtgen biçimli büyük pencerelere yerleştirilen ölçekli vitrinler, orijinal estetik ile oynamakta ve oryantal tasarıma siyasi bir boyut katmaktadır.

Boyanın keskin kokusunu içimize çektikçe,  sergi boyunca maddeye ve şekle tercüme edilen stüdyo çalışmasının çeşitli yönleri bize açıkça görünür kılınmaktadır. Zemine gelişigüzel serilmiş tuval bezlerinin üzerine basıp basamayacağımızı düşünerek bizi içine çeken bu mekanda dolaşırken, nostalji hissiyle karşı karşıya kalmaktayız. Svetlana Boym, nostaljiyi şu şekilde tanımlamaktadır; "Bu sadece yerel bir özlemin bir ifadesi olmayıp,  ‘yerli' ve 'evrensel' olarak ayrım yapmayı mümkün kılan zaman ve mekâna dair yeni bir anlayışın bir sonucudur.“[2] Yerel ile evrensel arasındaki bu ilişki Murillo'nun “DIS PLACE” sergisinde açıkça görülmektedir. Murillo ile işbirliği yapan Meksikalı bir sanatçı tarafından çizilen duvar resmine doğru yürüdüğünüzde, sanatçının vakit geçirdiği fabrikada çalışan bir zanaatkârın çizimine tanıklık etmiş olursunuz. Bu, çekilmiş bir fotoğrafın üzerinden yapılmış doğrudan bir çizim olmayıp, üç farklı fotoğrafın bir fotoğrafa dönüşmesini içermektedir.  Zeminin sağ köşesinde, sürekli hareket halinde dönen bir fırıldağın videosunu gösteren küçük bir monitör saklı halde durmaktadır. Antik çağlardan beri var olan bu ahşap oyuncak, zemin üzerinde hızla dengeli bir şekilde dönmek üzere tasarlanmıştır. Bu fırıldağın döngüsel hareketini seyretmek, büyüleyici ve aynı zamanda ürkütücü bir etki bırakmaktadır. Oyuncağın yavaşlaması ancak dönmeye devam etmesi, yaşadığımız dünyayla ilgili bir metafor olarak karşımıza çıkmaktadır.

Suad Garayeva Maleki'nin küratörlüğünü yaptığı "DIS PLACE" başlıklı sergi, Oscar Murillo'nun Sheki ipek fabrikası ve kent halkı ile gerçekleştirdiği anlamlı işbirliğinin bize sunumu ve küresel bağlamda materyallik, üretim, toplum ve yerellik etrafında odaklanan kapsamlı bir söylem olarak kendini göstermektedir. Yarat Çağdaş Sanatlar Merkezi'ndeki sergi 29 Ocak 2017 tarihine kadar devam edecektir.

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
2] Boym, Svetlana. ". Nostalji ve Sorunları" Dış Etik (2001): n. Pag. Ağ. <Http://www.iasc-culture.org/eNews/2007_10/9.2CBoym.pdf>

Sanatçının Biyografisi:

1986'da Kolombiya'da doğan Oscar Murillo, Güzel Sanatlar Lisans diplomasını 2007'de Londra'daki Westminster Üniversitesi'nden almış, bunu Royal College of Art-Londra'dan 2012 yılında aldığı Güzel Sanatlar Yüksek Lisans diploması takip etmiştir. Resim, video ve diğer çalışmaları, sanatçının Londra ve şu an yaşayıp çalışmakta olduğu La Paila Kolombiya'daki kültürler arası bağlarından kaynaklanan bir topluluk fikrine bağlıdır. Murillo dünya çapında önde gelen kurumlarda geniş çapta sergiler açmıştır. 2015 yılında, Alexander Hamilton US Custom House, New York'ta (Performa 15'in bir parçası); Kolombiya Nacional de Arte de la Universidad Müzesi, Bogota; ve Centro Cultural Daoíz y Velarde, Madrid’de (ArcoColombia 2015'in bir parçası) kişisel sunumlar gerçekleştirmiştir. Bu yılın başlarında Murillo'nun çalışmaları Çin'deki 2. Hangzhou Fiber Art 2016 Trienali’nde ve 3. Aichi Trienali'ndeHomo Faber: Japonya'da bir Gökkuşağı Karavanı” ismiyle yer almıştır. Sanatçı hâlen Kore'deki 5. Anyang Halka Açık Sanat Projesine (APAP) iştirak etmektedir.


 
[

Kardanadam / Erhan Sertbaş


 
 
Fırtına, önüne kattığı karla birlikte tüm kasabayı teslim aldı. Sokağa, caddeye açılan kapıları, pencereleri adeta mühürledi. O kadar soğuk ki ve kar o kadar çok yağdı ki, sokaklar gözlerimizin önünde eriyip gitti. Önce her şeyin köşeleri yuvarlandı, sonunda siluetler bile seçilemez oldu. Gözlerim, ne kadar boş bir uğraş olduğunu bilsem bile, sokak lambasının solgun ışığına takılan kar tanelerinin izini sürmeye çalışıyor. Aklımsa başka bir izin peşinde bu akşam. Hani hep geçmişe dönük olur ya böyle geceler, bu da öyle galiba, geleceğe ya da bu ana ilişkin hiçbir şey geçmiyor içimden. Galiba kendime itiraf etmekten korkuyorum; sıkıcı, sıradan geçmişimde yapamadıklarımı. Hayatım boyunca ne kadar çok istesem de, onca uğraşa, bilgiye, duyguya karşın solcu olamadım; beceremedim bir türlü. Tek başına kalmış, yalnız, soğuk bir insan olabildim sadece. Düşündüklerim, söylediklerim, benimle aynı yolda koşmayan insanların desteğinden yoksun kalınca, cılız birer fidan gibi solup gittiler. Bir tür yabancısıydık kendimizin ve ötekilerin ama asla farkında değildik bunun. Dahası kendimi hep bir kardanadama benzettim. Kış uykusuna dalınca her şey, benim sessiz hükmüm altındaydı bu coğrafya, ta ki havalar ısınıp sulara karışıncaya kadar bedenim.

Salon penceremin tam karşısına gelen, en az benimki kadar soğuk, büyük, küstah apartmanın, benimle aynı seviyedeki çatı katında oturan Bayan Rosinante’nin – ben ona öyle demeyi seviyorum, aslında onu tanımıyorum bile- akşam yemeği için yaptığı hazırlıklara takıldı gözüm. O da benim gibi yalnız yaşıyor. Belki benimle yaşıt ya da daha küçük; kimin umurunda. Masaya koyduğu salata tabağı, çorba kasesi ve servis tabağını buradan görebiliyorum. Arada bir buzdolabını açıp, masayı eksiksiz kılmayı sağlayan yedekleri de sürüyor sahaya.

Hayatımda “karım” olmadı, sadece belli dönemlerine eşlik eden kadınlar vardı. Ben de kimsenin kocası olamadım, sadece kardanadamı oldum o kadınların. Çocuğum da olmadı; olsa ne olurdu ki, ona da baba olamazdım.

 

Hava, daha da soğudu. Gece ilerliyor karın yaydığı kırık beyazla. Şöminenin ateşi geçmek üzere, biraz daha odun atmalı. Bu gece köpekler bile sessiz. Sadece fırtınanın çatılarda, ağaçlarda çaldığı şarkıyı duyuyoruz belli belirsiz, çokça da öfkesini.

Sabaha çıkar mı bu örselenmiş ruh? İçimde bir ses karlara karışıp sonsuza değin bir kardanadam olmayı, diğeri de bu sefil hayatı sonuna kadar götürmeyi söylüyor. Belki bir şeyler içip zamanı değiştirmeliyim. Kimi aldatıyorsam. Hep öyle yapmaz mıyız? Görmezden gelip, unutmaya çalışıp, bastırıp, sonra da sanki yeniden ortaya çıkmış gibi tekrar tekrar, döne döne çözüm aramaz mıyız?

Çay koysam, bir iki bardak içsem, birilerini arasam, belki biraz açılırım, belki söner içime çöken kasveti geçmişin; bu gece uzun ve bu yolculuk yorucu. Ya da en iyisi bir iki kadeh bir şeyler içmek, hep yaptığım gibi; saklanmak bir sakinleştiricinin ardına.

 

Çocukluğumdan bir anı geldi gözümün önüne; dedemin kunduracı dükkanında dedeme emanet edilmiştim. Altı, yedi yaşlarındaydım. O oturduğu taburede iki bacağının arasına aldığı demir bir kalıba geçirdiği ayakkabının tabanına ustalıkla çiviler çakıyor ben de meraklı meraklı onun hünerli ellerini izliyordum. Önceleri demir kalıbın havada durduğunu zannedip dedemle daha bir gururlandıysam da, bu kalıbın yere bağlanan demir sapını dedemin uzun ve eskimiş deri önlüğünün arasından göremediğimi fark etmiştim. Dedem yakın gözlüklerini burnunun ucuna düşürüp ağzına iki çivi aldı ve ağzının sol tarafında başları dışarıya gelecek biçimde dudaklarının arasına sıkıştırdı. Sonra bana dönüp ağzıma asla ikiden fazla çivi almamamı, eğer alırsam, nefes alırken farkına varmadan bunlardan birini yutabileceğimi söyledi, dudaklarının sağ tarafını oynatarak. Bu durumda mümkünse burnumdan nefes almalıymışım.

 

Evet, hava almalıyım. Pencereyi açsam, içeriye biraz soğuk dolsa, biraz kar gelse halının üzerine, geçer mi bu yürek burkulması. Sonra bu kar, birkaç çivi çaksa ruhumuza, kaçmasa artık bedenimizden. Hem sahi neden çoğul konuşuyorum ki ben?

 

Uzaklardan bir siren sesi geliyor. Elektrik kesildi. Şömineden yayılan birkaç cılız ışık kırıntısı odayı aydınlatmaya çabalıyor. Yıllar öncesine gittim yine. Enerji tasarrufu yapmak için her akşam bir saat elektriğimizi zorla kesen generaller iktidarını hatırladım. Ne kadar zormuş faşizmin çocuğu olmak. Ülkeyi sürükledikleri karanlığın hayatımıza yansıyan küçücük bir kısmıydı bu. Utancımızı gizleyebilir miydi bu karartma geceleri. Belki de bu yüzdendir benim eksik kalan solculuğum, çocuk yaşta idamlarla tanışmaktan, sokağa çıkma yasağına sokakta yakalanmaktan, karanlıklarla korkutulmaktandır. Kim bilir?

Elektrik ne zaman gelir acaba? Sabahı bulur herhalde. Bu fırtınada kim uğraşır ya da nasıl onarabilirler ki kopmuş bir teli, patlamış bir trafoyu. Hadi sen bir kadeh rakı koy, şömineye de bir iki odun daha at.

Kapı çalınıyor, aslında dışarıdan birileri nazikçe kapıyı tıklatıyor. Alt kat komşum Yasemin Hanım, elinde bir mum ve arkasında karanlıktan yüzünü göremediğim bir başka kadın. Sırtlarında yarı battaniye yarı şal benzeri kalınca örtüler var. Soğuk tabi, elektrik yoksa kalorifer de yok. Mum ışığında şaşkınlığımı görüp görmediklerini bilmiyorum. İçeri davet ettim. Birkaç mumun ve şöminenin cılız ışığının oluşturabildiği zayıf aydınlığın yardımıyla salona, şöminenin karşısındaki koltuklara geçip oturdular. Şömineye kadar uzanan yol boyunca Yasemin;

“Donduk komşu, Allahtan senin şöminen var, rahatsız etmedik değil mi? Oh mis gibi sıcacık burası, hani bir rahatsızlık veriyorsak şöyle bir ısınıp gideriz…” ve daha bir sürü gereksiz konuşmayla doldurdu havayı.

Neyse ki oturunca bir süre sessiz kaldı. Ama bu! Diğer kadın; Bayan Rosinante bu; ama nasıl olur? Şaşkınlığımı belli etmesem iyi olacak. Birkaç güzel karşılama ve hal hatır sorma sözcüğünden sonra nasıl bir şey içmek istediklerini sordum elimden gelen kibarlığımla ve ardından rakı içmeyi düşündüğümü, isterlerse onlara da ikram edebileceğimi ya da güzel bir kırmızı şarap açabileceğimi de söyledim. Çay ve kahve seçeneğini eklemeyi de unutmadım. Bunları söylerken bir yandan da ateşi canlandırıp iki odun daha yerleştirdim şömineye.

Yasemin sırası gelmişken Bayan Rosinante’yi, birkaç tanımlayıcı açıklamayla tanıştırdı. Adı Nermin’miş. Karşı bloktaki komşumuz demişti Yasemin. Aynı zamanda lise çağlarından arkadaşlarmış ikisi. Yasemin lisede resim öğretmeni, Nermin yani Bayan Rosinante ise vergi dairesinde memurmuş. İkisinin de kocalarını hayli uzun zaman önce boşadıklarını laf kalabalığının arasına sıkıştırıverdi. İçecek seçimlerini şaraptan yana kullandılar. Yasemin bu şömineyi yaptırmakla ne kadar akıllılık ettiğimi, kendisinin de yaptırmak istediğini ama bir türlü fırsat bulamadığını uzunca bir süre anlattı.

Elimde bir mumla mutfağa geçtim ve hızlıca rakı koydum, şarabı açtım, bir tabağa biraz peynir çıkardım, meyve hazırladım ve iki tane ayaklı kadehi tepsiye diğerleriyle birlikte yerleştirdim ve salona döndüm. Hava gerçekten çok soğumuş, mutfak buz gibiydi. Elimdekileri bir sehpaya, sehpayı da Yasemin’le Nermin’in oturduğu koltukların önüne koydum. İkisinin arasına bir başka koltuk çekerek ben de ona yerleştim. Yasemin hala yaptırmak istediği şöminenin özelliklerini sıralıyordu. Şarabı kadehlere doldurdum ve önlerine koyduktan sonra bardağımı kaldırdım;

“Hoş geldiniz.” 

Rakı iyi geldi. Beş altı tane mum daha yaktım ve salona dağıttım. Salonun içi loş ama bana göre karanlık. Soğuk ve karanlık aynı zaman dilimini paylaştığında işkence odalarının ıslak zeminleri geliyor aklıma. Neyse, bu konuyu daha fazla düşünmesem iyi olacak sanki. Keşke biraz müziğimiz olsaydı. Rachmaninov ya da Chopin; bir piyanonun tuşlarına, arkada, derinden gelen bir ses verebilseydi. Çok şey istedim bu gece.

Sohbetin konuları dişe gelmeyecek sıradan şeyler. Bir oraya bir buraya atlayıp duruyor hanımlar. Benim de katıldığımı sanıyorlar ama hala kayda değer bir şey söylemedim. Bu dördüncü rakı, onlara da ikinci şişeyi açtım. Arada bir neşeli kahkahalar atıyorlar. Yükselen her kahkahada ben biraz ölüyorum. Ruhumdan bir parça şöminede yanan odunların alevine karışıp bacadan dışarı atıyor kendini.

Ama böyle ölmek istememiştim!

Biraz daha beslemeli şömineyi. Yasemin konuyu hafta sonları yaptıkları doğa yürüyüşlerine taşıdı. Nermin de son gittikleri gezinin katılımcılarının ne kadar az olduğundan yakındı. Sonra geçmişteki yürüyüşlerin görkemine takıldılar biraz. Ardından beni de davet ettiler bir sonraki yürüyüşe. Nazikçe geri çevirdim ama Yasemin ısrarla katılmamı istiyordu. Bu yürüyüşlerin ne kadar önemli bir spor olduğu, sağlığımız için taşıdığı vaz geçilmez değeri üzerine bir süre hızlı hızlı konuştu. İnsan kendini ne kadar zeki sanırsa sansın bir noktadan sonra zekaya katlanamıyor; çoğuna da, azına da. Yasemin’in ısrarının nedenini bulmaya çalışıyordum rakıyla uyuşmuş zihnimde ama bir türlü anlayamadım. O da benim andavallılığımın farkında olsa gerek sonunda dayanamadı;

“Taze et kaynıyor be komşu!” dedi, hınzır bir biçimde gülümseyerek ve hemen ardından Nermin ekledi;

“Asıl spor eve gelince.”

Her ikisi de şarabın verdiği rahatlıkla güçlü bir o kadar da davetkar kahkahalara boğuldular. Ruhumun geri kalanını da teslim ettim, uçup gitti şöminenin bacasından. İşkence odaları kadar soğuk hissediyorum kendimi. Onları bu kadar eğlendiren tabu; daha doğrusu bir tabunun şarabın etkisiyle yıkılması neden beni hiç ilgilendirmiyordu bilmiyorum. Bana son derece sıradan geliyordu yaptıkları. Belki de onlardan birini hayatıma almaktan korkuyordum.

Nazik olmak adına sahte bir gülümsemeyle kahkahalarına katıldım ama aklım bir yerlerde hala geçmişin izini sürmeye çabalıyor. Fırtınanın ve önüne kattığı karın, geceye veba gibi bulaştırdığı bu sıkıntıyı nasıl aşarım bilmiyorum. Belki geceyi akışına bırakmak en iyisi. Belki hanımlar böyle davranmakla doğru yapıyorlar, kim bilir?

“Yarın, hava düzelirse bahçeye bir kardanadam yapalım hep beraber, ne dersiniz? Eline süpürge değil de bir baton verelim, belki bir sırt çantası, ha; nasıl olur, yürüyüşçü kardanadam olsun? Bere de takarız başına, hatta birkaç tane yapalım, yürüyüş grubu gibi” dedim.

Nermin ağzının kenarına yayılmış müstehzi bir gülümsemeyle bana bakıp, kadehini kaldırdı;

“Kardanadamların şerefine.”

 

 

Yalnızlığınıza İyi Bakın / Esin Aykan


Yalnızlık nedir? Metrekare başına düşen duyguların toplamı. Kimi zaman bir cümle, bir şarkıda takılı kalınan yaşanmışlık hissi, geçmişe gidiş, hayatın içinde tükeniyor olsa da zamanın içine yolculuk etmektir.Odanın karanlık penceresinden onsuzluğa bakarsın  gözlerin dolu dolu, hissedilen çaresizliğe volta atarken adımlarının yavaşlıyor oluşu da yalnızlığın ortasına düşmez mi ? Şikâyet yok, isyan yok çünkü en iyi sırdaştır karşına aldığın yalnızlık, herkes gittiğinde en çok ona ihtiyaç duyacaksındır.. Beylik laflar, saçma gelen teselli cümleleri canının yanıyor oluşunu, yelkovan ve akrebin aldatıcı oyununu hiç değiştirmeyecektir.Çevrendeki insanlar sendeki halet-i ruhuyenin sebebini bilmeden  “SEN DEĞİŞTİN” diyecekler.  Evet değiştin, değişeceksin  hayatındaki hiç kimsenin sandığın gibi olmadığını anladığında değişmiştin oysaki, bilmediler.Umuda yürüdüğünü hayal ederken en değerlim dediğinin yokluğuna yürüdüğün anlar var ya , tersine dönecek.Aynı adrese “mavi’ye , umuda yürüyeceksin..Duygular kanarken, zamanının  lekelendiğini hissedeceksin  önce, tarifi acıyken birkaç gün, birkaç ay derken bakmışsın birkaç sene olmuş.. Tüm bu hislerin içinde aklına dahi gelmez geçen sürede olanlar, yaşananlar ama geçmiştir işte.. Bir yenisi gelecektir, aslında onunla dolu geminin halatını elinde iyi tutmuşsundur o dönem,sonrası kendiliğinden kopar.

Aslında kızmamalı yalnızlığa alıştıranlara, hayatına ne çok şey kattıklarına bakıp gülümsemeli, dik durmalı.. En çok saygınlığı hak eden mertebedir, yazılmış pek çok şarkının ortak paydasıdır, iyi bakılmalıdır.. Dostlar, iyi bakın yalnızlığınıza, gözlerinin içine bakın, en derin cümleleri sayesinde yazarsınız, şekil vermenize dahi gerek yoktur. O ki eski sevgiliniz, vefalı dostunuz, camınızdan yansıyan ışıktır.

Yalnızlığınıza iyi bakın..