Alnına düşen saçlarını yavaşça geriye
itti. Daha elini indirmeden geriye attığı saç tutamı eski yerine geldi.
Kafasını kaldırıp karşısında söylenip duran adama bakmamak için tavana dikmişti
gözlerini.
“Utanmıyorsun. Gittikçe anana
benziyorsun. Defol git! Benim artık senin gibi bir kızım yok. Defol!”
Bir saatten beri yediği azarın etkisiyle
büktüğü boynunu ilk defa kaldırdı. Bir kapıyı gösteren işaret parmağına baktı,
bir de parmağın sahibi babasının yüzüne.
Gözünden bir damla yaş süzüldü. Çaresiz
defolacaktı. Ama hepten ümitsiz de değildi. (“Olsun, Caner var.”) Sırtını
dikleştirdi. Üstündekiler dışında tek bir eşya almadan çıktı; 22 yıldır baba
ocağı bildiği evden.
(“Aslında iyi oldu; babamın istediği
adamla evleneceğime ölürüm daha iyi.”)
Dudağındaki belli belirsiz gülümsemeyi
zapt etmeye çalışarak tırmandı Draman yokuşunu. Çarşamba’ya geldiğinde
durakladı. İlk defa görüyormuş gibi etrafına bakındı. (“Çoktan çıkmıştır işten.
Evine gitsem daha iyi olur.”)
Fatih Camii’nin avlusundan geçip
Fevzipaşa Caddesine inen merdivenlerde adımlarını sıklaştırdı. Akşam ezanını
duyunca; (“acele etmem lazım”) dedi kendi kendine. İçinde itiraz eden seslere
aldırmayıp devam etti. Acıçeşme’ye vardığında hava kararmıştı. Hızlı yürümeye
alışık olmadığı için ayak bileklerinin üstü yanıyordu. (“Dinlenmeye vakit yok
şimdi.”) Stadın kapısının yanından aşağıya doğru indi. Asmalı kahvenin
yanındaki demir kapının önünde durdu. Alttan ikinci zile basıp bir kaç adım
geri çekildi. Daha kafasını yukarı kaldırmamıştı ki beklediği sesi işitti;
“Kim o?”
“Halide teyze; Caner evde mi?”
“Yok kızım” dedi camdan aşağı bakan
kadın. “Kahveye gitti körolasıca!”
(“Deme öyle! Can sıkıntısından gidiyor.
Hele bir evlenelim; bak uğruyor mu kahveye.”)
Geri dönüp nefes nefese tırmandı
Acıçeşme’ye çıkan yokuşu. Işıklardan karşıya geçip meydandaki kahvenin önüne
gelince durdu. Ciğercinin önünde sigara içen yeni yetmelerini ona bakıp
gülüşmelerini görmezden gelip kahvenin kapısına yaklaştı. Geçen hafta da başka
bir kızla dalga geçmişlerdi; “Hakan’la çok gezersen öyle karnın şişer” diye laf
atmışlardı kızın ağlamasına aldırmadan. Sırıtan ufaklıklara ters bir bakış atıp
kahveye doğru döndü. Ürkek bakışlarla içeriyi görmeye, biraz da kendini
göstermeye çalıştı. Çok geçmeden yaşlıca biri çıktı kahvenin kapısına.
“Kime baktın kızım?”
“Caner’e. Burada mı Caner?”
“Şu sarı oğlan mı? Çıktı biraz önce.”
“Eve mi gitti amca?”
Adam; “Ne bileyim ben kızım” deyip
içeriye döndü. Kapıyı kaparken “Allah Allaaaah” diye söylenmeyi de ihmal
etmedi.
(“Çok olmamış. Eve gitse muhakkak karşılaşırdık.”)
Gerisin geriye döndü. Tekrar Fevzipaşa
caddesine çıkıp sola saptı. Edirnekapı’ya kadar ne düşündüğünü bilmeden yürüdü.
Otobüs durağını geçip soldan sur dibine doğru koşar adım gitti. Kalbi ağzının
içinde atıyordu. (“Caner’im. Kesin oradasın biliyorum.”)
Sıklıkla buluştukları sur dibindeki;
sokaktan geçenlerin gözüne görünmeyen oyuk; aşk yuvalarıydı. İlk kez orada
sevişmişlerdi. Hem yakalanacakları korkusu, hem de erkeğine teslim olma
heyecanı yüzünden ilk sevişmelerinden bir şey anlamamıştı. Anlamamıştı ama
biliyordu ki; bekâretini sur dibine dökmüştü, surlar var oldukça kızlığı o
toprakta yaşayacaktı. Caner’in pantolonunun düğmelerini iliklerken, kendisine
bakıp gülümsemesini hiç unutmayacaktı. Sevdiği adamı içine hapsetmişti. Artık
Caner o’nun, o da Caner’indi.
Oyuğa girmek üzereyken Caner’in sesini
duydu. Durup daha dikkatli dinledi. Kıkırdayan kızın sesi de tanıdıktı.
(“Selime!”) Gülerek soruyordu Selime; “Ben daha güzelim değil mi? Hem o, benim
kadar güzel sevişemez bence.”
Oğlanın ayaklandığını hissetti. Kızın
cilveli sorularına cevap vermiyordu. Pantolonunu bacağından geçirirken kumaşın
çıkardığı hışırtıyı bile tanımıştı.
Koşar adım geri çıktı. Bir kaç saat
içinde babasının parayı ondan daha çok sevdiğini, kalan tek varlığı Caner’in de
arkadaş bildiği Selime’yi becerdiğini öğrenmek ağır geldi. (“Ağlama! Ağlama, bu
saatte. Yarın ağlarsın; gündüz gözüyle. Şimdi ağlama! Bilmesin dünya
üzüldüğünü, habersizce dönmeye devam etsin kendi etrafında. Güneşin olmadığını
yarın anlar nasılsa. Ağlama şimdi. Gece gider kızlığını geri alırsın döktüğün
yerden. Tertemiz bekâretini topraktan söker alırsın geri.”)
Anasının ölümünden beri tutunmaya
çalıştığı ne varsa bir anda elinden kaymıştı işte. Hızlı adımlarla yürürken bir
yandan da gözyaşlarını siliyordu. Sırtını dik tutmaya, nereye gittiğini
biliyormuşçasına yürümeye çalışıyordu. Akdeniz caddesinden aşağıya inip,
ışıklardan karşıya geçti. Acı tatlı bütün hatıralarını Fındıkzade’ye çıkan
yokuşta bıraktı. (“Hepsini düşün, hatırla. Bu anıları yaşadığın hayat bitti! O
yaşamdan geriye sadece üstündekiler kaldı.”)
Millet caddesini de geçip, Kızılelma
caddesinden devam etti. Cerrahpaşa hastanesinin önüne gelince; (“burası güvenli
olur. Hastane bahçesi emindir. Hastam var zannederler, ilişmezler; ağlasam bile.”)
Ne kadar ışıltılı olursa olsun sokaklar,
hava kararınca; gece bütün karanlığıyla sarar bedeninizi. Suni ışıklar
aydınlatmaz gecenin özündeki siyahlığı. Sonsuzluğun rengidir, uzayın rengidir
gece. Ne kadar kendinizle baş başaysanız o kadar tedirgin eder ve ne kadar
yalnızsanız o kadar uzun olur. Mevsimin ne olduğuna bakmaz yalnızlığın gecesi.
Her gün aynı saatte gelir, yerleşir içinize. Yeniden getirmeye çalıştığınız
neşenizi, yerle bir eder, gömer. Ta ki güneş tekrar doğana dek.
“Kızım şuradan bir çay alıver hayrına.”
Derin düşüncelerinden sıyrılmasına sebep oldu bu sözler. Şaşkınlıkla sözlerin
sahibine baktı. Kadın çay istemese üstüne para almadığını kim bilir ne zaman
fark edecekti.
“Demin son parayı eczaneye verdim.
Ameliyat için lazım dediler; bir sürü malzeme aldırdılar. Hayır, bu kadar
uğraşıyoruz bari işe yarasa. Adamın masadan kalkması çok zormuş. Doktor öyle
söyledi. Allah’tan doktor tanıdık. Kaynımın yeğeni. İlk muayeneden beri elinden
geleni yaptı. Hiç lafı eveleyip, gevelemedi. Olduğu gibi söyledi ne varsa.
Sabahtan beri de ameliyat için koşturup duruyorum. Taksiyle geldik. Beş kuruş
kalmadı. Neymiş; beyefendi ameliyat olacakmış. Körolasıca hayatı zehir etti
bana. Şimdi elime düştü. Bırakıp gidemiyorum da. Ahh işte merhametim yok mu?
Başıma ne geldiyse bundan geldi. Herifle de acıdığımdan evlendiydim zaten.
Kimse varmaz buna dedim, aldım koynuma hayvanı. Çocuk da yapamadık. E kızım
kime konuşuyoruz kaç saattir. Bi çay istedik alt tarafı. Almayacaksan,
almayacağım de Allah Allah.”
Kızın tek kelime etmesine müsaade
etmeden hışımla kalktı yanından. Arkasından bakakaldı. (“Benim de bu kadından
farkım yok. O sesli konuşuyor, bense kendimle.”)
Etrafına bakındı. Hava aydınlanıyordu yavaş
yavaş. Geldiğinden beri oturduğu yerden hiç kalkmamıştı. Kadın gelip de
düşüncelerinden uyandırmasaydı daha ne kadar otururdu. Allah bilir.
Dizlerinin kilitlenmiş olmasına
aldırmadı, kalktı yerinden. Hastaneden çıktı. Millet caddesine çıkınca sol tarafına
doğru baktı kısa bir an için. O tarafa gitmeye karar verdi. Bir müddet
yürüdükten sonra surlar belirdi önünde. Artık silik bir hatıraya dönüşen
anıları geldi gözünün önüne. Bir gece önce sonlandırdığı hayatından parçaları
izledi adımlarını atarken. Babası, Caner, Selime. (“Selime benden güzel!”)
Yüzünde patlayan kuvvetli rüzgâr
sayesinde anladı surun tepesinde olduğunu. Oraya nasıl geldiğini düşündü,
bulamadı. Edirnekapı’ya doğru baktı önce. Gözünden iki damla yaş düştü. Eskiden
başka ülkelerden, şehirlerden gelen ve yine oralara giden otobüslerin
yolcularını indirip bindirdiği, şimdilerin geniş boşluğuna çevirdi bakışlarını
sonra. Acılı ayrılıkların, sevinçli buluşmaların renkli bavulların, turşu
bidonlarının nereye gideceğini bilmeyen yolcuları yönlendiren çığırtkanların
mazide kalmış izlerini aradı yeşil çimenli meydanda.
İyice yakınına konan güvercinin
kanatlarının altında kayan havayla sıyrıldı başkalarının hislerini anlamaya
çalışmaktan. Kollarını açıp rüzgâra karşı bekledi bir süre. Bir Brezilya dizisinin
başlangıcında gördüğü dev heykele benzetti kendini. Yüksek bir dağın ortasında
kollarını açmış sakallı bir adamı resmeden dev beyaz heykel. Dizideki kız gibi
acı çekiyordu şimdi. (“O kızın arkadaşları var; bense yapayalnızım.”) Heykelin
ne kadar zamandır orada durduğunu bilmiyordu, ama kendisi dayanamayacaktı uzun
süre böyle kalmaya. Elini karnına götürdü. Belli belirsiz hayaller geldi
gözünün önüne. Öne eğildiğinin farkına varmadı. (“En fazla ne olabilir? Benim
için üzülecek kimsem yok.”)
Ayakları
bastığı taşlardan ayrılınca yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bütün bedenini saran
havayı doyasıya çekti içine. Bir anda gelen karanlıkla, durmaksızın zihnini
kemiren düşünceler sessizliğe gömüldü.
‘Önceki
gün Topkapı sur dibinde temizlik yapan çöpçüler tarafından bulunan kadın
cesedinin kimliği tespit edildi. Genç kızın neden intihar ettiği
anlaşılamazken, babasının “daha dün akşam şakalaştık, güldük. Hiçbir şeyi
yoktu. Ben yattıktan sonra evden çıkmış. Neden yaptı bunu anlayamadım” dediği
kaydedildi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada otopsi
sonuçlarına göre genç kadının iki aylık hamile olduğu bildirildi. Açılan
soruşturma sürüyor.’
Gazete haberlerinde hüviyet cüzdanındaki
vesikalık resminin kullanılacağını düşününce dehşet içinde açtı gözlerini. Eli
hala karnındaydı. Ayağının altından yuvarlanan küçük taşların aşağıya düşüşünü
izledi. Babasının evinden çıktığında yaptığı gibi sırtını dikleştirdi. Yüzüne
ciddi bir ifade yerleştiğinin farkındaydı. “Senin için” dedi karnına doğru
seslenerek. “Sana yaşamak ister misin diye sormadım affet, ama sen karnımdayken
bırakamam kendimi.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder