Ülkü İşsever’in
anısına...
Şimdi ben, hiç
tanımadığım bu gururlu şehrin uykusuna sızıyorum usul usul. Sabaha az var.
Sokak kedileri uyku sersemi. Limandaki martıları akşamdan kalma. Liman da liman
hani, kocaman. Yanında bir tren istasyonu. İstasyonda azılı bir tren. Uyuyor. Sabahı
bekliyoruz hep birlikte. Sessiz birkaç adam var peronlar arasında, fısıltılarla
konuşuyorlar uyandırmamak için hiçbir şeyi. Gün de aynı sessizlikle aydınlanıyor
limanın ardından. Fısıltılarla. Derken o sessiz adamlardan biri uyumakta olan
lokomotifin kontağını çeviriyor. O koca makine, insan elinden çıkma o dev
ejderha sanki kalbine bir bıçak saplanmış gibi canhıraş bir çığlıkla uyanırken,
limanı, hatta kentin yarısını o masum sonbahar uykusundan uyandırıyor.
Vagonların kapılarını açıyor birileri, biniyoruz uysal ejderhamıza. Hareketleneceği
saati, henüz gelememiş yolcularını bekliyoruz. Belki biraz yolculuğun o gizemli
heyecanını belki biraz da kendimizi.
Bu yolculuğa
çıkarken bir yandan doğduğum şehre, yakınlarıma gitmek ama özellikle, bu trene
binmek, tekerleklerle raylar arasından gelen o naif ninniyi dinlemek,
istasyonlarının acelesini, telaşını, en çok da insanlarının-şairin dediği gibi-
“Manzaralarını” görmek niyetindeydim görünüşte. Oysa bu yolculuğun hayalini onunla
paylaştığımda, hep bir gün gidelim, yeni yerler, yeni insanlar tanıyalım, “kendi
maceramız olsun” hayalleri vardı kafamızda. Her istasyonda inecek ve bir sonraki
trene kadar orayı tanımaya çalışıp hikayesini öğrenmeye çalışacaktık. Yapamadık.
Kimi kandırıyorum ki ben. İçimde bir yerlerde kendime söyleyemediğim, durmadan
kanayan, acılı bir nedenim var aslında. Onu unutmak için gidiyorum. Her
istasyona, karşılaştığım her yolcuya, istasyon büfelerinin çay bardaklarına, heyecanlı
simitçilerin “Çıtır, çıtır, taptaze” diyen haykırışlarına ondan kalan her
parçayı, her anıyı sonsuza değin bırakmak için, küllerini hayatla buluşturmak
için gidiyorum. Biraz da kendi pişmanlıklarımı o sessiz çukura gömmek için.
Saati gelince,
lokomotifin egzozundan yayılan mazot kokusu ve çeliğin ve demirin ve onca
metalin kurduğu koronun türküleri eşliğinde hareket edip, bir uzun, bir kısa
düdükle veda ettik, bu bağlı olduğu vilayetin buçuk şehrine. Az sonra güneş de göründü
ovanın bir ucundan.
Tren yol aldıkça
her istasyonda biraz daha doldu. Öğrenciler, köylüler, askerler, memurlar,
şehirde işi olanlar, olmayanlar, bayram ziyaretine gidenler ve daha kim varsa
birer ikişer yerlerini aldılar vagonlarda. Çaprazımdaki ikili koltuğa, yaşlı
bir teyze altı yedi yaşlarındaki iki torunuyla yerleşti ve başörtüsünü özenle
düzeltip, sessizce bir iki dua mırıldandı. Avuçlarıyla yüzünü kutsadıktan sonra
cep telefonunu çıkarıp bir ya da iki tuşa bastı, karşı taraftan gelen “Alo”
sesinin üzerine;
“Alo.”
“Hah, şinci pindik
geliyoz.”
“Tamam” deyip kestirme
bir konuşmayla bekleyenlerini bilgilendirdi.
Şimdi yanımda
olsaydın, sen cam kenarında, ben koridor tarafında yan yana yapıyor olurduk bu
yolculuğu. Yaşlı teyze torunlarıyla önümüzdeki koltuklara oturur, sen çocuklara
bıyık altından gülümser, onlarla oynar, ortasından kesip böldüğün bir elmayı,
çekirdeklerini ayıklayıp verirdin iki kardeşe… Elmayı çantana ben koymuştum
gizlice… Yarısı parlak kırmızı, orta boy bir Amasya, senin sevdiğinden. Tatlı.
Sulu.
Balıkesir’e
ulaştık. İstasyon kalabalık ve hareketli. Trendekilerin çoğu indi, yaşlı teyze
ve torunları da.Yeni yolcular soğumaya fırsat bulamayan koltuk minderlerini
birer ikişer doldururken, ben de penceremden bu tatlı telaşın eşliğinde görmeyi
umduğum seyyar satıcıları arıyorum. Neredeyse hiç yok. Belki var da ben
göremiyorum. Bir büfe ve yanında küçük bir çay bahçesi var ama boş. Tarihi gar
binası, taş yapının üst tarafına büyük harflerle “BALIKESSIR” ve yanına
Osmanlıcası yazılmış tabelasıyla Fransızların o kibar, hafiften kendini beğenmiş,
biraz kokoş, biraz ulaşılmaz duruşunu uyandırdı bende. İşin ilginci tabelanın
yarısı soldan sağa, öteki yarısı da sağdan sola doğru okunabiliyordu yalnızca.
Doğuyla, Batı binanın yapıldığı tarihte bir tabelada karşılaşmış, her taraf
diğerine gereken tavizi vermişti. Ne boş bir gurur. Kimin yaptığına aldırmadan
gar binalarını hep sevmişimdir. Tarihi bir nezaket, bir centilmenlik vardır
ruhlarında.
Tren hareket
etmeye hazırlanırken, bir elinde dokuz on yaşlarında bir kız çocuğu, diğerinde biletiyle,
genç bir adam biraz gurur, biraz da haklı olmanın verdiği bir yüz ifadesiyle
başıma dikilip; “Burası 21 numara, bizim yerimiz” dedi. Şaşırdım. Bu bileti çok
dikkatle seçmiş, internet üzerinden almıştım, üstelik buraya kadar kondüktörün
yaptığı tüm kontrollerde hiç uyarı almamıştım. Yanlışlık olamazdı. Sonra;
“Biletinize bakabilir
miyim” dedim.
”Sizin 21 numara
dördüncü vagonda, burası ikinci vagon”.
Genç adam yüzüne
yayılan bu küçük utancın kızarıklığıyla mahcup, uzaklaşmaya çalışırken, ben de;
“Olur böyle şeyler, aldırmayın” gibisinden bir gülümsemeyle küçük kıza veda ettim.
Taşralı gençler, özür dilemenin çoğunlukla gurur kırıcı, onları küçülten bir
şey olduğunu düşündüklerinden bu genç adamın, kızının yanında gururunun daha da
kırılmasına gönlüm razı olamazdı. Arkaya doğru yöneldiklerinde;
“Dilerseniz
yerleri değiştirebiliriz” diye seslendim.
Genç adam bu
karışıklıktan ve tavırlarından dolayı ona kızmadığımı anladı ve yüzünde mahcup
bir gülümsemeyle
“Yok, sağ olun
biz yerimize geçeriz” dedi.
Sen olsaydın
yanımda o genç adam seni görünce daha nazik davranır, kızının seni örnek
almasını isterdi. Sen de çocuğa adını sorardın ve kaçıncı sınıfa gittiğini. Ha,
bir de en son okuduğu kitabı, senin gibi bir kitap kurdu başka neyi merak
ederdi ki? Hatta böyle bir yolculuğa bavulundakiler hariç çantanda en az üç
kitapla çıkardın sen. Yolculukta okumak için Turgut Uyar’ın “Göğe Bakma Durağı”
olurdu yanında mutlaka. Arada birkaç dizeyi sesli okurdun ve ben aklımda kalan
birkaç Cemal Süreya dizesi söylerdim sana…
''Sesinde ne var biliyor musun
Söylemediğin sözcükler var
Küçücük şeyler belki
Ama günün bu saatinde
Anıt gibi dururlar
Sesinde ne var biliyor musun
Söyleyemediğin sözcükler var''
Kondüktörler ve
makinist şimdilerde telsizle haberleşseler de hala bir gelenek olarak
sürdürüyorlar düdüklerle konuşmayı. Herkes payına düşen düdüğü çaldıktan sonra
hareket ettik yeniden. Bütün gece uyumadım, yorgunum biraz, belki kısa bir
şekerleme iyi gelir. Trenin sesleri, sarsıntısı da bedenimi uykunun kollarına
atmak üzere. Birkaç dakika sonra yeniden durduk. İstasyonun adı “Çukurhüseyin”,
yolcusu yok gibi ama yine de iki dakikalık hareket saatini bekleyeceğiz. Aklım
bir yandan bu boş istasyonun melankolisinde seni canlandırırken bir yandan da
adı Hüseyin olan birinin bu lakabı nasıl aldığını anlamaya çalışıyor.
Çözemedim. Ama o “Çukur” yok mu, içimi burkuyor belli belirsiz, sana düşüyorum
her gördüğümde, duyduğumda.
“İn hadi trenden.”
“Ama uykum var benim, hem bir sonraki tren beş saat sonra.”
“Olsun. Bu yolculuğun amacı bu değil mi? İn hadi, iki dakika çok uzun
bir zaman değil. Hem, bak, ben de seninleyim. Buranın hikayesini merak etmiyor
musun?”
Hareket memurunun
meraklı bakışları ve istasyonun umutsuzluğuyla baş başayım artık. Neden seni
dinledim ki?
Hareket memuruna
yaklaşıp, Balıkesir’e ilk trenin ne zaman olduğunu sordum ve meraklanıp çok
soru sormasın diye de ekledim zoraki bir gülümsemeyle,
“Balıkesir’de
inecektim ama uyuyup kalmışım işte, neyse ki çok uzaklaşmamışım”.
Otuzlu
yaşlarında, uzun boylu, lacivert üniformasının içinde çakı gibi görünen memur,
siyah, kalın bıyıklarının altından, gözlerini biraz daha kısarak gülümsedi ve
“İki saat kadar var.”
“Başka tren olmayacak o
saate kadar isterseniz bekleme salonunda bekleyebilirsiniz” dedi samimi bir
havayla.
“Çay içebileceğim bir
yer var mı?” diye sordum.
Gözlerini istasyonda
gezdirdi ve
“Yazıhaneme buyurun,
hem sıcaktır hem de çay ikram edebilirim” dedi.
İlk çaylarımız
bitmeden ben dönüş biletimi almış ve Çukurhüseyin adının nereden geldiğini
sormuştum bile. Bu hattaki demiryolunun tarihi 1911 yılına kadar uzanıyordu. O
zamanlar bu istasyonun yapılacağı yerler Çukur Hüseyin adında birine aitmiş ve
devlet parası karşılığında burayı satın almak istemiş ancak sahibi istasyona
kendi adının verilmesi koşuluyla araziyi para almadan vermişti. Adının önünde
yer alan “Çukur” lakabınınsa nereden geldiğini bilmiyordu. Oysa ben bu sözcüğü
her duyduğumda içimde bir yara sızlamaya başlıyor, seni arıyorum
Çukurhüseyin’in boş, soğuk, isli sonbaharında. Ben senin hangi hayalini
bırakabilirim ki bu benden de harabe “Çukura”?
Bir iki çay daha
içip havadan sudan sohbet ederek iki saati doldurduk. Sonra “Geliyor” dedi ve
birlikte perona çıkıp yaklaşan trenin durmasını bekledik. Vedalaştık. Trene
bindim. Hareket ederken boş istasyona kısa bir an bakıp bu puslu sonbahar
gününün hüznüyle sürüklenen seni düşündüm. Kafamda dolaşan bir şarkı da alıp
götürdü beni senin yokluğuna;
“En sevmediğin havalarda bile”
“Sen en güzelsin…”
“Yüzün hüznün yağmurlarıyla yıkansa bile”
“Sen en güzelsin…”
Geceyi Balıkesir
Garına yakın bir otelde geçirdikten sonra sabah aynı trendeki yerimi yeniden aldım.
İstasyonların istasyonları izlediği ve sığ kalabalıkların bir içeri, bir dışarı,
hülyasız, donuk kımıltılarının birinde büyükçe bir kente yaklaştığımızı
hissedince aklımı senden sıyırıp pencereme döndürdüm yüzümü. Hayatımda hiç bu
kadar buharlı lokomotifi bir arada görmemiştim. Soma’dayız, bunlar ömrünü
tamamlamış ve emekli olmuş buharlı lokomotifler, burası da son toplanma
noktasına ulaşabilmiş kara trenlerin deposu. Duyguları var ama eskimiş,
omuzlarında bir yorgunluk; sıkı sıkıya oturmuş, sanki beli bükülmüş
hayallerinin.
“Sen ne dersin, hatta sen hiç buharlı lokomotifin çektiği bir trene
bindin mi?”
“Ben, hiç trene binmedim ki… Bu yolculuk sayılır mı? Bunu ilk yolculuğum
sayar mısın?”
Tanrım! Kanıyor
yine ruhum, kömür karası, kan karası kanıyorum. Vagonun penceresine yığılıp
kaldı gözlerim. Eşyalar sessiz, tren sessiz, yolcular sessiz, bir damla yaş süzülüyor
yanağımdan. Sessiz…
Kömürün ve aldığı
canların ve pasa durmuş kara trenlerin üzerimize çöken karanlığını içimize atıp
yola koyulduk yine. Yüreğim kapkaranlık.
Artık dağlar
yerini ovaya, bağlara, tarlalara bıraktı. Penceremden üzüm bağları, kavun,
tütün ve pamuk tarlaları geçiyor. Az önce Kırkağaç’ı geçtik. Vagon biraz daha
doldu. Sonraki istasyonlarda sanki yakın bir zamanda boşalacakmış gibi dolmaya
devam etti.
Akhisar’dayız.
Yolcular yeniden değiş tokuş ediyorlar birbirlerini. Binenler inenlere yol
veriyor. Yeni yolculardan biri gözüme takıldı. Ufak tefek, temiz giyimli bir
adam. Kumaş pantolonu, kısa kollu, mavi yeşil ekose gömleği ve kemerine taktığı
deri kılıf içindeki eski model cep telefonu, yeni boyanmış parlak iskarpinleri
onu diğer yolculardan kesinlikle ayırmıyordu. Kısa kesilmiş saçı, güneş yanığı
esmer yüzü ve kırlaşmış bıyıklarıyla birleşince sıradan bir kasabalı gibi
görünse de yüzüne yerleşmiş o sancılı “keder” ifadesi onu benim gözümde
öncelikli yapıyordu. Kırklı yaşlarının sonunda gösteriyor.Önce vagonu meraklı
gözlerle inceledi, oturacak yer göremeyince iki vagon arasındaki bavul bölümüne
dikkatlice yerleştirdi elindeki tek yükü olan söğüt dallarından örülmüş sepeti.
İçi, özenle dizilmiş, belli ki her katında araya incir yapraklarından bir ayraç
konmuş, sabah tazeliğinde, olgun incirlerle doldurulmuş. Görünüşü, daha çok
evde yapılmış değil de dışarıda satmak için ustaca hazırlanmış gibi ama eğer
birileri görür de canı çeker ister ya da satın almaya çalışır diye sahibinin
bunu vagona sokmaması ve başından hiç ayrılmadan beklemesi önemli birine hediye
olarak hazırlandığını, belki bir doktor ya da hakime götürüldüğünü düşündürdü
bana. Bu toprakların “Allah hakime, hekime düşürmesin” özdeyişinin adamın
taşıdığı sepetten parça parça, ağır ağır taşarak döküldüğünü bir o, bir ben
görüyoruz.Bir an göz göze geldik ve bu gizli utancımızı, bakışlarımızı
avuçlarımıza çevirip oraya sakladık.
“Çaresizlik ne kadar
kötü değil mi? Zavallı adam, sanki bütün kurtuluşu o sepetin içinde.”
Evet. Keşke benim
de seni kurtarabilecek bir sepetim olsaydı… Dünyanın en güzel incirlerini,
elmalarını, portakallarını yetiştirseydim senin için, sepet sepet dağıtsaydım
herkese, sen benimle kalsaydın...
Tren Manisa
Garına girdiğinde yol boyu giderek artan telaş ve koşuşturmaca doruk noktasına
ulaştı. Kimileri inebilmek, kimileri de binebilmek için var güçleriyle
çabalayıp yolculuklarının sonuna varma umutlarını iyice tazelediler. Donuk,
puslu sonbaharın yerine geç yaz günlerinden biri gelmişti. Vagonun
pencerelerinden girmeyi başaran güneş dokunduğu yerleri tatlı tatlı yakıyor.
Yeni gelen yolcular da sanki yaz bitmemiş gibi serin kıyafetlere bürünmüş,
güneşten köşe bucak kaçıyor, yer yer bir gazeteyi ya da dergiyi başlarına gölge
yapacak biçimde pencerelere tutuyorlar. Bütün düdükler çalındı ve yola koyulduk
yeniden. Arka sıralardan bir adam ve genç arkadaşı hemen önümde iki vagon
arasındaki sahanlığa geçtiler. Adamın uzun sarı saçları var. Ellili yaşlarında
gösteriyor. Ortadan az daha kısa boylu, tıknaz.Oturduğum yerden görebildiğim
kadar, spor ayakkabıları ve bej renkli bermuda şortunun üzerine ünlü bir
markanın taklidi lacivert bir tişört giymiş.Sol omuzunun üzerinden tek askısını
geçirdiği küçük bir sırt çantası asılı, elinde de ekstra alkollü bir kutu bira
var, kendince gizlemeye çalışıyor. Saçlarının alnını kapatması, ensesinde dışa
doğru dalgalanması ve yüzüne yayılan, pek bize özgü olmayan güveni bende Türkçe
konuşabilen bir yabancı izlenimi uyandırsa da aslında o bir Almancıydı.Bu
kanıya, serçe parmağına taktığı, ortasında kocaman bir Oltu taşı
yerleştirilmiş, gümüş şövalye yüzüğünü görünce vardım.
“Nereden biliyorsun?
Adamla konuşmadın bile.”
Haklısın. Yerimden
kalktım ve sahanlıktaki tuvaletlerden birine girdim. Çıktığımda sarışın adamla
göz göze geldik, hafifçe başımla selamladım ve elindeki bira kutusunu işaret
edip
“Afiyet olsun” dedim.
Kibarca selamımı alıp teşekkür etti.
“Yabancı mısınız?” diye
sordum.
“Hayır, Türküm” dedi.
“İnsanlar beni çoğunlukla
yabancı sanırlar. Herhalde onlarla çok çalıştığım için.”
Ne yabancıydı ne
de Almancı, yanılmıştım. Genç arkadaşından başka biri daha vardı bu garip
grubun içinde. O da en az sarışın adam kadar içmiş, hafiften sallanıyor,
kendini kontrol etmeye çalışıyordu. Trenin gürültüleri arasında zor duyulur bir
sesle yeniden “Afiyet olsun” diyerek yerime geçtim. Sen haklıydın, sadece
görünüşüne bakarak bir yargıya varmamalıydım.
Tren Manisa
Ovasını geçip, bir dağın etrafında kıvrılmaya başladığında, sağ yanımızda Gediz
Irmağı da ağırbaşlı bir kabadayı edasıyla katıldı bize. İzmir’e yaklaştıkça
yolcular birer ikişer azalmaya başladı. Menemen’e geldiğimizde sarışın adamla
içki arkadaşı arasında tatlı bir atışma yaşandı ve ikisi de vagondaki yerlerine
oturdular. Bir süre sonra bizim sarışın –belli ki kendini eğlendirmeye
çalışıyordu- pek de düşük sayılmayacak bir perdeden “My Way”i söyledi İngilizce
olarak.Bu arada diğeri de ona sataşmaya devam etti ve izleyen on dakika içinde
iki sarhoşla İzmir’e girdik. Son durağa gelmeden incirli adam indi.
Alsancak’ta
inince babamı aradım hemen. Cep telefonu kapalıydı ve ev telefonu da boşluğa
çalıyordu. Büyük olasılıkla cep telefonunun kapandığından habersiz kahvede
arkadaşlarıyla kağıt oynamaya dalmış evine döneceği saatleri dolduruyor
olmalıydı.Annemi kaybettikten sonra bulduğu her boş zamanı insanlarla
geçirmekten hoşlanıyordu. Emekli adam tabi, hakkı var. Benimki de iş mi,
önceden arama adamı, yolculuk bitince “Ben geldim” de.
Metroya bindim,
Hatay’da indim. Peki, şimdi ne olacak?
“Hadi kaybolalım…”
Hatay’ın denize
doğru inen dik yokuşlarından, merdivenlerinden süzülüp daha önce hiç görmediğim
bu sokaklarda kayıtsızca kaybolmanın heyecanı içindeyim. Denize az kaldı ya da
ben öyle sanıyorum. Bir sıra merdiven daha inince, sağlı sollu apartmanların
gölgeleri arasından deniz göründü. Sağımda ise kendini unutturmuş, asla
arayarak bulamayacağım bir mahalle kahvesi var. Biraz meraktan, biraz
soluklanmak için bahçe kapısından içeri girdim ve köşeye yakın boş bir masaya
oturdum.
“Sen de yanıma ilişiver şöyle, ayaklarını benim sandalyemin kenarına
koy, dizlerinin üzerine bir kitap aç. Ben de bir kolumla dizlerine yaslanayım, sen
ara sıra ruhuma dokun.”
“Çay da içelim… Kedileri de sevelim… Hava çok sıcak. Üff…Eser mi acaba?
Dondurma yer miyiz?”
Birkaç masada
mahalleli oldukları belli olan kadınlar, erkekler karşılıklı kağıt ve taş
oyunları oynuyor. Birinin sandalyesinde sakin bir köpek bağlı. O alışık
olduğumuz erkek egemen atmosferin yerini dostça bir hava almış, kimse kimseye
alışılmışın dışında bir gözle bakmıyor. Sanki herkes mutlu gibi. Dört dut
ağacının arasına sıkışmış zavallı bir erik ve kel bir asma örtüyor güneşi ve
sıcağı. Belli ki kahvehaneden beslenen ikisi sarman biri kınalı üç besili kedi
sıcaktan bunalmış, beton zemine serilmişler. Köpek hiç oralı değil.Sokağa yakın
köşede şimdilik kapalı görünen bir seyyar köfteci arabası var. Köftesi nasıl
acaba? Meraklandım şimdi bak. Sen ne okuyorsun?
“Edip Cansever’in Masa’sı…”
“Hoş geldiniz, ne
alırdınız, çay, kahve, soğuk bir şeyler?”
Ufak tefek ama
zıpkın gibi bir ihtiyar delikanlı, Clark Gable bıyıkları ve alnından açılmış
geriye taradığı briyantinli saçlarıyla zamanının bıçkın delikanlısı, hem benim
gibi bir yabancıya karşı mekanını koruyor hem de yeni bir müşterinin
memnuniyetini sağlamanın hesabını tutuyor kafasında. Gömleğinin yakasında bir
güneş gözlüğü asılı. Bir sade kahve söyledim, soğuk suyla yapmalarını da ayrıca
rica ettim. Ne demek istediğimi anladı yaşlı kurt ve hafifçe gülümsedi ince
bıyıklarının altından. Ocağa doğru ilerlerken yolu üzerindeki masalarla
şakalaşıp, gözlüğünün önemini anlattı birkaç sözcükle. Onu takınca Bodrum
Kaymakamı gibi hissediyormuş. Biraz sonra soğuk bir bardak suyla birlikte geldi
kahvem.
“Çok güzel bir yer”
dedim dedeye,
“Buranın adı ne?”
Masanın
üzerindeki küllüğü değiştirirken, bu güne değin yaptığım tüm yolculukların o
en kahrolası sonunu, içimi sonsuza kadar yakan o en acımasız yanıtı verdi;
“Çukur Kahve!”
Şimdi ben hayal
edebildiğim kadar büyüklükte bir ah etsem. Çığlık çığlığa haykırıp bütün gökyüzünü
ve yeryüzünün bütün çukurlarını doldursam o çığlıkla. Doğduğum şehre, doğduğum
güne, seni alıp götüren her şeye lanetler okusam. Seni koyduğum o küçücük
çukurun benim içimde uçsuz bucaksız, karanlık bir uçurum olmasına ağlasam,
sızlasam…
“Seni öldürdüğümü
meleklere söyleme, olur mu?”
Aralık 2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder