10 Ağustos 2016 Çarşamba

İki Karga / Erhan Sertbaş


Banyo kapısının hemen yanındaydım üçüncü mermi göğsüme saplandığında. İlk ikisi duvarlardan sekip kaybolmuştu odanın içinde. Başım dönmeye, içimde serin bir boşluk hissetmeye başladığımda bilincimi yitirmek üzere olduğumu biliyordum ve odaya -aslında yatağa- ulaşmak için adım attığım anda beynimin zamanı kaydeden akışı kesildi ve düştüm. Neden yatağa ulaşmak istediğim konusunda hiçbir fikrim yok. Sanırım çocukluktan gelen, yere düşüp elbiselerimi kirletme korkusu bu. Düşmeden önce yatağın solundaki duvara alnımı ve dizimi çarpmış olmalıyım, az sonra kendime geldiğimde, garip ama göğsümdeki kurşundan daha çok acıyordu çarptığım yerler. Sol yanağımda zeminin soğukluğu var. Kalkmaya çabaladım ama zorla kaldırabildiğim başım yerçekimine direnemeyerek hızla düştü. Ağzımda tuhaf, tuzlu, ılık bir tat var. Aynı ılık sıvı burun kanallarımdan da dışarıya doğru ilerlemeye başladı. Bunun kan olmamasını diliyorum tüm kalbimle ama kısa aralıklarla damlıyor yere, sesini duyuyorum. Ağzımdan geleni de engelleyemedim bir süre sonra, odanın seramik zemininde, yüzümün hemen yanında kendi kanımdan bir göl oluşmaya başladı. Bilincim tekrar kapanmak üzere. Suyla dolan rezervuarın sesi geliyor banyodan. Tanrım! Ben bu otele ölmek için gelmemiştim. İçinde bir adamın ayaklarının olduğu bir çift bot ve siyah keten bir pantolonun paçaları görüş alanıma girdi. Bir kişi daha var, aralarında konuşuyorlar, daha doğrusu biri diğerini azarlıyor:

“Olmayan beynini sikeyim senin, yanlış adamı vurmuşsun gavat.”

Bu iki adamın beni yanlışlıkla vurmalarının getirdiği tartışmanın bulanık sesleri arasında bilincim yeniden kapandı.

Çok soğuk. İçim titriyor. Soğuğa rağmen yürümeye çabalıyorum. Üstelik hayal meyal bir kar yağıyor ve dümdüz bir ovanın ortasında bata çıka, bir yerlerde gelmemi bekleyen insanlara doğru ilerliyorum. Nasıl bilmiyorum ama bir yerden beklendiğimi biliyorum. Orası neresi, bekleyenler ya da bekleyen kim, hiçbir fikrim yok, sadece görünce anlayacağımı söylüyor içimde bir yerlerde bir ses ve bir de huzura kavuşacağımı. Ömrünü yollara vermiş bir dervişim ben. Kılığım kıyafetim de bunu kanıtlarcasına hırpani. Üzerimdeki elbiseler eski, sırtımda yer yer delinmiş bir hırka, içinde de kol ağızları erimiş bir gömlek var. Hatta sağ elimdeki asanın boşta kalan çatalı zaman zaman dönüp sağ kolumun dışında dokunduğu yeri hafifçe eritmiş ve delmiş. Bazen buradan giren soğuk havayı hissedebiliyorum. Ayaklarımdaki yemeniler kar suyunu çekti iyice, yün çoraplarımın suyu engelleyemediği de çok açık, ayaklarım yaş, üşüyor ve yemeniler ayağımdan çıktı çıkacak gibi gevşemiş durumda.  Altımdaki uzun don da yamalarla dolu. Başımda bir kavuk ve kefenim niyetine çevresine sarılmış beyaz bir sarık var.

Ufuktaki mor çizgili dağların önünde, havanın pusunun ve kar tanelerinin izin verdiği kadar uzaklarda bir yerlerde yükselen cılız dumanlar görmek içime biraz su serpse de ulaşmak bir hayli zor olacağa benziyor. Bin dokuz yüz üç yılının başlarındayız, en azından içimdeki öteki ses böyle diyor. Oysa ben bir otel odasında vurulup bilincimi kaybettiğimde iki bin on beşti. Yüz yıldan fazla bir zaman kaymasını ancak bir düşün içinde olmakla açıklayabilirim kendime. Ama neden üşüyorum? Öteki ses kim?

Altı çeyrek saat sonra köy tüm perişanlığıyla önümde belirdi. Uzaktan köpeklerin yabancılara takındıkları ürkütücü havlamaları ve giderek artan şiddetle yağmaya başlayan kar en kısa zamanda sığınacak bir yer bulmamı söylüyordu. İşte o anda, tam da köye girip, köy odasını arayacakken gözüme ilişti o iki karga. Köyün girişinde bir meşe ağacının aynı dalına konmuş iki karga. Annemin anlattığı uzun kış masallarından birinden çıkıp, gelip o dala konmuşlardı sanki.

“Ezop her zaman olduğu gibi efendisinin yemeğini ve şarabını verdikten sonra odadan çıkıp kapının eşiğinde gelecek yeni buyrukları beklemeye başlamış. Mevsimlerden ilkbahar; aylardan nisan; toprak coşmuş, ağaçlar, bahçeler coşmuş, insanların da her bahar olduğu gibi nedensiz neşelere boğulduğu günlerden biriymiş. Ezop efendisinin de bu coşkudan yeterince pay aldığını, kendisine yaptığı şakalardan anlamış, bunun azat edilmek için bulunmaz bir fırsat olduğunu düşünüp uygun anı kollamaya başlamış. Efendisi söylemediği halde en güzel şaraplardan getirip efendisinin bu neşeyle bol bol dolmasını sağlamaya çalışmış. Ezop, tıpkı bir kedinin yumuşak karnını okşar gibi efendisine yaklaşmış ve uygun zamanın geldiğini anladığı an ondan kendisini azat etmesini istemiş. “Bir şartla” demiş efendisi, yiyip içtiklerinin rehavetiyle; “Bana, aynı dala konmuş iki karga gösterebilirsen seni azat ederim.” Ezop hemen dışarıya, bahçeye koşmuş, bahçedeki tek ağaç olan yaşlı incirin dallarını gözetlemeye başlamış. Kara, kömür kanatlarıyla bir karga gelip yaşlı incirin dallarından birine konmuş, sonra bir karga daha onu izlemiş ve aynı dala konmuş, başlamışlar kendi dilleriyle bir sohbete. Bunu gören Ezop hemen içeri koşmuş ve efendisini yalvar yakar bahçeye, yaşlı incirin dibine getirmiş ve biraz önce kargaların konduğu dalı göstermiş ama dalda sadece bir karga varmış. Bunu gören efendisi sinirlenip Ezop’u azarlamış, hatta yere itip iki de tekme atmış onu kandırdığını düşündüğü için.”

 “Ah Ezop, vah Ezop, aynı dalda iki kargadan garip Ezop,” diyerek masalı bitirirdi annem.

Daldaki kargalar da sanki aklımdan geçen masal bitmiş gibi aynı anda havalanıp evlerin arkasında gözden kayboldular. Ben de yönümü köy meydanına çevirip adımlarımı hızlandırdım. Amacım köyün camisini ya da varsa köy odasını bulmak, bu denli üşümeme neden olan soğuktan ve yaklaşan geceden korunmaktı. Önünden geçtiğim evlerin küçük, perdesiz pencerelerinin arkasında şaşkınlıktan dona kalmış insanlar görüyordum. Birkaç adım daha attıktan sonra nereden geldiklerini anlayamadığım beş altı kişi bir yandan salavat getirip öte yandan ellerime sarılıp öpmeye çalışıyor ve “Hoş geldiniz molla babamız” diyorlardı. Doğrusu benim şaşkınlığım onlarınkinden daha büyüktü. Beni nereden tanıyorlardı? Ben nasıl molla olmuştum? Buraya daha önce gelmiş miydim?

Köy odasına vardığımızda köylüler hemen ocağı yakıp, beni de yanına oturttular. Biraz olsun ısındığımı hissettim. Çok geçmeden elinde tepsiyle biri girdi kapıdan ve tepsiyi önüme koyup “afiyet olsun molla babamız” dedi. Doğrusu sıcak çorba içimi ısıttı, artık üşümüyorum. Yemekten sonra köylülerle sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Bana nasıl bu kadar gençleşebildiğimi, hangi diyarlara gittiğimi, neler gördüğümü, nereden geldiğimi ardı arkasına sordular. Köye girdiğimde bütün bu sorulara verilecek hiçbir yanıtım olmamasına karşılık şimdi zihnimde bir yerlerde kendiliğinden oluşan bir şeyler vardı. Yine de bunları seslendirecek cesaretim yoktu. Ben gerçekten Molla Ömer’dim ama elli yıl önceki bendim. Yirmili yaşlarımın sonlarındaydım, köylüler haklıydı. Üstelik benim bilmediğim nasıl bir yeteneğim varsa, onları oldukça ürkütmüştü. İçimdeki sesin bana verdiği görev konaktaki yaşlı Molla Ömer’e ulaşmaktı. Çağırılmıştım. Özgürlüğümün bu yolculuğun sonunda olduğuna inandırmıştı beni ve bir fısıltıyla seslendi kulağıma; “Sen kuşlarla konuşabiliyorsun.”

Köylülere molla babamızın yeğeni olduğumu, beni kendisine benzediğim için seçtiğini, Selanik’ten Drama’ya tüm diyarları gezip, görüp “ahali nicedir” ona bildirmemi istediğini söyleyip üzerimdeki baskıyı biraz olsun azaltmayı sağladım. Bir süre daha sohbet ettikten sonra izin isteyip evlerine döndüler. Ben de ocağın karşısına serdikleri bir şilteye kıvrılıp uykuya daldım. Ertesi sabah gün doğmadan uyandım, hazırlandım. Köylülerden biri, bir tas çorba getirdi. Çorba bir kez daha içimi ısıtıp zorlu yolculuğum için güçlenmemi sağladı. Yemeğin ardından birkaç köylü daha geldi, kısa bir sohbetten sonra sunduklarından ötürü onlara teşekkür edip, içimdeki sesin işaretlediği hedefime doğru yola çıktım.

Kar durmuş, kış güneşi havadaki pusun yokluğundan yararlanıp ışığıyla ovayı parlatıyordu. Sıkı bir ayaz vardı ama üşümüyordum. Karla kaplı ovayı boydan boya geçeceğim yürüyüşüme başladım. Yaklaşık bir saat kadar sonra yol kenarındaki bir ağacın çıplak dallarına konmuş iki karga gördüm. İnanması güç ama bunlar dün köye girerken gördüğüm kargalardı ya da zihnim öyle olmasını umuyordu diye düşünürken kargalardan biri; “Çok düşünme “ dedi. Aklımı sarsıp, derin bir ürpertiye neden olan bir karganın konuşmuş olmasından çok hiçbir sesi duymadığım halde, onları yani sesleri görüyor olmamdı. O anda sanki kainatın tüm sesleri toplanıp muhteşem güzellikte bir tablo gibi önüme serilmişti. Öteki sesin hakkını vermeliyim.

“Aldırma” dedi kargalardan biri; “Bu hep olur, alışırsın birazdan. Senin masal olarak duyduğun ama bizim gerçeğimiz olan öykümüzü bir de bizim gözümüzden görmen gerekiyor. Ondan sonra istediğin yere gidebilirsin.” Şaşkınlık ve korku içinde dinliyorum der gibi başımı sallayabildim sadece. Karganın ağzından çıkan parlak turuncular, morlar, çimen yeşilleri, kan kırmızısı ve daha bir sürü rengin oluşturduğu düzenli karmaşadan bu anlamı çıkarmıştı beynim.

“O gün Ezop efendisinin kendisini azat edeceğine gerçekten inanmış olsa da bunu kesinleştirecek önlemler almayı da ihmal etmemişti. Evdeki diğer kölelerden belirgin bir üstünlüğü vardı ve o gün isteyeceği özgürlüğünün bunlar tarafından engellenmemesi için hepsine evin değişik yerlerinde akşama kadar bitiremeyecekleri işler vermişti. Efendisinin mükemmel bir yemek yemesini ve önemli konuklar için saklanan Tenedos şaraplarından bir testiyi gizlice masaya koyarak içmesini ve iyice gevşemesini sağlamıştı. Gerçekten de senin hikayendeki gibi efendisi ondan aynı dala konmuş iki karga göstermesini istemişti, özgürlüğü karşılığında. Ezop bahçeye çıktığında –bahçedeki ağaç incir değil, yaşlı bir meşe ağacıydı ve Samos’taki evin kalıntılarının olduğu yerde hala yaşamaya devam etmekte- ortalıkta bizden kimse yoktu. Bir süre bahçede gezindi, çevresine bakındı ve uzaklarda uçuşan kardeşlerimizden başka kimseleri göremeyince elinde kırdığı dört tane cevizi ağacın altına doğru attı ve eve doğru yöneldi. Aslında iki kardeşimizi gözden kaçırmıştı Ezop ama onlar cevizlerin bir aldatmaca olduğunu düşünüp sırayla ağaca kondular ve biraz konuştuktan sonra cevizlere en yakın alt dallardan birine yan yana indiler. Evin girişindeki Ezop onları görünce sevinç içinde efendisine koştu. Ancak efendisi Ezop’un sahnelediği oyunu uzaktan izlemiş, Ezop’un kurnazlığını görünce, bir başka kölesini kardeşlerimizi kovalamak için göndermişti. Sonuçta atılan taşlarla yaralanmadılar ama cevizlerden vaz geçip kaçtılar. Ezop efendisine bir süre daha kölelik etmek zorunda kaldı.” Bir süre sustu ve bana önemli bir şeyi hatırlatırcasına yeniden konuşmaya başladı kırmızılar, maviler, sarılarla; “Senin sonun bu yolun sonunda değil, özgürlüğün başka bir dünyaya ait. Kalmakta özgürsün. Özgürlüğünü bulmak için gitmekte de özgürsün. Siz insanlar ne kadar da önemli yaratıklarsınız.”


Yabancısı olduğum bir odada, bedenime bağlanmış garip cihazlarla uyandım. İçimde bir yerlerde derin, anlamsız bir boşluk var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder