Sarı dalgalı saçlarını savurarak, iri kahverengi gözlerini üzerime dikti. Bir süre sessizlik oldu. Aslında bu sürecin ardından hangi cümlelerin içimi deşeceğini biliyordum ama yine de o zerre kadar ihtimale sığınmıştım.
Ayağa kalktı, yüzünü Kaçkar dağlarının sonsuzluğuna
çevirerek. ‘’Neden bizde diğer insanlar gibi yaşamıyoruz, bende herkes gibi
gerçek arkadaşlar edinmek istiyorum.’’ Dedi.
Eliz on dört yaşına basmıştı artık. Hem ergenliğin ve
büyümenin verdiği araştırmacı, meraklı ruh hali, hem de internet sayesinde
küçük çiftliğimizin dışında ki hayatları inceliyor, büyük şehirleri merak
ediyordu. Dokuz yıldır her Perşembe indiğimiz ilçedeki tanıdık simalar ve ara
sıra bana bahçe işlerim ve ahırdaki tamiratlar için yardıma gelen Avni’nin
dışında kimseyi görmemişti.
Kaçkar dağlarına yakın pek kimselerin uğramadığı, orman
arazisi olan bir yerdi. Bin bir zahmet ile orman işletmesinin yangın gözetleme
kulesinde bekçilik işini almıştım. Günde üç kez telsiz ile uyarı yapıyor arada
devriyeye çıkıyordum, hepsi bu.
Avukatlık mesleğimi yarıda bırakıp burada ki dağlarda
yaşamaya karar verdiğim için pek çok kişi tarafından delirmiş damgası yemiştim.
İstanbul’da hareketli bir hayatımız vardı. Eliz’in
doğumundan sonra eşim Julia ile sanki ikinci baharımızı yaşıyorduk. Julia ile
Sicilya adasına yaptığım bir turda tanışmıştık. Daha sonra iki yıl süren flört
dönemizin ardından evlendik.
Yeryüzünün en mutlu insanı bendim. Güzel bir eşim ve
sıkıcıda olsa iyi para kazandıran bir işim vardı. İstanbul’un kalabalığı
içinde, haritanın bir köşesinde bizde kendimize bir yer bulmuş yaşıyorduk.
Sonra güzeller güzeli, huzur kokulu kızım Dünya’ya geldi.
Gözlerinin kahverengi tonu ve saçlarını Julia’dan almıştı. Hamileliğinde
Tanrı’ya dua etmiştim. Annesine benzeyen bir kız olsun diye. Nitekim Tanrı
sesimi duymuştu.
Yokluk
Bir Eylül akşamı kızımızı kreşten almaya giderken Julia’ya
iki kapkaçcı saldırmıştı. Motor üstündeydiler ve zavallı eşimin çantası boynuna
dolanmıştı ve metrelerce sürüklenerek can verdi...
O andan sonra yaşamımda kocaman bir – boşluk – olmuştu.
Ve Julia’nın yokluğu.
Tüm yolculuklarımda
bavula ilk önce onun yokluğunu koyuyordum. Yokluğu ile kabalıklaşıyordum.
Birkaç ay kızımı hiç görmedim. Teyzesinin yanına Floransa’ya
göndermiştik. Bende berbat bir haldeydim. Sürekli içiyor, sahilde yürüyor sonra
tekrar içiyordum...
Moda sahilinde her zamanki akşam yürüyüşlerimden birine
çıkmıştım. Deniz’den çok insanları izliyordum. Birbirine sarılan ve hiç
ayrılmayacaklarını söyleyen yalancı aşıklar, pamuk şeker satıcısı, gitar çalıp
eğlenen gençler... Benimse eve döndüğümde güzel bir intihar planım vardı.
Minik bir kız dikkatimi çekti, ıslak ayakkabıları, kirli bir
yüzü vardı. Ama eşsiz güzelliğe sahip gözleri inci gibi parlıyordu. Kağıt
toplayan babasına yardım ediyordu. Minicik elleri ile topladığı pet şişeleri
bezden arabanın içine atıyordu. Babası ile şakalaşıyor ve tüm sahile kusursuz
tebessümler saçıyordu.
Hemen yanlarına fırladım. Güzel kızın adı Kiraz’dı babası
Mustafa. ‘’ Ne güzel eğleniyorsunuz, sizi izliyordum dikkatimi çektiniz. Zor
değil mi yaptığınız iş.’’ Diye sordum. Sağ eli ile terini silen Mustafa
kaldırımın üzerine oturdu. Kızı Kiraz’ı kucağına aldı. ‘’ Her iş zor be abi, şu
yavru ile dört yıldır yalnızız, anası başka bir adama kaçıp gitti. Beni ayakta
tutan kızım oldu. Bana güç oldu.’’ Dedi. O an minik Kiraz gözlerimin içine
bakıyordu. Gözlerinde, yüz hatlarında kızımı gördüm.
Bu yaşamın bana verdiği mesajdan başka hiç bir şey değildi.
Yeryüzü ve kızım bana mesaj veriyordu.
Ayağa kalkmalı ve ona tekrar sarılmalıydım. Ama bu kirli
Dünya’ya bir kurban daha veremezdim.
Ertesi gün sabah uçağı ile gidip Eliz’i aldım.
Şimdi ; Kaçkar yaylalarında yaşıyor olmamızın ve onu dış
Dünya’dan bu denli koruyor olmamın kısa hikayesi böyleydi işte.
Tüm ihtiyaçlarını karşıladım onun. Okuma yazmayı öğrettim.
İnternetten mektup arkadaşlığı ve özel dersler sayesinde şuanda İngilizce ve
İspanyolcayı rahatlıkla konuşabiliyor. Büyüdüğünde bu duvarları aşıp gitmesi
tek korkum. Ama en azından bu tek kişilik yangın kulesi olmasa bile minik
huzurlu bir sahil kasabasına yerleşebilir umudunu taşıyorum hep.
Bazen ona haksızlık
ettiğimi, huzurlu, yeşil, hayvanların olduğu bir – cennet hapishanesi - yarattığımı düşünüyordum. Bu nedenle onun
için bir yaz planı yapmıştım. Londra’ya gidecektik.
Julia ile en güzel zamanlarımız orada geçmişti. Her gün bir
müze geziyorduk. Böylelikle onun varlığınıda yanımızda hissetmiş olacaktık.
Victoria & Albert, British, Warm, National Galery, National History
Müzelerinin her köşesinde güzel hikayelerimiz vardı.
Az sonra dağlara bakan Eliz soruyu yineledi,
Neden bizde diğer insanlar gibi yaşamıyoruz, bende herkes
gibi gerçek arkadaşlar edinmek istiyorum.
Bu sert çıkışları tıpkı annesine benziyordu. Ayağa kalktım.
Kızımın yanına doğru gittim ve elimi karşı da uçurumun başlangıcında olan
yeşilliğe doğru uzattım ve ‘’ Orada bir
kiraz ağacı var. O kirazlar olgunlaştığında sana tüm her şeyi anlatacağım’’ dedim.
Eliz hiç bir şey anlamadı ama sorularına cevap alacak olmanın verdiği mutluluk
ile boynuma sarıldı ve hemen sağ tarafta kardeşleri ile oynayan adını beyaz
rüya koyduğu yavru keçisine koştu. Ona sarılıp öpüyor sevinç çığlıkları
atıyordu.
Eliz şımarık tavırlarıyla; gel baba otur, öncelikle çok özür
dilerim vereceğin tüm cezalara razıyım ama lütfen kızma, dedi. Kızamazdım ki zaten. O an yüreğimden midemin
üzerine doğru inen bir sızı hissettim sadece ve derin bir acı.
Neden anneme şiir yazdığını daha önce söylemedin, dedi.
Sustum. Nasıl söyleyebilirdim ki. Acılarımı her gün, her an nasıl
tazeleyebilirdim?
Çok geçmeden ajandayı açtı ve en çok bunu beğendim babacım,
diyerek okumaya başladı.
SENİ YAZMAYI DENEMEK
Seni yaşamak, hayallerin hiç bitmeyeceğini
hayal bile edememektir,
Okyanusun dibine dalıp saatler sonra oksijene kavuşmak gibi paha biçilmez…
Sana bakmak, hep görüş alanında aşkı görebilmektir, inancı hissetmek,
Her saniye yeniden heyecanlanmak, meraklanmak…
Sana dokunmak,
yüzyıllar öncesinden kalma bir fosili toprak altından çıkarmak gibi,
Narin, dikkatli, ellerim titreyerek ve usulca…
Seninle olmak, yeryüzünün tüm teorilerini yıkmak gibi,
Koşulsuz, kuralsız, zamansız…
Sana kavuşmak,
Karmaşıklığın ortasında bir mucizeyi keşfetmek gibi, büyülü ve destansı…
Seni öpmek,
yaşamdaki tüm kırgınlıkları, yorgunlukları bir çırpıda yok etmek ve
Sonsuz bir enerjiyle yeniden doğmak gibi bir şey…
Sana inanmak, avuçlarımı hiç kapatmadan gökyüzüne açmak kadar derin,
Gökkuşağının sekizinci rengini görebilmek kadar aykırı.
Seni sevmek sevgilim, sevebilmek;
Yeryüzünden taşıp seni kusursuzca inşa eden Tanrıya varmak gibi bir şey…
Ve seni yazmayı denemek, buna cüret etmek, seni kelimelerle ifade etmeye çalışmak bu güne dek yapılmış en büyük ahmaklıktır…
Cesaretimi bağışla sevgilim,
Bundan sonra boğazıma düğümlenen tüm cümlelerim sana 'ifadesiz...'
Okyanusun dibine dalıp saatler sonra oksijene kavuşmak gibi paha biçilmez…
Sana bakmak, hep görüş alanında aşkı görebilmektir, inancı hissetmek,
Her saniye yeniden heyecanlanmak, meraklanmak…
Sana dokunmak,
yüzyıllar öncesinden kalma bir fosili toprak altından çıkarmak gibi,
Narin, dikkatli, ellerim titreyerek ve usulca…
Seninle olmak, yeryüzünün tüm teorilerini yıkmak gibi,
Koşulsuz, kuralsız, zamansız…
Sana kavuşmak,
Karmaşıklığın ortasında bir mucizeyi keşfetmek gibi, büyülü ve destansı…
Seni öpmek,
yaşamdaki tüm kırgınlıkları, yorgunlukları bir çırpıda yok etmek ve
Sonsuz bir enerjiyle yeniden doğmak gibi bir şey…
Sana inanmak, avuçlarımı hiç kapatmadan gökyüzüne açmak kadar derin,
Gökkuşağının sekizinci rengini görebilmek kadar aykırı.
Seni sevmek sevgilim, sevebilmek;
Yeryüzünden taşıp seni kusursuzca inşa eden Tanrıya varmak gibi bir şey…
Ve seni yazmayı denemek, buna cüret etmek, seni kelimelerle ifade etmeye çalışmak bu güne dek yapılmış en büyük ahmaklıktır…
Cesaretimi bağışla sevgilim,
Bundan sonra boğazıma düğümlenen tüm cümlelerim sana 'ifadesiz...'
Ağlamaya başladım. Eliz gözyaşlarımı silerek, üzülme baba
dedi. O hep bizimle. Ben hissediyorum.
Hem ben bu şiiri internette paylaştım, iki bin beş yüz kişi
okudu bile dedi, haylaz bir çocuk heyecanı ile.
Eliz haftalardır her gün gösterdiğim ağacın yanına gidiyor ve
kirazların olup olmadığına bakıyordu. Büyüdükçe daha asil bir kız olmaya başlamıştı. Atlara binişini izlerken film sahneleri izliyor hissine kapılıyordum. Fazlası ile merhametli biriydi.
Ve Kiraz olgunlaştı
Bir kaç hafta sonra sabahın ilk demlerinde haykırarak bahçe
kapısını aralardı. Baba, babaaa, kirazlar olduuu ...
Vakit gelmişti. Eliz, ben ve köpeğimiz Darwin kiraz ağacının
yanına geldik. Sarı saçlım çok heyecanlıydı onun bu heyecanını bir de köy
kadınları ile hasat zamanı çay toplamaya gönderdiğimde görmüştüm. Güneş Eliz’in
teninde parlıyordu. Sarıldım sıkıca ona ve karşı dağları gösterdim.
Şöyle dedim;
Bu dağlar bizim, bu doğanın ve hayvanların kalkanı, kızım.
Orayı aştığında sevgiler kusursuzluğunu yitirir. Tebessümler
samimiyetini.
Çıkarsız ilişkiler bulamazsın. Gönülden kimse seni sofrasına
davet etmez.
Kirli kaldırım taşları görürsün. İzmarit kokan sokaklardan
geçip, çöp konteynırları arasından eve yürümek zorunda kalırsın iş çıkışı.
Trafikte birbirlerine öfke kusan zavallılar vardır.
Ve kurallar vardır hiçbir zaman anlam yükleyemeyeceğin.
Otobüs şoförü ile konuşmanın yasak, ancak dolmuş
şöförlerinin trafikte kasiyerlik yapabilmesi kadar saçma.
Yeryüzüne tuhaf sınırlar çizilmiş. Önce bu sınırlar ile
ayırırlar insanları. Amaçları, tek amaçları – yaşamak – olan biz insanları.
Sonra bu sınırların içinde, görünmeyen başka sınırlar daha
çizerler. Din sınırları, kültür sınırları, ve bu dinleri de kendi içinde
sınırlandırırlar, mezhep sınırları.
Yani kızım Tanrı’nın bize sunduğu bu harika gezegenin içine
etmek için yarışırlar.
Bu yarış için tonlarca para harcarlar. Mitingler yaparlar
böğürerek. Seçim önceleri sana kul sonra karşında ağa olurlar.
Savaşlar yaparlar. Her biri farklı sebep ama aynı amaçla.
Evsiz kalır insanlar.
Bir sosyete denize karşı iki kadeh şarap içebilsin diye,
ormanları yakarlar. Hayvanları da evinden ederler.
Cinayetler işlenir her gün. Beden cinayetleri, ruh
cinayetleri.
Dünya’nın bir yanı açlıktan ölürken bir yanında çöpe atılır
binlerce yemek.
İşte ben anneni, canımın diğer yarısını o Dünya’ya kurban
ettim.
Şimdi senide vermeye hiç niyetim yok. Bu nedenle biz bu
kırlardayız.
Bunun için en iyi arkadaşın keçiler, çiçekler.
Ve ben bunun için seninle beraber burada bir yaşam kurdum.
Uzunca bir sessizlikten sonra
bana döndü kahverengi gözlüm. Sana haklızlık ettim babacım. Haklısın oradaki
hayat belki anlattığında da berbat, dedi. Elleriyle yüzümü okşayarak.
Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Eve dönüş için ayağa
kalktık.
Peki babacım dedi, Eliz.
Neden tüm bunları anlatmak için kirazların olgunlaşmasını
bekledin.
Derin bir iç çektim.
Yıllar önce moda sahilindeki minik kızın gözleri belirdi
gözümün önünde.
Kiraz olmasaydı, ben olmazdım. Yaşama gücüm olamazdı, dedim
usulca.
Ay ışığı ormanın tenine dokunmaya başladığında yavaş adımlar
ile evin yolunu tuttuk el ele...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder