“Bir varmış, öteki yokmuş”
Martı Jonathan Livingstone’la birlikte kahve salonuna
giren Bir, içeriyi dikkatlice gözden geçirdikten sonra her zaman oturdukları bahçenin
köşe masasına doğru yöneldi. Tam zamanlı ayyaş Martı Livingstone ise kahve
tezgahının önündeki sıraya ilişerek, vitrin dolabının arkasına dizilmiş bin bir
çeşit pastalar, kurabiyeler, sandviçler arasında hülyalara daldı. İçinde
bulunduğu ruh halini yansıtan dilinin ucundaki şarkıyı, bazen davul sesine
öykünen sesler çıkararak bazen de mırıldanarak, sürdürmeye çabalıyordu. Arada
bir dudağının kenarına neredeyse yapışmış, külü düştü düşecek sigarasından kısa
nefesler çekip, kendisine iğrenerek bakan sıradakilerin yüzlerine üflemeyi de
ihmal etmedi. Tezgahın arkasında karıncalar gibi çalışan ekibe ilişti gözleri
bir ara, içinden “Hıh” dedi, mutsuz bir tavırla. Her gün buraya gelmesine karşın
ekip yine değişmiş, tanımadığı gençler geçmişti tezgahın arkasına. Sıra
kendisine geldiğinde tezgahtaki çocuğa;
“Bir espresso, bir americano” dedi, öfke yorgunu boğuk
bir sesle. Çocuk;
“Hangi boy olsun efendim?” Diye sorduğunda ise kafasına
göre takılmasını söyledi ama çocuk henüz sözünü bitirmemişti; kağıt bardağın
üzerine yazmak için yeniden sordu;
“Beyefendi, adınızı söyler misiniz, beyefendi ne
yazalım?”
Sigarasının bulunduğu taraftaki gözünü kapayarak bir
nefes çekti ve bu sırada tezgahın üzerine düşen külüne aldırmadan;
“Martı” dedi;
“ Martı Livingstone.” Bir yandan da buruşuk, tor top
olmuş eski bir kağıt parayı tezgahın üstüne koydu.
“Yalnız burada sigara içmek yasak Martı Bey” dedi
tezgahın arkasındaki çocuk, yarı çekingen, yarı ürkmüş bir sesle.
“Tamam, sorun değil” dedi umursamaz bir tavırla;
“Birazdan söner.”
Tezgahın sonuna geçip kahveleri aldı; bir tepsiye
dikkatlice yerleştirdi ve Bir’in oturduğu masaya yönelirken boşta kalan eliyle
cebinden çıkardığı yarısı yenmiş, bayat bir simit parçasını kemirmeye başladı.
Salonun kalabalığa özgü gürültüsü, daha yüksek perdeden, hatta bütün dikkatleri
bölen bir sesle kırıldığında Martı Livingstone bir an irkildi ve durdu.
Neredeyse elindeki kahveleri dökmesine neden olacak sese doğru döndü, yüzüne
takınabildiği en korkunç ifadeyi yerleştirdi ve bir anda umursamaktan vaz geçip
Bir’in çaprazına oturdu.
“Rowling, J. K Rowling, Latteniz hazır” diye
bağırıyordu yüksek perdeli sesin sahibi.
Orta masalardan birinde, otuzlu yaşlarının sonlarında
gösteren sarışın bir kadın ayağa kalktı; gömleğini pantolonunun üzerine doğru
çekiştirip giysilerini düzeltti. Masadan aldığı kurşun kalemi; sanki saçlarını
tutturmak ister gibi başına doğru götürürken birden sol elini eskrim
karşılaşmasına hazırlanan bir sporcu gibi geriden başının üstüne doğru yöneltti.
Sağ elindeki kurşun kalemi de bir kılıç gibi ileriye uzatıp bedenini gerdi. Bir
büyücü edasıyla ya da daha çok Harry Potter’a özgü bir hareketle sağa sola
uyumlu dönüşler yaptırdı kaleme. Çığırtkan çocukla göz göze geldiler ve kadın
kalemi kendisine doğru iki kez sallayarak gel işareti yaptıysa da çocuk
ellerini yana açıp çaresizmiş gibi davranarak bu daveti kibarca reddetti. Bütün
bu havalı gösteri, kahvesini masasına getiremediği için kalkıp tezgaha yöneldi.
Kahve bardağını plastik tepsiye yerleştirirken çığırtkan çocuğa bakıp;
“Bayan Rowling olacaktı” dedi.
Dünyanın tam orta yeri olduğu söylenen bu kahve
salonundaki müdavimler, sonraları aynı kahve salonunun başka şehirler ve
ülkelerde açılan tüm şubeleri için de “Dünyanın tam orta yeri” söylemi
kullanıldığından bu savı ciddiye almasalar da salona bağlılıklarını
yitirmemişlerdi. Onları buraya çeken şey kahveden çok, ortamın sattığı
gösterişti. Bir de el altından yapılan duygu ticareti.
Bir, Herman Mellville’in değme
kahramanlarına taş çıkartacak biçimde denizciye benzemesine karşın bütün gün
boyunca ağır, paslı sac parçalarını birbirine kaynaklayan sıradan bir tersane
işçisiydi. Uzun yağlı saçlarının bir kısmını örten siyah yün beresi ve birkaç
günlük kirli sakalı, kırklı yaşlarının ortalarındaki bu adamı çekici kılmakla
birlikte, sıradanlaştırıyor, dikkatlerden kaçmasını sağlıyordu. Bulunduğu her
yerde sessizliği nedeniyle varlığının zor anlaşılması, onun görünmez olduğu
düşüncesini doğuruyordu Martı Livingstone’un kafasında. Ancak iyi bir gözlemci,
Martı Livingstone ile arkadaşlığından başka, duruşunun bile bir masal kahramanı
havasında olduğunu yakalayabilirdi.
Willy Wonka, yaptığı
duygu ticaretindeki başarılarının verdiği güven ve abartılı gururuyla girdi
salondan içeri. Kahve salonunun kuralları gereği adı, istediği kahvenin bardağı
üzerine yazılmak üzere yüksek sesle soruldu ve yazıldı. Bardak, birazdan
gerçekleşecek randevusunun nirengi noktasıydı ve bu yöntem duygu ticaretindeki
gizliliğin birinci kuralıydı.
Yeterince
anlaşılamamış bir mühendisin tasarladığı ve kodlarını yazdığı bir cep telefonu
uygulamasıydı bu. İnsanlar uygulama üzerinden birbirlerini buluyor ve kahve
salonunda buluşma randevuları veriyorlardı.
Eğer birilerinin duygularından yararlanmak
istiyorsanız ve bedelini ödemeye hazırsanız, sadece aradığınız duygu sahibinin
adını ve sizde uyandırdığı duyguyu takip etmeniz yeterliydi. Duygu tacirleri
çoğunlukla doğrudan iletişimi seçseler bile bazen ve kimseye hissettirmeden
yardımcı maddeler kullanmayı da tercih edebiliyorlardı. Bu günlerde öfke en
ucuz, aşksa en zor bulunan ve en pahalı duygulardı. Nefret, korku, kibir,
mutluluk, umut, kıskançlık, gurur, sevgi, açgözlülük, kin, merhamet, hepsi ve
daha niceleri duygu tacirleriyle birkaç kahve sohbetinin ürünleri olabiliyordu.
İyi bir duygu taciri, merhametle kibir arasındaki ince çizgiyi, öfkeyle
korkunun yakın akrabalığını size fark ettirmeden duyumsatan kişiydi. Ama bunların
içindeki en önemli ve alınması dikkat gerektireni, yaşanmışlık duygusuydu;
gerçekten iyi bir uzmanla neredeyse yıllar süren bir seansın ürünüydü bu. Ve
bir o kadar da pahalı bir ürün.
Martı da, Bir de ortada
dönen bütün bu duygu ticaretini en ince ayrıntısına kadar bilseler bile kimi
zaman kahve parasını çıkarmak dışında içinde yer almadılar. Çoğu zaman uzaktan
izledikleri bu gösteriden kendileri adına yeterince pay çıkarabiliyorlardı.
Her türlü duygu ticaretini, insanların bunu kolayca
alabilecekleri ve buluşma noktasının yeterince güvenilir bir yer olmasını
sağlamak salonun ününü giderek arttırmıştı. Güven duygusunu yalnızca kahve
salonu satabilirdi ve bütün duygu tacirlerinin ürün güvencesini sağlamışlardı
ancak görüntüden öteye geçmiyordu bu. Güven öyle kolaylıkla sağlanabilecek bir
duygu değildi. Giriş kapısının hemen üzerindeki tabelada yer alan logo, her ne
kadar denizkızı olduğunu
iddia etseler de bir Sirendi.
Efsaneye göre Sirenler
gerçekten büyülü şarkılar söyleyip açıklardaki gemilerin adalarına
yönelmelerine ve kayalıklara çarpıp batmalarına neden oluyor, sağ kalan denizci
olursa da kendileri öldürüyorlardı. Bu yaratıkların belden aşağısı bir balığın
kuyruğunu andırıyordu ve bu yüzden denizkızlarıyla çok karıştırılıyorlardı.
Belden yukarıları ise son derece çekici çıplak bir kadın görünümündeydi. Çok
ender de olsa bazı güçlü, kuvvetli denizcileri esir alıyorlar ve üremelerine
hizmet ettikten sonra onları da öldürüyorlardı.
Kahve salonunun başarısı, bu efsanedeki büyülü
şarkıların yerine dahiyane bir biçimde; görünüşte kahve kokusunu, arka planda
ise duygu ticaretini yerleştirebilmesiydi. Öte yandan dünyanın dört bir
yanından getirdikleri kahveleri süslü püslü adlarla, -üstelik kağıt bardakta- sunmalarına
karşın, müşterilerine “önemli insan” olma beklentisini satmayı başarmışlardı.
Gerçi bunu sağlamak için Hollywood’dan biraz yardım almışlardı ama bu önemi
körükleyen en güçlü etkilerden biri de pahalı olmalarıydı.
Bir’i buraya çeken, önceden olduğu gibi ne duygu ticareti
ne de kahve kokusuydu. Kazadan sonra Martı Livingstone’la birlikte, her gün iş
çıkışında geliyordu kahve salonuna. Salonun girişinde asılı tabeladaki Siren
onun için çok tanıdıktı ve bir gün onun için geleceklerini biliyordu.
Bir belki biraz daha dikkatli olsaydı bu kazanın önüne
geçebilirdi ama gözden kaçırdığı o kadar çok şey vardı ki. Her hafta sonu aynı
kahve salonundan aynı kahveyi alır, hep aynı saatlerde iskeleye gelirdi. Denize
çıkamayacağı havalarda bile –ki o zamanlar bir teknesi vardı- bu döngü
değişmezdi. O günün de diğerlerinden pek farkı yoktu. Sahil yolundan iskeleye
yönelmiş, bir yandan bağlı teknelerin çalışanlarıyla selamlaşıyor, bir yandan
da kahvesinden küçük yudumlar alıyordu. Bu rahat, gevşek yürüyüş az önce kazara
tahta zemine devrilen sabunlu su kovasının gözünden kaçmasına yol açmıştı.
Islak zemine bastı ve kayarak sırtüstü düştü. İskelenin tahta zeminine önce sağ
kürek kemiğinin hemen altını ve ardından hâkimiyetini kaybettiği başını vurdu.
Aslında elindeki kahveyi koruma içgüdüsü bu denli biçimsiz düşmesine neden
olmuş, kahveyi kurtaramadığı gibi göğsü ve karnı sıcak kahveyle yanmıştı. Büyük
bir acı hissetti sırtında ama daha da kötüsü çarpmanın etkisiyle sağ
akciğerindeki hava boşalmıştı ve oluşan vakum etkisi nefes almasına engel
oluyordu. Bir an panikleyip, ayağa kalkmaya çalışırken dengesini tamamen
yitirdi ve iskelenin yanından denize düştü. Nefes alması artık olanaksız hale
gelmiş, gözbebekleri büyümüş her şeyi çok keskin bir belirginlikle görmeye
başlamıştı. Aslında görmekten daha çok, her şeyi, her ayrıntıyı, her duyguyu
tam bir doygunlukla, hani deyim yerindeyse hiç tatmadığı bir mutlulukla
hissediyordu. Öyle yoğun ve çekiciydi ki bu duygu, nefes alamadığını unutmuş,
kendini tamamen bu sihirli dünyaya kaptırmıştı.
Işığı duyumsadığında dikkatini o yöne çevirdi ve
kendini umutsuzlukla çevrili bir denizin ortasında yüzerken buldu. Sonra birden
suyun içine çekildi. Sonsuz gibi görünen mavi yeşil suyun içinde alışılmadık
bir hızla sol yanına doğru fırlatıldığını hissetti. Kendine geldiğinde bir
iskelenin üzerinde sırt üstü yatıyordu ve yanında kadim dostu vardı; Martı
Jonathan Livingstone.
Bir anda çevresini
saran insanlar ürkmesine neden oldu. Onu sakince yerden kaldırdılar ve acele
etmesini, çok zamanları olmadığını söylediler. Hızlıca iskelenin arkasındaki
kayalıkların arasında uzanan bir patikadan kayalığın üzerine çıktılar. Hemen
hemen hepsinin rahatça oturabileceği, belli belirsiz, tören alanını andıran bir
düzlüğe geldiklerinde Bir’i tam karşılarına alacak biçimde bir yarım daire
oluşturarak oturdular. Yedi genç kadından oluşuyordu grup. Şaşkınlık
içindeki Bir’e, dünyanın
tam ortasında olduğunu, korkmamasını, kendilerine Sirenler dediğimizi ve eğer onlarla uyum içinde olursa ona bir
hediye vereceklerini, ama daha da önemlisi onlar için önemli olan bir şeyi
kendisinden alacaklarını söyledi önder konumundaki kadın. Kayalığın çevresini
büyüleyici bir müzik kapladı. Sirenler
bir yandan şarkı söylerken bir yandan da sağ ellerini Bir’e doğru uzatıp,
avuçlarını açtılar. Her birinin elinde parlak, küçük bir cam küre vardı.
Ellerini biraz daha kaldırıp, ters çevirdiler ve küreleri boşluğa astılar.
Küreler serbest kalınca giderek ışımaya, birbirinden güzel renkler yaymaya
başladı. Yere doğru uzanan farklı renklerdeki bu ışınların çizdiği garip
şekiller bir dantel gibi zemine işleniyor ve her biri farklı renklere
boyanıyordu. Küreler yavaşça ilerlediler ve Bir’in çevresinde bir halka
oluşturup dönmeye başladılar. O sırada grup hep bir ağızdan;
“Renkler yoldaşın
olsun, renkler yoldaşın olsun” diyerek sakinleşmesine yardımcı oldular.
Bir, daha kendine neler oluyor diye soramadan
kürelerin rüzgarına kederlerini, mutluluklarını, sevgilerini, güvenini,
öfkesini, endişelerini, merakını, pişmanlıklarını ve daha bir çok duygusunu
kaptırdığını anladı. Hoşuna gitmişti. Küreler gittikçe hızlandılar ve ışımaları
beyaza dönüp, onun çevresinde kesintisiz bir ışık huzmesi oluşturduğunda Bir, bu gösterinin sonsuza değin
süreceğini umarak kendinden geçti.
Martı Livingstone
yolculuk için gerekli su ve erzakı kontrol ettikten sonra kendilerini bilinen
dünyaya taşıyacak kayığa umutsuzca baktı. Gövdesi camdan yapılmıştı ve
ortasında yükselen, yine camdan yapılmış direğe bağlı garip bir yelkeni vardı.
Dikkatle bakınca bunun birbirinden farklı yüzlerce şapkanın yan yana dikilerek
yapılmış olduğunu gördü. Çok geçmeden Sirenler tahta bir sedyede taşıdıkları Bir’i baygın bir biçimde kayığa
koydular ve martı Livingstone’un kulağına gidecekleri yönü fısıldadılar.
Boynuna astıkları silistre düdüğü ise yalnızca Bir çalarsa işe yarayacak, sisli havalarda sisi dağıtacak ve
yollarını bulmaya yardımcı olacaktı. Düdüğün gerçek işlevi ise rüzgar
durduğunda tekneyi çekmek için yelkendeki şapkaların sahibi olan denizcilerin
ruhlarını çağırmaktı.
Üç sis, yedi fırtına
geçirip, yüz yirmi iki gün boşlukta sürüklendikten sonra karayı gördüler.
Bir, dünyaya döndükten ya da kendine geldikten sonra
artık buranın o bildik yer ve kendisi olmadığını düşünmeye başladı. Günler
geçip, insanların arasına karıştığında aslında var olduğunu ama aynı zamanda
görünmez olduğunu keşfetti.
Martı Livingstone’la uzun süren bir sessizlikle kapıyı
izleyip durdular. Ne geleceğini az buçuk tahmin etmelerine karşın nasıl
tanıyacaklarını bilemedikleri şey için giriş kapısına bazen boş, bazen
sıkıntıyla bakıp oturdular, oturdular… Sonra birden bir ses onları bu sihirli
beklentiden uyandırdı. Siyah, kömür gibi gözleri vardı. Uzun dalgalı saçlarıyla
uyumlu bu renge takıldı kaldı Bir.
Masanın yanında sanki kendiliğinden belirmişti ve “Ateşinizi alabilir miyim?” diye
sordu. Bir’in onay veremez telaşına aldırmadan çakmağı alıp, sigarasını yaktı
ve teşekkür ederek aldığı yere koydu. Kısacık bir bakış attı Bir’in gözlerine ve oraya, gözlerinin
tam içine kocaman bir yalnızlık duygusunu bırakarak ayrıldı.
Zaman ilerledikçe, gürültücü kalabalık yavaş yavaş
azaldı. Birbirlerine kısaca bakıp, yüzlerinde “tamam” ifadesini
yakaladıklarında yine aynı sessizlikle kalkıp salondan ayrıldılar.
Sonbaharın giderek
kışa döndüğü gecenin ilk saatlerinde, havanın küçük ısırıklar aldığı
kulaklarını korumaya çalışarak evinin yolunu tuttu Bir. Sokaklar boş, dükkanlar çoktan kapanmıştı. Neredeyse sakin
bir poyraz, kıyıda köşede kalmış birkaç kuru yaprağı havalandırdı ve çöp
arabalarının yanına bırakılmış eski gazete parçalarını da sayfalarına ayırıp
caddeye dağıttı. Sanki çok eğlenceli bir oyun oynayan ve her türlü yeteneğini
sergileyen bir çocuk gibiydi. Üç, dört gazete sayfası havalanıp, kollarını
kaldırmış usta bir zeybek oyuncusu edasıyla ağır, aheste dönüşler yapıp birkaç
adım attı ve aynı zarafetle sokağın zeminine uzandı. Aklının kendisine oyun
oynadığına emindi Bir, ama
o da keyifli bir gülümsemeyle kollarını kaldırıp ağır ağır bu tekinsiz efelere
eşlik etti.
Gökten üç elma düşmüş: üçü de çürükmüş!
Erhan Sertbaş
Ekim 2013 – Mart 2015 – Ekim 2016
Pendik - Antalya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder