16 Haziran 2016 Perşembe

Semtimizin Münevver Şahıslarından MÂHİ, Hayatı ve Eserleri / Achilles Valentin


 
Hakkındaki en geniş malumatı, Serdar-ı Kâmil Kürdi hazretlerinin özellikle her dini bütünün evinde bulunması farz olan “Validenizle nasıl ülfet ettim” isimli eserinden aldığımız Mâhi’nin; o devirlerde pek muteber olan Fatih semtinin, bir tarafı beş katlı apartımanlar diğer tarafı iki katlı evlerle süslenmiş bir sokağının ortasında dünyamıza teşrif ettiği bilinmektedir.  Doğum tarihi olarak elimizde bir ispat vesikası bulunmadığından yaşı hakkında; ancak o meşhur yanağında oluşan gamze sayısına bakılarak tahmin yürütülür.

            Ne çekip çıkartma ne de fırlatmaymış Mâhi. Zavallı anacığının tek başına, ahretliğinin evindeki altın gününe doğru şen kahkahalar atarak yürüdüğü bir sırada suyu gelmiş, biçarenin feryatları neticesinde başına toplanan kalabalığı ‘açılın ben doktorum’ diyerek yaran maharetli bir tabip; (Allah ondan razı gelsin) bin bir zorluk içerisinde doğumu gerçekleştirmiş, bizlerin de bu müstesna şahsı tanıma payesi almamıza vesile olmuş.

Tarih kitaplarında karnı yarılarak dünyaya teşrif buyuran ilk olmasa da en meşhur ilk oğlanın Sezar’ın marifetiyle gebe kalan Kleopatra’dan doğma sabi olduğu yazılır çizilir. Sezaryen namı ile bilinen doğum biçimine bu adın verilmesinde kraldan çok kralcı tebaanın etkisi olduğu düşünülse de gerçekler farklıydı. Işıklar içinde yürüsün Kleopatra’nın, narin bedenini günden güne kavuran, içten içe yiyip bitiren boşluğunu, günlerini savaşarak geçirip, akşamları horul horul uyuyan Sezar’a doldurtamadığı vakitlerde; iri yarı bir lejyonerin insafsız kollarına teslim olarak doyurduğu, karnı yarılarak içinden alınan günahsızın da bu lejyonerin marifeti olduğu ya bilinmemekte, ya da siyasi icaplar esbabı mucibesiyle üstü örtülmektedir. İşte Mâhi de eğer tarih gerçekleri yazsaydı tarih sayfalarına adını yazdıramayan fakir lejyonerin adının verileceği bu tevellüt şekli ile dünyamıza teşrif etmiş.

Yine Serdar-ı Kâmil Kürdi hazretlerinin; vaktiyle günlük hayatımıza yön veren nevi şahsına münhasır zatları anlattığı ‘Yani’ isimli nadir eserinin ‘Ehl-i Kitap için Kadın Zoruyla Halvet ve Gayri Tabi Neticeleri’ isimli bölümünde yazılanlara bakılırsa; bu ismi meçhul tabip, arz-ı endam edecek sabiyi çekip almak için elini uzattığı anda iki elinin avucunu dolduran yumuşaklığın bebenin safi yanağı olduğunu anlamış, buna mukabil acele bir karar vermiş, bir bıçak marifetiyle zavallı ananın karnını yarmış, çocuğu çekip alarak her ikisinin de hayatlarını kurtarmış.

Vakitsiz bir şekilde tevellüt eden bebenin görünüşündeki fevkaladelik gözlerden kaçmamış. Derler ki; bedeninin yarısı kafa ve kafasının yarısı yanaktan müteşekkil bebeyi görür görmez buğz eden efendi pederi çocuğun ismini yanındaki arkadaşına ‘Mâhi’ olarak bildirip sessizlik orucuna başlamış. Soyu baba tarafından ismi tarih sayfalarında altın harflerle yazılı, genç yaşta (42) terk-i diyar etmesi nedeniyle akıtılan gözyaşları sel olup Çarşamba’yı yıkan Şehzade Ekrem Tarik, ana tarafından ise; genç Şehzade’nin şahsi hizmetine memur edilmiş Köstenceli dilsiz Hasan’a bağlanan efendi pederin o günden beri tek kelime etmemesi bir takım dedikodulara yol açmış. Akranlarınınki gibi bir evlada sahip olamadığı için baba sıfatını almaktaki gönülsüzlüğü yüzüne vuran biçarenin aslında doğduğundan beri hiç konuşmadığına dair asılsız söylencelerden tutun da, gerçekte Mâhi derken “gizleyin, götürün bunu” manasında bir şeyler fısıldadığına kadar götürülmüş iş. Efendi pederin günümüzde yaşadığı bilinmektedir. Fakat talihsiz babanın konuşmamayı sürdürmesi, aslolanın ne olduğu anlamamıza mani olmuş, bu nedenle de dedikodulardan bir sonuç elde edilmeye çalışılmış. Doğum anında yaşadığı sukut-ı hayal nedeniyle ve hatta benzeri bir sonuca bir daha katlanamayacağının farkında olan efendi pederin, hilkat garibesi doğuran zevcesine bayramlarda elini bile öptürmediği rivayet edilir.

Zahirde görünene zerre kıymet vermeyen, batını her daim üstün tutan güneşli ülkemizin naif insanlarından; Mâhi’nin dış görünüşünden ötürü içlerinde oluşan tiksintiyi bir kenara bırakıp sevgi göstermeye çalışanlar da yok değilmiş. Fakat iki günlük bebenin bakışlarından bile ne menem bir haris olduğu hemen anlaşıldığı için bu zihni çabalar da sonuçsuz kalmış. Bir de üstüne bir yaşındayken geçirdiği ateşli hunnâk hastalığı, asri tababetin gayretleriyle iyileştirilmiş olsa da, doğuştan içine yerleşmiş hasedini ele güne açık eden yanak titremesi bu hastalığın bir arazı olarak kalmış.

Allah vergisi yeteneklerini yedi iklim dört kuşağa ispat etmek için yanıp tutuşan Mâhi’nin, maharetlerini tam manasıyla icra edemediğinde yahut da yaşıtları arasında her geri kaldığında titreyen yanağı, gönüllere hüzün düşmesine vesile olmuş. Yaşıtları koşarken çabuk yorulduğundan mütevellit koşanları tenkite başlamış, herkesin oyun olsun diye atladığı kaldırımlardan o bilerek olsa gerek, hep düşmüş. Vaktiyle İstanbul sokaklarında oynanması serbest olan Deve-Cüce oyununun Mâhi maharetiyle yasak edildiği ve hatta şen kahkahalarla oynanan bu oyunun unutturulması için karayolları nizamnamesinde değişikliğe gidildiği Valilik arşivlerinde yer alan hicri 1432 ile tarihlenmiş 3298 taksim 1 numaralı evrakın yedinci paragrafında açık olarak yazmaktadır. Etrafındaki çocukların kendisinde gizli cevheri göremediği için istidatsız kabul edildiğini düşünen Mâhi, son bir hamleyle münevver şahsının dersaadet kürsülerinde tartışılmasına neden olan meşhur becerisini ortaya koymuş.

Edebi ahlaktan yoksun olduğu için en fazla bilinen özelliğini burada faş edemeyeceğimiz Mâhi, anlaşılacağı üzere sonu gelmeyen küfürleriyle nam salmış.  Ağzını açtı mı küçüklerin kulakları kapatılır, Eyyub peygamberin sabrını bile sınayacak uzunluktaki küfrünün bitmesi beklenirmiş. Küfrünü dinlemeyenlerin, çekip gidenlerin, uzaklaşmaya yeltenenlerin; kulaklarından girip, burunlarından çıkan, yine de hayal perverlerin kolaylıkla göz önüne getirilebildiği, tatbiki kolay icraatlarını dinlemek, dimağlarda tarifi mümkün olmayan eşsiz bir lezzet bırakmaktaymış. Memleketimizde geniş kitlelerce okunmuş ve kimi tavsiyeleri dini vecibe sayılarak kabul edilmiş yazarı bilinmeyen ‘Baht Oyunları’ vesikasında anlatıldığına göre; Mâhi’nin mübarek karınlarının altından gelen kuvvetli bir nefesle birlikte Edirnekapı asri meyhanesin yakınlarında kutlu ağızlarından salınan küfür, Üsküdar’dan bile duyulmuş, zamanın bıçkın delikanlılarının, kabadayılarının ağzına pelesenk olmuş.

Sonunda cemiyete kabul ettirebileceği bir mahareti olduğunu keşfeden Mâhi, 12 yaşındayken mahallelerindeki asmalı kahvenin asmasının altındaki sandalyeye gözünü dikmiş. Sandalyenin bu kadar gönlüne düşmesinin sebebi hikmetiyse; üzerine oturana büyük bir ferahlıkla kahvenin önündeki sokağın tamamını görme imkanı vermesiymiş. Bu sandalyenin, asıl sahibi Mehmet Halis Efendinin 81 yaşında çay içerken merhum sıfatı kazanması ile birlikte boşaldığını anladığı gün yanağında oluşan titreme, bugün bile dünyamızı saran rahatsız edici rüzgarların sebebi olarak görülürmüş. Meşhur saray şairi Şakir Bayati’nin bulunması pek güç ‘Bir Zamanlar Fatih’ isimli taş baskı eserinden anlaşıldığına göre; sandalyeye kimseler layık görülmemiş, kimse de Mehmet Halis Efendinin boşalttığı yere oturmaya yeltenmemiş. (Bu nadide eser, sevgili dostum Celal Sontahlil’in el yazması arşivinde bulunmakta olup, kendisinin özel izniyle incelenmiştir.) Fakat Mâhi, maharetlerini takdir etmesini bilmeyen mahalle halkından bu vesile ile intikamını alma imkânı bulmuş, Mehmet Halis Efendinin yedisinin okunacağı gün mübarek kıçlarını sandalyeye iliştirivermiş. Bu duruma şahit olan gençlerin galeyanını mahallenin ileri gelenleri zapt etmiş, hatta rivayet edilir ki; bu sayede büyük bir isyanın önüne geçilmiş.

Anlatılan odur ki; mahallenin el üstünde tuttuğu Sait Hürmüz Efendi’nin biricik kızı Dilbeste’nin kahvenin önünden geçtiği güne dek Mâhi’nin çayını kutsal sandalye üzerinde höpürdeterek içmesine çıt çıtlayarak tahammül edilmiş. Mâhi’nin kızı görür görmez sandalyeden düşmesi sevinç konusu olmuş. Fakat Mâhi, canının yanmasından olacak; üzerine düştüğü kolunu kıza uzatarak, çoluk çocuk herkesin bugün bile zevkle terennüm ettiği meşhur küfrünü savurmuştur.

Ahu gözlü Dilbeste; küçücük bir çocuğun kolunun, namından yedi düvelde sitayişle bahsedilen kalçalarının arasına girerken yapacağı basıncı gözünde canlandırmış, içinde oluşan tarifi mümkün olmayan hoşluk hissine engel olamayıp hafifçe kıkırdamış, gözlerini süzerek oğlana bir bakış fırlatmış.

Elinden alınacağı endişesiyle acele hareketlerle sandalyesine tırmanmaya çalışan Mâhi, bu bakışı kaçırmamış, nice canları yakacağına, ahu gözlü dilberlerin peşinden feveran ederek koşacağına işte o gün kanaat getirmiş. Yine de o an için ciddiyetini muhafaza etmiş; pembe dudaklarından; bugün tıbbiye ilmine sevdalı talebelerin, göz ve beyin arasındaki hassas sinir ilişkisini kolaylıkla öğrenebilecekleri o veciz küfrünü savurmuş.

Sandalye meselesi nedeniyle omuzlarından bastırılmak suretiyle zapt edilen, ne zamandır Dilbeste’ye meftun olan, fakat nur yüzlüden yüz bulamadığı için dedikodu mecmualarındaki meslek hayatına genç kızın dillere destan kalçalarını dillere destan etmekle başlamış günümüzün kart magazincisi Galat-i namlı Kirkor Asaf, gençliğinin verdiği hiddetle Mâhi’ye saldırmış. Fakat ne Mâhi’yi ne de iskemleyi tutturamayarak sokağa yüzükoyun serilmiş. Denilir ki; Galat-i namlı Kirkor Asaf’ın, kızın geçtiği sırada kendiliğinden hareketlenen azası bu düşmeyle kırılmış olduğundan ne evlenmesi ne de çocuk sahibi mümkün olabilmiş. Galat-i, hasretiyle yanıp tutuştuğu, bir kez olsun tadamadığı zevklerden mahrum kaldığı için başka zevklere meyletmiş, kimi karanlık gecelerde henüz bıyıkları terlememiş gençleri tuzağına düşürmeye çalışırken yediği dayaklar, bir gözünden olmasına vesile olmuş.

Bu vaka neticesinde; mahallenin ileri gelenlerinin zoruyla; yeni yetme bir bebeyken bile ona üstünlük taslayıp her konuda onu geçen yaşıtları, her gün sırayla ihtiyaçlarını gidermeye memur edilmiş. Yalnız; meşum olayın seneyi devriyesinde kalkmak bilmediği sandalyenin yılların yorgunluğuna yenik düşmesiyle birlikte Mâhi’nin saltanatı sona ermiş. Serdar-ı Kâmil Kürdi hazretlerinin yine ‘Yani” adlı eserinin ‘Kalkmışa Oturanları Bekleyen Hazin Netice’ bölümünde, ceddimizin yiğit topaç çeviricilerinden olup Ayıntap vilayetinde hizmete giren yeni kapalı çarşının açılışında çevirdiği topacın bir tümsekten kuvvet alarak iki yumurtasını muhafaza ettiği torbaya isabet etmesi neticesinde ahiret yolculuğuna uğurlanan Süleyman Celil hazretlerinden rivayetle naklettiğine bakılırsa; günden güne kazançlarını tükettiği yaşıtları tarafından der dest edilip kahveden kovulmuş.

Bu talihsiz vaka, Mâhi’nin doğup büyüdüğü semti terk etmesine neden olmuş. Lakin giderken yanakları titreyerek İstanbul Türkçesine kazandırdığı, en çok da hülyalı gözlerle uzaklara bakarken dillerden dökülmesi uygun olan naif küfürleri, hatırasını her daim canlı tutmuş.

Araştırmalarını ekseriyetle bu münevver şahsın gündelik hayatında yaşadıklarını nazariye ederek mevcuda getiren Serdar-ı Kâmil Kürdi hazretleri, zaman zaman asmalı kahvede titrek yanaklı masumun yaptıklarını gençlere nakletmekte beis görmemiş olduğu için bazı vakalarda ayrıntılı malumata sahibiz. Bu veli şahsın eserlerinde yer almayan anekdotlarına kulak verilecek olursa; Mâhi, bir kısım cemiyetlerde kendisini iflah olmaz bir oyuncu, kimi çevrelerde de edebiyatın uslanmaz çocuğu olarak tanıtmış, kendi kendine verdiği unvanlar yüzü suyu hürmetine girdiği çevrelerde ihtiyatlı bir saygıyla sofralara buyur edilmiş, fakat er ya da geç çocukluğundan belli olan istidatsızlığı çok çabuk fark edilmiş. Yine de kutlu gamzeleri, görenleri tahtalara vurduran haris bakışı ve çekememezliğinin nişanesi titrek yanağı ile ilk anda bıraktığı tesir kolay kolay silinemediği için bu çevrelerin ekmeğini de bir müddet yemeye muvaffak olmuş.

Mâhi’nin küçük yaşlardan beri gözüne kestirdiği kadınlara kendinden önce duhul edecek hemcinslerini nafile yere haris bakışları marifeti ile uzaklaştırma gayreti, semtimizin bilinen bir hakikatiydi. Adanalı matematik alimi Muhayyer Sadi’nin ‘Dut Pekmezinin İktisadi Hayat ve Ölçüm Cetvellerindeki Garabet Etkisi’ isimli nazariyesinde bahsettiğine göre; genç kızların sevgilisi olduğu zannıyla beşeri münasebetlerini sadece kadınlarla kurmaya dikkat eden Mâhi, en son, kendisinden kat kat uzun bir cinsi latife, her halde saygısından olacak kendinden emin bir tavırla pandik atarken görülmüş. Fakat bu hareketi tamamen yanlış anlaşılmış olacak ki; bir vaveyladır kopmuş. Aynı olay hakkında da bilgi sahibi olan Serdar-ı Kâmil Kürdi efendinin bildirdiğine göre; Mâhi, o gün çıkan kargaşa esnasında kendini sıyırmayı başarmış ve doğruca evine koşmuş, yatağına uzanıp yorganı üzerine çekerek uyuyor zannı verdirmeye çalışmış. Kürdi hazretleri kadar güvenilir vesikalara sahip olmayan kimilerince o gün yaptığı hareket Mâhi’ye çok pahalıya mal olmuş. Rivayet edilir ki; güzelim kıçında bir hilkat garibesinin parmaklarını hisseden kadının korku neticesinde attığı çığlık, kendi gibi uzun zevcinin nazarı dikkatini celp etmiş, Mâhi’yi tombul parmaklı kutlu elini acele ile çekmeye çalışırken yakalamış. Araştırmamızda önemli bir vakit ayırmamıza rağmen ismi ile müşerref olamadığımız bu bey, kalabalık arasında Mâhi’nin kaçtığını görüp peşine takılmış. Mâhi’nin, genç kızların, kimselere bahsetmediği rüyalarında hayal ettiklerini düşündüğü, aynalarda beliren suretinin tıpkı bir bereket tanrısı gibi göründüğüne kanaat getirdiği, 12 yaşından beri uzamamış boyuyla doğru orantılı biriciğini kökünden koparıp Haliç’in karanlık sularına fırlatmış. Birçok yönü ile bir esrar perdesiyle gizlenen bu olayı irdelerken Mâhi’nin mübarek azasının akıbeti ile ilgili burada yer veremeyeceğim derecede vehim hikâyelerle de karşılaştık. Hakikatte her ne olduysa, semtimizin havasını soluyup, suyunu içen bu münevver şahıstan o günden sonra tek bir malumat dahi alınamadığı önümüze acı bir gerçek olarak serilmiştir.

Araştırmamızın neşri için yardımlarını esirgemeyip bize kapılarını açan ve gönülden yardım eden ve fakat isminin bu eserde geçmesini uygun bulmayan mukaddes şahısları burada tek tek anamadığım için affınıza sığınmayı bir borç bilirim. Bazı hakikatlerin gün yüzüne çıkmasına vesile olacağını ümit ettiğimiz bu eser, elimizde suretini ifşa edeceğimiz bir vesikası bulunmayan fakat, mübarek başlarının Paris Louvre müzesinde özel izinle görülebilen balmumundan imal bir sureti bulunan, kaybı ile gönlümüzde onulmaz yaralar açan Mâhi’nin eşsiz hatırasına ithaf olunmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder