16 Haziran 2016 Perşembe

Seni Öldürdüğümü Meleklere Söyleme Olurmu? / Erhan Sertbaş




Ülkü İşsever’in anısına...

Şimdi ben, hiç tanımadığım bu gururlu şehrin uykusuna sızıyorum usul usul. Sabaha az var. Sokak kedileri uyku sersemi. Limandaki martıları akşamdan kalma. Liman da liman hani, kocaman. Yanında bir tren istasyonu. İstasyonda azılı bir tren. Uyuyor. Sabahı bekliyoruz hep birlikte. Sessiz birkaç adam var peronlar arasında, fısıltılarla konuşuyorlar uyandırmamak için hiçbir şeyi. Gün de aynı sessizlikle aydınlanıyor limanın ardından. Fısıltılarla. Derken o sessiz adamlardan biri uyumakta olan lokomotifin kontağını çeviriyor. O koca makine, insan elinden çıkma o dev ejderha sanki kalbine bir bıçak saplanmış gibi canhıraş bir çığlıkla uyanırken, limanı, hatta kentin yarısını o masum sonbahar uykusundan uyandırıyor. Vagonların kapılarını açıyor birileri, biniyoruz uysal ejderhamıza. Hareketleneceği saati, henüz gelememiş yolcularını bekliyoruz. Belki biraz yolculuğun o gizemli heyecanını belki biraz da kendimizi.

Bu yolculuğa çıkarken bir yandan doğduğum şehre, yakınlarıma gitmek ama özellikle, bu trene binmek, tekerleklerle raylar arasından gelen o naif ninniyi dinlemek, istasyonlarının acelesini, telaşını, en çok da insanlarının-şairin dediği gibi- “Manzaralarını” görmek niyetindeydim görünüşte. Oysa bu yolculuğun hayalini onunla paylaştığımda, hep bir gün gidelim, yeni yerler, yeni insanlar tanıyalım, “kendi maceramız olsun” hayalleri vardı kafamızda. Her istasyonda inecek ve bir sonraki trene kadar orayı tanımaya çalışıp hikayesini öğrenmeye çalışacaktık. Yapamadık. Kimi kandırıyorum ki ben. İçimde bir yerlerde kendime söyleyemediğim, durmadan kanayan, acılı bir nedenim var aslında. Onu unutmak için gidiyorum. Her istasyona, karşılaştığım her yolcuya, istasyon büfelerinin çay bardaklarına, heyecanlı simitçilerin “Çıtır, çıtır, taptaze” diyen haykırışlarına ondan kalan her parçayı, her anıyı sonsuza değin bırakmak için, küllerini hayatla buluşturmak için gidiyorum. Biraz da kendi pişmanlıklarımı o sessiz çukura gömmek için.

Saati gelince, lokomotifin egzozundan yayılan mazot kokusu ve çeliğin ve demirin ve onca metalin kurduğu koronun türküleri eşliğinde hareket edip, bir uzun, bir kısa düdükle veda ettik, bu bağlı olduğu vilayetin buçuk şehrine. Az sonra güneş de göründü ovanın bir ucundan.

Tren yol aldıkça her istasyonda biraz daha doldu. Öğrenciler, köylüler, askerler, memurlar, şehirde işi olanlar, olmayanlar, bayram ziyaretine gidenler ve daha kim varsa birer ikişer yerlerini aldılar vagonlarda. Çaprazımdaki ikili koltuğa, yaşlı bir teyze altı yedi yaşlarındaki iki torunuyla yerleşti ve başörtüsünü özenle düzeltip, sessizce bir iki dua mırıldandı. Avuçlarıyla yüzünü kutsadıktan sonra cep telefonunu çıkarıp bir ya da iki tuşa bastı, karşı taraftan gelen “Alo” sesinin üzerine;

“Alo.”

“Hah, şinci pindik geliyoz.”

“Tamam” deyip kestirme bir konuşmayla bekleyenlerini bilgilendirdi.

 

Şimdi yanımda olsaydın, sen cam kenarında, ben koridor tarafında yan yana yapıyor olurduk bu yolculuğu. Yaşlı teyze torunlarıyla önümüzdeki koltuklara oturur, sen çocuklara bıyık altından gülümser, onlarla oynar, ortasından kesip böldüğün bir elmayı, çekirdeklerini ayıklayıp verirdin iki kardeşe… Elmayı çantana ben koymuştum gizlice… Yarısı parlak kırmızı, orta boy bir Amasya, senin sevdiğinden. Tatlı. Sulu.

Balıkesir’e ulaştık. İstasyon kalabalık ve hareketli. Trendekilerin çoğu indi, yaşlı teyze ve torunları da.Yeni yolcular soğumaya fırsat bulamayan koltuk minderlerini birer ikişer doldururken, ben de penceremden bu tatlı telaşın eşliğinde görmeyi umduğum seyyar satıcıları arıyorum. Neredeyse hiç yok. Belki var da ben göremiyorum. Bir büfe ve yanında küçük bir çay bahçesi var ama boş. Tarihi gar binası, taş yapının üst tarafına büyük harflerle “BALIKESSIR” ve yanına Osmanlıcası yazılmış tabelasıyla Fransızların o kibar, hafiften kendini beğenmiş, biraz kokoş, biraz ulaşılmaz duruşunu uyandırdı bende. İşin ilginci tabelanın yarısı soldan sağa, öteki yarısı da sağdan sola doğru okunabiliyordu yalnızca. Doğuyla, Batı binanın yapıldığı tarihte bir tabelada karşılaşmış, her taraf diğerine gereken tavizi vermişti. Ne boş bir gurur. Kimin yaptığına aldırmadan gar binalarını hep sevmişimdir. Tarihi bir nezaket, bir centilmenlik vardır ruhlarında.

Tren hareket etmeye hazırlanırken, bir elinde dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu, diğerinde biletiyle, genç bir adam biraz gurur, biraz da haklı olmanın verdiği bir yüz ifadesiyle başıma dikilip; “Burası 21 numara, bizim yerimiz” dedi. Şaşırdım. Bu bileti çok dikkatle seçmiş, internet üzerinden almıştım, üstelik buraya kadar kondüktörün yaptığı tüm kontrollerde hiç uyarı almamıştım. Yanlışlık olamazdı. Sonra;

“Biletinize bakabilir miyim” dedim.

”Sizin 21 numara dördüncü vagonda, burası ikinci vagon”.

 

Genç adam yüzüne yayılan bu küçük utancın kızarıklığıyla mahcup, uzaklaşmaya çalışırken, ben de; “Olur böyle şeyler, aldırmayın” gibisinden bir gülümsemeyle küçük kıza veda ettim. Taşralı gençler, özür dilemenin çoğunlukla gurur kırıcı, onları küçülten bir şey olduğunu düşündüklerinden bu genç adamın, kızının yanında gururunun daha da kırılmasına gönlüm razı olamazdı. Arkaya doğru yöneldiklerinde;

“Dilerseniz yerleri değiştirebiliriz” diye seslendim.

Genç adam bu karışıklıktan ve tavırlarından dolayı ona kızmadığımı anladı ve yüzünde mahcup bir gülümsemeyle

“Yok, sağ olun biz yerimize geçeriz” dedi.

Sen olsaydın yanımda o genç adam seni görünce daha nazik davranır, kızının seni örnek almasını isterdi. Sen de çocuğa adını sorardın ve kaçıncı sınıfa gittiğini. Ha, bir de en son okuduğu kitabı, senin gibi bir kitap kurdu başka neyi merak ederdi ki? Hatta böyle bir yolculuğa bavulundakiler hariç çantanda en az üç kitapla çıkardın sen. Yolculukta okumak için Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı” olurdu yanında mutlaka. Arada birkaç dizeyi sesli okurdun ve ben aklımda kalan birkaç Cemal Süreya dizesi söylerdim sana…

''Sesinde ne var biliyor musun

Söylemediğin sözcükler var

Küçücük şeyler belki

Ama günün bu saatinde

Anıt gibi dururlar

 

Sesinde ne var biliyor musun

Söyleyemediğin sözcükler var''

 

Kondüktörler ve makinist şimdilerde telsizle haberleşseler de hala bir gelenek olarak sürdürüyorlar düdüklerle konuşmayı. Herkes payına düşen düdüğü çaldıktan sonra hareket ettik yeniden. Bütün gece uyumadım, yorgunum biraz, belki kısa bir şekerleme iyi gelir. Trenin sesleri, sarsıntısı da bedenimi uykunun kollarına atmak üzere. Birkaç dakika sonra yeniden durduk. İstasyonun adı “Çukurhüseyin”, yolcusu yok gibi ama yine de iki dakikalık hareket saatini bekleyeceğiz. Aklım bir yandan bu boş istasyonun melankolisinde seni canlandırırken bir yandan da adı Hüseyin olan birinin bu lakabı nasıl aldığını anlamaya çalışıyor. Çözemedim. Ama o “Çukur” yok mu, içimi burkuyor belli belirsiz, sana düşüyorum her gördüğümde, duyduğumda.

“İn hadi trenden.”

“Ama uykum var benim, hem bir sonraki tren beş saat sonra.”

“Olsun. Bu yolculuğun amacı bu değil mi? İn hadi, iki dakika çok uzun bir zaman değil. Hem, bak, ben de seninleyim. Buranın hikayesini merak etmiyor musun?”

 

Hareket memurunun meraklı bakışları ve istasyonun umutsuzluğuyla baş başayım artık. Neden seni dinledim ki?

Hareket memuruna yaklaşıp, Balıkesir’e ilk trenin ne zaman olduğunu sordum ve meraklanıp çok soru sormasın diye de ekledim zoraki bir gülümsemeyle,

“Balıkesir’de inecektim ama uyuyup kalmışım işte, neyse ki çok uzaklaşmamışım”.

Otuzlu yaşlarında, uzun boylu, lacivert üniformasının içinde çakı gibi görünen memur, siyah, kalın bıyıklarının altından, gözlerini biraz daha kısarak gülümsedi ve

“İki saat kadar var.”

“Başka tren olmayacak o saate kadar isterseniz bekleme salonunda bekleyebilirsiniz” dedi samimi bir havayla.

“Çay içebileceğim bir yer var mı?” diye sordum.

Gözlerini istasyonda gezdirdi ve

“Yazıhaneme buyurun, hem sıcaktır hem de çay ikram edebilirim” dedi.

 

İlk çaylarımız bitmeden ben dönüş biletimi almış ve Çukurhüseyin adının nereden geldiğini sormuştum bile. Bu hattaki demiryolunun tarihi 1911 yılına kadar uzanıyordu. O zamanlar bu istasyonun yapılacağı yerler Çukur Hüseyin adında birine aitmiş ve devlet parası karşılığında burayı satın almak istemiş ancak sahibi istasyona kendi adının verilmesi koşuluyla araziyi para almadan vermişti. Adının önünde yer alan “Çukur” lakabınınsa nereden geldiğini bilmiyordu. Oysa ben bu sözcüğü her duyduğumda içimde bir yara sızlamaya başlıyor, seni arıyorum Çukurhüseyin’in boş, soğuk, isli sonbaharında. Ben senin hangi hayalini bırakabilirim ki bu benden de harabe “Çukura”?

Bir iki çay daha içip havadan sudan sohbet ederek iki saati doldurduk. Sonra “Geliyor” dedi ve birlikte perona çıkıp yaklaşan trenin durmasını bekledik. Vedalaştık. Trene bindim. Hareket ederken boş istasyona kısa bir an bakıp bu puslu sonbahar gününün hüznüyle sürüklenen seni düşündüm. Kafamda dolaşan bir şarkı da alıp götürdü beni senin yokluğuna;

“En sevmediğin havalarda bile”

“Sen en güzelsin…”

“Yüzün hüznün yağmurlarıyla yıkansa bile”

“Sen en güzelsin…”

 

Geceyi Balıkesir Garına yakın bir otelde geçirdikten sonra sabah aynı trendeki yerimi yeniden aldım. İstasyonların istasyonları izlediği ve sığ kalabalıkların bir içeri, bir dışarı, hülyasız, donuk kımıltılarının birinde büyükçe bir kente yaklaştığımızı hissedince aklımı senden sıyırıp pencereme döndürdüm yüzümü. Hayatımda hiç bu kadar buharlı lokomotifi bir arada görmemiştim. Soma’dayız, bunlar ömrünü tamamlamış ve emekli olmuş buharlı lokomotifler, burası da son toplanma noktasına ulaşabilmiş kara trenlerin deposu. Duyguları var ama eskimiş, omuzlarında bir yorgunluk; sıkı sıkıya oturmuş, sanki beli bükülmüş hayallerinin.

“Sen ne dersin, hatta sen hiç buharlı lokomotifin çektiği bir trene bindin mi?”

“Ben, hiç trene binmedim ki… Bu yolculuk sayılır mı? Bunu ilk yolculuğum sayar mısın?”

 

Tanrım! Kanıyor yine ruhum, kömür karası, kan karası kanıyorum. Vagonun penceresine yığılıp kaldı gözlerim. Eşyalar sessiz, tren sessiz, yolcular sessiz, bir damla yaş süzülüyor yanağımdan. Sessiz…

Kömürün ve aldığı canların ve pasa durmuş kara trenlerin üzerimize çöken karanlığını içimize atıp yola koyulduk yine. Yüreğim kapkaranlık.

Artık dağlar yerini ovaya, bağlara, tarlalara bıraktı. Penceremden üzüm bağları, kavun, tütün ve pamuk tarlaları geçiyor. Az önce Kırkağaç’ı geçtik. Vagon biraz daha doldu. Sonraki istasyonlarda sanki yakın bir zamanda boşalacakmış gibi dolmaya devam etti.

Akhisar’dayız. Yolcular yeniden değiş tokuş ediyorlar birbirlerini. Binenler inenlere yol veriyor. Yeni yolculardan biri gözüme takıldı. Ufak tefek, temiz giyimli bir adam. Kumaş pantolonu, kısa kollu, mavi yeşil ekose gömleği ve kemerine taktığı deri kılıf içindeki eski model cep telefonu, yeni boyanmış parlak iskarpinleri onu diğer yolculardan kesinlikle ayırmıyordu. Kısa kesilmiş saçı, güneş yanığı esmer yüzü ve kırlaşmış bıyıklarıyla birleşince sıradan bir kasabalı gibi görünse de yüzüne yerleşmiş o sancılı “keder” ifadesi onu benim gözümde öncelikli yapıyordu. Kırklı yaşlarının sonunda gösteriyor.Önce vagonu meraklı gözlerle inceledi, oturacak yer göremeyince iki vagon arasındaki bavul bölümüne dikkatlice yerleştirdi elindeki tek yükü olan söğüt dallarından örülmüş sepeti. İçi, özenle dizilmiş, belli ki her katında araya incir yapraklarından bir ayraç konmuş, sabah tazeliğinde, olgun incirlerle doldurulmuş. Görünüşü, daha çok evde yapılmış değil de dışarıda satmak için ustaca hazırlanmış gibi ama eğer birileri görür de canı çeker ister ya da satın almaya çalışır diye sahibinin bunu vagona sokmaması ve başından hiç ayrılmadan beklemesi önemli birine hediye olarak hazırlandığını, belki bir doktor ya da hakime götürüldüğünü düşündürdü bana. Bu toprakların “Allah hakime, hekime düşürmesin” özdeyişinin adamın taşıdığı sepetten parça parça, ağır ağır taşarak döküldüğünü bir o, bir ben görüyoruz.Bir an göz göze geldik ve bu gizli utancımızı, bakışlarımızı avuçlarımıza çevirip oraya sakladık.

“Çaresizlik ne kadar kötü değil mi? Zavallı adam, sanki bütün kurtuluşu o sepetin içinde.”

Evet. Keşke benim de seni kurtarabilecek bir sepetim olsaydı… Dünyanın en güzel incirlerini, elmalarını, portakallarını yetiştirseydim senin için, sepet sepet dağıtsaydım herkese, sen benimle kalsaydın...

Tren Manisa Garına girdiğinde yol boyu giderek artan telaş ve koşuşturmaca doruk noktasına ulaştı. Kimileri inebilmek, kimileri de binebilmek için var güçleriyle çabalayıp yolculuklarının sonuna varma umutlarını iyice tazelediler. Donuk, puslu sonbaharın yerine geç yaz günlerinden biri gelmişti. Vagonun pencerelerinden girmeyi başaran güneş dokunduğu yerleri tatlı tatlı yakıyor. Yeni gelen yolcular da sanki yaz bitmemiş gibi serin kıyafetlere bürünmüş, güneşten köşe bucak kaçıyor, yer yer bir gazeteyi ya da dergiyi başlarına gölge yapacak biçimde pencerelere tutuyorlar. Bütün düdükler çalındı ve yola koyulduk yeniden. Arka sıralardan bir adam ve genç arkadaşı hemen önümde iki vagon arasındaki sahanlığa geçtiler. Adamın uzun sarı saçları var. Ellili yaşlarında gösteriyor. Ortadan az daha kısa boylu, tıknaz.Oturduğum yerden görebildiğim kadar, spor ayakkabıları ve bej renkli bermuda şortunun üzerine ünlü bir markanın taklidi lacivert bir tişört giymiş.Sol omuzunun üzerinden tek askısını geçirdiği küçük bir sırt çantası asılı, elinde de ekstra alkollü bir kutu bira var, kendince gizlemeye çalışıyor. Saçlarının alnını kapatması, ensesinde dışa doğru dalgalanması ve yüzüne yayılan, pek bize özgü olmayan güveni bende Türkçe konuşabilen bir yabancı izlenimi uyandırsa da aslında o bir Almancıydı.Bu kanıya, serçe parmağına taktığı, ortasında kocaman bir Oltu taşı yerleştirilmiş, gümüş şövalye yüzüğünü görünce vardım.

“Nereden biliyorsun? Adamla konuşmadın bile.”

Haklısın. Yerimden kalktım ve sahanlıktaki tuvaletlerden birine girdim. Çıktığımda sarışın adamla göz göze geldik, hafifçe başımla selamladım ve elindeki bira kutusunu işaret edip

“Afiyet olsun” dedim. Kibarca selamımı alıp teşekkür etti.

“Yabancı mısınız?” diye sordum.

“Hayır, Türküm” dedi.

“İnsanlar beni çoğunlukla yabancı sanırlar. Herhalde onlarla çok çalıştığım için.”

Ne yabancıydı ne de Almancı, yanılmıştım. Genç arkadaşından başka biri daha vardı bu garip grubun içinde. O da en az sarışın adam kadar içmiş, hafiften sallanıyor, kendini kontrol etmeye çalışıyordu. Trenin gürültüleri arasında zor duyulur bir sesle yeniden “Afiyet olsun” diyerek yerime geçtim. Sen haklıydın, sadece görünüşüne bakarak bir yargıya varmamalıydım.

Tren Manisa Ovasını geçip, bir dağın etrafında kıvrılmaya başladığında, sağ yanımızda Gediz Irmağı da ağırbaşlı bir kabadayı edasıyla katıldı bize. İzmir’e yaklaştıkça yolcular birer ikişer azalmaya başladı. Menemen’e geldiğimizde sarışın adamla içki arkadaşı arasında tatlı bir atışma yaşandı ve ikisi de vagondaki yerlerine oturdular. Bir süre sonra bizim sarışın –belli ki kendini eğlendirmeye çalışıyordu- pek de düşük sayılmayacak bir perdeden “My Way”i söyledi İngilizce olarak.Bu arada diğeri de ona sataşmaya devam etti ve izleyen on dakika içinde iki sarhoşla İzmir’e girdik. Son durağa gelmeden incirli adam indi.

Alsancak’ta inince babamı aradım hemen. Cep telefonu kapalıydı ve ev telefonu da boşluğa çalıyordu. Büyük olasılıkla cep telefonunun kapandığından habersiz kahvede arkadaşlarıyla kağıt oynamaya dalmış evine döneceği saatleri dolduruyor olmalıydı.Annemi kaybettikten sonra bulduğu her boş zamanı insanlarla geçirmekten hoşlanıyordu. Emekli adam tabi, hakkı var. Benimki de iş mi, önceden arama adamı, yolculuk bitince “Ben geldim” de.

Metroya bindim, Hatay’da indim. Peki, şimdi ne olacak?

“Hadi kaybolalım…”

Hatay’ın denize doğru inen dik yokuşlarından, merdivenlerinden süzülüp daha önce hiç görmediğim bu sokaklarda kayıtsızca kaybolmanın heyecanı içindeyim. Denize az kaldı ya da ben öyle sanıyorum. Bir sıra merdiven daha inince, sağlı sollu apartmanların gölgeleri arasından deniz göründü. Sağımda ise kendini unutturmuş, asla arayarak bulamayacağım bir mahalle kahvesi var. Biraz meraktan, biraz soluklanmak için bahçe kapısından içeri girdim ve köşeye yakın boş bir masaya oturdum.

“Sen de yanıma ilişiver şöyle, ayaklarını benim sandalyemin kenarına koy, dizlerinin üzerine bir kitap aç. Ben de bir kolumla dizlerine yaslanayım, sen ara sıra ruhuma dokun.”

“Çay da içelim… Kedileri de sevelim… Hava çok sıcak. Üff…Eser mi acaba? Dondurma yer miyiz?”

 

Birkaç masada mahalleli oldukları belli olan kadınlar, erkekler karşılıklı kağıt ve taş oyunları oynuyor. Birinin sandalyesinde sakin bir köpek bağlı. O alışık olduğumuz erkek egemen atmosferin yerini dostça bir hava almış, kimse kimseye alışılmışın dışında bir gözle bakmıyor. Sanki herkes mutlu gibi. Dört dut ağacının arasına sıkışmış zavallı bir erik ve kel bir asma örtüyor güneşi ve sıcağı. Belli ki kahvehaneden beslenen ikisi sarman biri kınalı üç besili kedi sıcaktan bunalmış, beton zemine serilmişler. Köpek hiç oralı değil.Sokağa yakın köşede şimdilik kapalı görünen bir seyyar köfteci arabası var. Köftesi nasıl acaba? Meraklandım şimdi bak. Sen ne okuyorsun?

“Edip Cansever’in Masa’sı…”

“Hoş geldiniz, ne alırdınız, çay, kahve, soğuk bir şeyler?”

Ufak tefek ama zıpkın gibi bir ihtiyar delikanlı, Clark Gable bıyıkları ve alnından açılmış geriye taradığı briyantinli saçlarıyla zamanının bıçkın delikanlısı, hem benim gibi bir yabancıya karşı mekanını koruyor hem de yeni bir müşterinin memnuniyetini sağlamanın hesabını tutuyor kafasında. Gömleğinin yakasında bir güneş gözlüğü asılı. Bir sade kahve söyledim, soğuk suyla yapmalarını da ayrıca rica ettim. Ne demek istediğimi anladı yaşlı kurt ve hafifçe gülümsedi ince bıyıklarının altından. Ocağa doğru ilerlerken yolu üzerindeki masalarla şakalaşıp, gözlüğünün önemini anlattı birkaç sözcükle. Onu takınca Bodrum Kaymakamı gibi hissediyormuş. Biraz sonra soğuk bir bardak suyla birlikte geldi kahvem.

“Çok güzel bir yer” dedim dedeye,

“Buranın adı ne?”

 

Masanın üzerindeki küllüğü değiştirirken, bu güne değin yaptığım tüm yolculukların o en kahrolası sonunu, içimi sonsuza kadar yakan o en acımasız yanıtı verdi;

“Çukur Kahve!”

Şimdi ben hayal edebildiğim kadar büyüklükte bir ah etsem. Çığlık çığlığa haykırıp bütün gökyüzünü ve yeryüzünün bütün çukurlarını doldursam o çığlıkla. Doğduğum şehre, doğduğum güne, seni alıp götüren her şeye lanetler okusam. Seni koyduğum o küçücük çukurun benim içimde uçsuz bucaksız, karanlık bir uçurum olmasına ağlasam, sızlasam…

“Seni öldürdüğümü meleklere söyleme, olur mu?”

 

Aralık 2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder