Hakkındaki en geniş
malumatı, Serdar-ı Kâmil Kürdi hazretlerinin özellikle her dini bütünün evinde
bulunması farz olan “Validenizle nasıl ülfet ettim” isimli eserinden aldığımız Mâhi’nin;
o devirlerde pek muteber olan Fatih semtinin, bir tarafı beş katlı apartımanlar
diğer tarafı iki katlı evlerle süslenmiş bir sokağının ortasında dünyamıza
teşrif ettiği bilinmektedir. Doğum
tarihi olarak elimizde bir ispat vesikası bulunmadığından yaşı hakkında; ancak
o meşhur yanağında oluşan gamze sayısına bakılarak tahmin yürütülür.
Ne
çekip çıkartma ne de fırlatmaymış Mâhi. Zavallı anacığının tek başına,
ahretliğinin evindeki altın gününe doğru şen kahkahalar atarak yürüdüğü bir
sırada suyu gelmiş, biçarenin feryatları neticesinde başına toplanan kalabalığı
‘açılın ben doktorum’ diyerek yaran maharetli bir tabip; (Allah ondan razı
gelsin) bin bir zorluk içerisinde doğumu gerçekleştirmiş, bizlerin de bu
müstesna şahsı tanıma payesi almamıza vesile olmuş.
Tarih kitaplarında
karnı yarılarak dünyaya teşrif buyuran ilk olmasa da en meşhur ilk oğlanın
Sezar’ın marifetiyle gebe kalan Kleopatra’dan doğma sabi olduğu yazılır
çizilir. Sezaryen namı ile bilinen doğum biçimine bu adın verilmesinde kraldan
çok kralcı tebaanın etkisi olduğu düşünülse de gerçekler farklıydı. Işıklar
içinde yürüsün Kleopatra’nın, narin bedenini günden güne kavuran, içten içe
yiyip bitiren boşluğunu, günlerini savaşarak geçirip, akşamları horul horul
uyuyan Sezar’a doldurtamadığı vakitlerde; iri yarı bir lejyonerin insafsız
kollarına teslim olarak doyurduğu, karnı yarılarak içinden alınan günahsızın da
bu lejyonerin marifeti olduğu ya bilinmemekte, ya da siyasi icaplar esbabı
mucibesiyle üstü örtülmektedir. İşte Mâhi de eğer tarih gerçekleri yazsaydı tarih
sayfalarına adını yazdıramayan fakir lejyonerin adının verileceği bu tevellüt şekli
ile dünyamıza teşrif etmiş.
Yine Serdar-ı Kâmil
Kürdi hazretlerinin; vaktiyle günlük hayatımıza yön veren nevi şahsına münhasır
zatları anlattığı ‘Yani’ isimli nadir eserinin ‘Ehl-i Kitap için Kadın Zoruyla
Halvet ve Gayri Tabi Neticeleri’ isimli bölümünde yazılanlara bakılırsa; bu
ismi meçhul tabip, arz-ı endam edecek sabiyi çekip almak için elini uzattığı
anda iki elinin avucunu dolduran yumuşaklığın bebenin safi yanağı olduğunu
anlamış, buna mukabil acele bir karar vermiş, bir bıçak marifetiyle zavallı
ananın karnını yarmış, çocuğu çekip alarak her ikisinin de hayatlarını
kurtarmış.
Vakitsiz bir şekilde
tevellüt eden bebenin görünüşündeki fevkaladelik gözlerden kaçmamış. Derler ki;
bedeninin yarısı kafa ve kafasının yarısı yanaktan müteşekkil bebeyi görür
görmez buğz eden efendi pederi çocuğun ismini yanındaki arkadaşına ‘Mâhi’
olarak bildirip sessizlik orucuna başlamış. Soyu baba tarafından ismi tarih
sayfalarında altın harflerle yazılı, genç yaşta (42) terk-i diyar etmesi
nedeniyle akıtılan gözyaşları sel olup Çarşamba’yı yıkan Şehzade Ekrem Tarik,
ana tarafından ise; genç Şehzade’nin şahsi hizmetine memur edilmiş Köstenceli dilsiz
Hasan’a bağlanan efendi pederin o günden beri tek kelime etmemesi bir takım
dedikodulara yol açmış. Akranlarınınki gibi bir evlada sahip olamadığı için baba
sıfatını almaktaki gönülsüzlüğü yüzüne vuran biçarenin aslında doğduğundan beri
hiç konuşmadığına dair asılsız söylencelerden tutun da, gerçekte Mâhi derken “gizleyin,
götürün bunu” manasında bir şeyler fısıldadığına kadar götürülmüş iş. Efendi
pederin günümüzde yaşadığı bilinmektedir. Fakat talihsiz babanın konuşmamayı
sürdürmesi, aslolanın ne olduğu anlamamıza mani olmuş, bu nedenle de dedikodulardan
bir sonuç elde edilmeye çalışılmış. Doğum anında yaşadığı sukut-ı hayal
nedeniyle ve hatta benzeri bir sonuca bir daha katlanamayacağının farkında olan
efendi pederin, hilkat garibesi doğuran zevcesine bayramlarda elini bile
öptürmediği rivayet edilir.
Zahirde görünene zerre
kıymet vermeyen, batını her daim üstün tutan güneşli ülkemizin naif
insanlarından; Mâhi’nin dış görünüşünden ötürü içlerinde oluşan tiksintiyi bir
kenara bırakıp sevgi göstermeye çalışanlar da yok değilmiş. Fakat iki günlük
bebenin bakışlarından bile ne menem bir haris olduğu hemen anlaşıldığı için bu zihni
çabalar da sonuçsuz kalmış. Bir de üstüne bir yaşındayken geçirdiği ateşli
hunnâk hastalığı, asri tababetin gayretleriyle iyileştirilmiş olsa da, doğuştan
içine yerleşmiş hasedini ele güne açık eden yanak titremesi bu hastalığın bir
arazı olarak kalmış.
Allah vergisi
yeteneklerini yedi iklim dört kuşağa ispat etmek için yanıp tutuşan Mâhi’nin,
maharetlerini tam manasıyla icra edemediğinde yahut da yaşıtları arasında her
geri kaldığında titreyen yanağı, gönüllere hüzün düşmesine vesile olmuş.
Yaşıtları koşarken çabuk yorulduğundan mütevellit koşanları tenkite başlamış,
herkesin oyun olsun diye atladığı kaldırımlardan o bilerek olsa gerek, hep düşmüş.
Vaktiyle İstanbul sokaklarında oynanması serbest olan Deve-Cüce oyununun Mâhi
maharetiyle yasak edildiği ve hatta şen kahkahalarla oynanan bu oyunun
unutturulması için karayolları nizamnamesinde değişikliğe gidildiği Valilik
arşivlerinde yer alan hicri 1432 ile tarihlenmiş 3298 taksim 1 numaralı evrakın
yedinci paragrafında açık olarak yazmaktadır. Etrafındaki çocukların kendisinde
gizli cevheri göremediği için istidatsız kabul edildiğini düşünen Mâhi, son bir
hamleyle münevver şahsının dersaadet kürsülerinde tartışılmasına neden olan meşhur
becerisini ortaya koymuş.
Edebi ahlaktan yoksun
olduğu için en fazla bilinen özelliğini burada faş edemeyeceğimiz Mâhi,
anlaşılacağı üzere sonu gelmeyen küfürleriyle nam salmış. Ağzını açtı mı küçüklerin kulakları
kapatılır, Eyyub peygamberin sabrını bile sınayacak uzunluktaki küfrünün
bitmesi beklenirmiş. Küfrünü dinlemeyenlerin, çekip gidenlerin, uzaklaşmaya
yeltenenlerin; kulaklarından girip, burunlarından çıkan, yine de hayal
perverlerin kolaylıkla göz önüne getirilebildiği, tatbiki kolay icraatlarını
dinlemek, dimağlarda tarifi mümkün olmayan eşsiz bir lezzet bırakmaktaymış. Memleketimizde
geniş kitlelerce okunmuş ve kimi tavsiyeleri dini vecibe sayılarak kabul
edilmiş yazarı bilinmeyen ‘Baht Oyunları’ vesikasında anlatıldığına göre; Mâhi’nin
mübarek karınlarının altından gelen kuvvetli bir nefesle birlikte Edirnekapı
asri meyhanesin yakınlarında kutlu ağızlarından salınan küfür, Üsküdar’dan bile
duyulmuş, zamanın bıçkın delikanlılarının, kabadayılarının ağzına pelesenk
olmuş.
Sonunda cemiyete kabul
ettirebileceği bir mahareti olduğunu keşfeden Mâhi, 12 yaşındayken
mahallelerindeki asmalı kahvenin asmasının altındaki sandalyeye gözünü dikmiş. Sandalyenin
bu kadar gönlüne düşmesinin sebebi hikmetiyse; üzerine oturana büyük bir
ferahlıkla kahvenin önündeki sokağın tamamını görme imkanı vermesiymiş. Bu
sandalyenin, asıl sahibi Mehmet Halis Efendinin 81 yaşında çay içerken merhum
sıfatı kazanması ile birlikte boşaldığını anladığı gün yanağında oluşan titreme,
bugün bile dünyamızı saran rahatsız edici rüzgarların sebebi olarak görülürmüş.
Meşhur saray şairi Şakir Bayati’nin bulunması pek güç ‘Bir Zamanlar Fatih’
isimli taş baskı eserinden anlaşıldığına göre; sandalyeye kimseler layık
görülmemiş, kimse de Mehmet Halis Efendinin boşalttığı yere oturmaya yeltenmemiş.
(Bu nadide eser, sevgili dostum Celal Sontahlil’in el yazması arşivinde
bulunmakta olup, kendisinin özel izniyle incelenmiştir.) Fakat Mâhi,
maharetlerini takdir etmesini bilmeyen mahalle halkından bu vesile ile
intikamını alma imkânı bulmuş, Mehmet Halis Efendinin yedisinin okunacağı gün mübarek
kıçlarını sandalyeye iliştirivermiş. Bu duruma şahit olan gençlerin galeyanını
mahallenin ileri gelenleri zapt etmiş, hatta rivayet edilir ki; bu sayede büyük
bir isyanın önüne geçilmiş.
Anlatılan odur ki;
mahallenin el üstünde tuttuğu Sait Hürmüz Efendi’nin biricik kızı Dilbeste’nin
kahvenin önünden geçtiği güne dek Mâhi’nin çayını kutsal sandalye üzerinde
höpürdeterek içmesine çıt çıtlayarak tahammül edilmiş. Mâhi’nin kızı görür
görmez sandalyeden düşmesi sevinç konusu olmuş. Fakat Mâhi, canının yanmasından
olacak; üzerine düştüğü kolunu kıza uzatarak, çoluk çocuk herkesin bugün bile zevkle
terennüm ettiği meşhur küfrünü savurmuştur.
Ahu gözlü Dilbeste;
küçücük bir çocuğun kolunun, namından yedi düvelde sitayişle bahsedilen
kalçalarının arasına girerken yapacağı basıncı gözünde canlandırmış, içinde oluşan
tarifi mümkün olmayan hoşluk hissine engel olamayıp hafifçe kıkırdamış,
gözlerini süzerek oğlana bir bakış fırlatmış.
Elinden alınacağı
endişesiyle acele hareketlerle sandalyesine tırmanmaya çalışan Mâhi, bu bakışı
kaçırmamış, nice canları yakacağına, ahu gözlü dilberlerin peşinden feveran
ederek koşacağına işte o gün kanaat getirmiş. Yine de o an için ciddiyetini
muhafaza etmiş; pembe dudaklarından; bugün tıbbiye ilmine sevdalı talebelerin,
göz ve beyin arasındaki hassas sinir ilişkisini kolaylıkla öğrenebilecekleri o
veciz küfrünü savurmuş.
Sandalye meselesi
nedeniyle omuzlarından bastırılmak suretiyle zapt edilen, ne zamandır
Dilbeste’ye meftun olan, fakat nur yüzlüden yüz bulamadığı için dedikodu
mecmualarındaki meslek hayatına genç kızın dillere destan kalçalarını dillere
destan etmekle başlamış günümüzün kart magazincisi Galat-i namlı Kirkor Asaf,
gençliğinin verdiği hiddetle Mâhi’ye saldırmış. Fakat ne Mâhi’yi ne de
iskemleyi tutturamayarak sokağa yüzükoyun serilmiş. Denilir ki; Galat-i namlı
Kirkor Asaf’ın, kızın geçtiği sırada kendiliğinden hareketlenen azası bu
düşmeyle kırılmış olduğundan ne evlenmesi ne de çocuk sahibi mümkün olabilmiş. Galat-i,
hasretiyle yanıp tutuştuğu, bir kez olsun tadamadığı zevklerden mahrum kaldığı
için başka zevklere meyletmiş, kimi karanlık gecelerde henüz bıyıkları
terlememiş gençleri tuzağına düşürmeye çalışırken yediği dayaklar, bir gözünden
olmasına vesile olmuş.
Bu vaka neticesinde;
mahallenin ileri gelenlerinin zoruyla; yeni yetme bir bebeyken bile ona
üstünlük taslayıp her konuda onu geçen yaşıtları, her gün sırayla ihtiyaçlarını
gidermeye memur edilmiş. Yalnız; meşum olayın seneyi devriyesinde kalkmak
bilmediği sandalyenin yılların yorgunluğuna yenik düşmesiyle birlikte Mâhi’nin
saltanatı sona ermiş. Serdar-ı Kâmil Kürdi hazretlerinin yine ‘Yani” adlı
eserinin ‘Kalkmışa Oturanları Bekleyen Hazin Netice’ bölümünde, ceddimizin
yiğit topaç çeviricilerinden olup Ayıntap vilayetinde hizmete giren yeni kapalı
çarşının açılışında çevirdiği topacın bir tümsekten kuvvet alarak iki
yumurtasını muhafaza ettiği torbaya isabet etmesi neticesinde ahiret
yolculuğuna uğurlanan Süleyman Celil hazretlerinden rivayetle naklettiğine
bakılırsa; günden güne kazançlarını tükettiği yaşıtları tarafından der dest
edilip kahveden kovulmuş.
Bu talihsiz vaka,
Mâhi’nin doğup büyüdüğü semti terk etmesine neden olmuş. Lakin giderken
yanakları titreyerek İstanbul Türkçesine kazandırdığı, en çok da hülyalı
gözlerle uzaklara bakarken dillerden dökülmesi uygun olan naif küfürleri,
hatırasını her daim canlı tutmuş.
Araştırmalarını
ekseriyetle bu münevver şahsın gündelik hayatında yaşadıklarını nazariye ederek
mevcuda getiren Serdar-ı Kâmil Kürdi hazretleri, zaman zaman asmalı kahvede titrek
yanaklı masumun yaptıklarını gençlere nakletmekte beis görmemiş olduğu için
bazı vakalarda ayrıntılı malumata sahibiz. Bu veli şahsın eserlerinde yer
almayan anekdotlarına kulak verilecek olursa; Mâhi, bir kısım cemiyetlerde
kendisini iflah olmaz bir oyuncu, kimi çevrelerde de edebiyatın uslanmaz çocuğu
olarak tanıtmış, kendi kendine verdiği unvanlar yüzü suyu hürmetine girdiği
çevrelerde ihtiyatlı bir saygıyla sofralara buyur edilmiş, fakat er ya da geç
çocukluğundan belli olan istidatsızlığı çok çabuk fark edilmiş. Yine de kutlu gamzeleri,
görenleri tahtalara vurduran haris bakışı ve çekememezliğinin nişanesi titrek
yanağı ile ilk anda bıraktığı tesir kolay kolay silinemediği için bu çevrelerin
ekmeğini de bir müddet yemeye muvaffak olmuş.
Mâhi’nin küçük
yaşlardan beri gözüne kestirdiği kadınlara kendinden önce duhul edecek
hemcinslerini nafile yere haris bakışları marifeti ile uzaklaştırma gayreti,
semtimizin bilinen bir hakikatiydi. Adanalı matematik alimi Muhayyer Sadi’nin ‘Dut
Pekmezinin İktisadi Hayat ve Ölçüm Cetvellerindeki Garabet Etkisi’ isimli
nazariyesinde bahsettiğine göre; genç kızların sevgilisi olduğu zannıyla beşeri
münasebetlerini sadece kadınlarla kurmaya dikkat eden Mâhi, en son, kendisinden
kat kat uzun bir cinsi latife, her halde saygısından olacak kendinden emin bir
tavırla pandik atarken görülmüş. Fakat bu hareketi tamamen yanlış anlaşılmış
olacak ki; bir vaveyladır kopmuş. Aynı olay hakkında da bilgi sahibi olan Serdar-ı
Kâmil Kürdi efendinin bildirdiğine göre; Mâhi, o gün çıkan kargaşa esnasında
kendini sıyırmayı başarmış ve doğruca evine koşmuş, yatağına uzanıp yorganı
üzerine çekerek uyuyor zannı verdirmeye çalışmış. Kürdi hazretleri kadar
güvenilir vesikalara sahip olmayan kimilerince o gün yaptığı hareket Mâhi’ye
çok pahalıya mal olmuş. Rivayet edilir ki; güzelim kıçında bir hilkat
garibesinin parmaklarını hisseden kadının korku neticesinde attığı çığlık,
kendi gibi uzun zevcinin nazarı dikkatini celp etmiş, Mâhi’yi tombul parmaklı kutlu
elini acele ile çekmeye çalışırken yakalamış. Araştırmamızda önemli bir vakit ayırmamıza
rağmen ismi ile müşerref olamadığımız bu bey, kalabalık arasında Mâhi’nin
kaçtığını görüp peşine takılmış. Mâhi’nin, genç kızların, kimselere
bahsetmediği rüyalarında hayal ettiklerini düşündüğü, aynalarda beliren
suretinin tıpkı bir bereket tanrısı gibi göründüğüne kanaat getirdiği, 12
yaşından beri uzamamış boyuyla doğru orantılı biriciğini kökünden koparıp
Haliç’in karanlık sularına fırlatmış. Birçok yönü ile bir esrar perdesiyle
gizlenen bu olayı irdelerken Mâhi’nin mübarek azasının akıbeti ile ilgili
burada yer veremeyeceğim derecede vehim hikâyelerle de karşılaştık. Hakikatte her
ne olduysa, semtimizin havasını soluyup, suyunu içen bu münevver şahıstan o
günden sonra tek bir malumat dahi alınamadığı önümüze acı bir gerçek olarak
serilmiştir.
Araştırmamızın neşri
için yardımlarını esirgemeyip bize kapılarını açan ve gönülden yardım eden ve
fakat isminin bu eserde geçmesini uygun bulmayan mukaddes şahısları burada tek
tek anamadığım için affınıza sığınmayı bir borç bilirim. Bazı hakikatlerin gün
yüzüne çıkmasına vesile olacağını ümit ettiğimiz bu eser, elimizde suretini
ifşa edeceğimiz bir vesikası bulunmayan fakat, mübarek başlarının Paris Louvre
müzesinde özel izinle görülebilen balmumundan imal bir sureti bulunan, kaybı
ile gönlümüzde onulmaz yaralar açan Mâhi’nin eşsiz hatırasına ithaf olunmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder