EPHESOS
Antik kentler her zaman beni farklı hislere bürümüştür.
Tarihin derinliklerinden günümüze kadar gelen izlere hep
hayran oldum. Bu nedenle bu gibi kalıntıları ziyaret etmeyi çok seviyorum.
Genellikle ziyaretlerimi bu açık hava müzelerinin ilk açılış
saatinde yapıyorum, ki fazla turist yoğunluğu içinde kalmayayım ve gezimin
tadını çıkarayım. Bir diğer tercihimde yalnız olmak.
Hierapolis ve Laodikeia gezilerimde aynı şekilde olmuştu. Bu
kez Roma’nın en büyük Liman Kenti ve Anadolu’ya açılan kapısı olarak bilinen,
Hristiyanların önemli Hac merkezi, Tanrıça Artemis Tapınağının bulunduğu ve
Meryem Ana’nında yaşadığı bilinen kutsal şehir Efesti.
Ziyaret saatinin başladığı an görevliye kartımı uzattım. Koca göbekli, lacivert
üniformalı adam beni inceden bir süzdü. Rüyandamı gördün, diyerek takıldı.
İnsanlar gelmeden gezip fotoğraf çekmeliyim, dedim. Böylesi mimari bir yapının içinde fotoğraf karelerinde
insanların görünmesi pek hoşuma gitmiyordu.
Koşar adım içeriye girdim. Beni ilk olarak yirmi beş bin
kişilik taştan dev bir tiyatro karşılamıştı. Roma döneminde gladyatör
yarışlarına da sahne olan bu yapı aslında M.Ö 1050 yılına kadar uzanan bir
geşmişe sahipti. Tiyatronun en üst kısmına tırmanıp oturdum. Etrafta bir kaç kedi
vardı ve umarsızca yalanıyorlardı. Bense zihnimde burada yaşananları,
geçmişteki insanları canlandırmaya çalışıyordum. O dönemlerde sanat, mimari,
görsel, sosyal hayatta ve sınıflarda önemli bir yere sahipti. Bunu
sezebiliyordum. Neredeyse sanatsal olmayan hiç bir şey yoktu. Etrafı incelemeye
devam ederken aniden sahneye bir kadının çıktığı fark ettim. Arkadan mızıka
sesi duyulmaya başladı. Kadının uzun pelerini arkasından sürükleniyordu. Kendi
etrafında dönüyor, kıvrak hareketler ile dans ediyordu. Ansızın tüm tiyatro
dolup taştı ve hep bir ağızdan anlamadığım bir dilde bir şeyler haykırmaya
başladılar. Sahneye ilk çıkan siyah saçlı kadının arkasından beş altı kişi daha
çıktı. Dans ritimleri yavaşladı. Alanın hemen önünde ki beş on lejyoner elleri
ve ayakları zincirli iki adam getirdiler ve ortada ki yüksek taşın üzerine
çıkardılar. Tüm insanlar çıldırmış gibiydi. Az sonra bu iki adamın idam
edileceğini düşünmeye başladım. Pek yanılmadım ama tarzları biraz faklı
olmuştu. Erimiş altın ile bu iki kişinin ağızlarını dağladılar. Bu bir ceza
yöntemleriydi ve halka göz dağı vermişlerdi.
O an insanın insanı cezalandırmasının tarihinten bu yana
olduğunu anlamıştım. Şuçları neydi peki. Her ne yaptıysalar belki de
haklılardı. Şimdi ömürlerinin geri kalanını dilsiz ve ağızları parçalanmış olarak
geçirmek zorunda kalacaklarıdı. Neye göre yargılanmışlardı? Roma’nın kurallarına
göre. Peki bu kurallar yüce Artamis’in çıkarları için değil miydi? Valinin
çıkarları için? Efes limanına mal getiren mısırlı zengin tüccarların çıkarları
içn değil miydi?
Sustum. Garip bir şekilde o adamlar için hıçkıra hıçkıra
ağlamaya başladım. Binlerce yıl öncesinde bile adalet kavramı malesef yoktu.
Peki şimdi nasıl adalete olan inancımı koruyacak ve bu yolda savaşacaktım.
Güçlüler güçsüzleri eziyor, her hangi bir şeye – bir tanrı, bir varlık ya da
nesneye – inanıyorlarsa, onlar için inanmayanlar hep yanlış yoldaydı. Kafamda
bir çok soru işareti vardı. Kendimi topladım ve
mermer caddeden yukarıya doğru yürümeye başladım.
Çok geçmeden kurulu bir pazar yerinin içinden geçtim ve
Celsus kütüphanesinin girişine vardım. Ben bu iki katlı harika kütüphanede
yazıtlar bulacağımı umuyordum ama malesef geç kalmıştım. Bir hafta önce yapılan
saldırıda çıkan yangın sonucu binlerce eser kül olmuştu ve yapının arka duvarı
çökmüştü. Yinede kalan eserleri toplama çabalarını görmek sevindirmişi beni.
Neydi bunun anlamı? Binlerce yıl öncesinde de okumaya, araştırmaya, güzel
eserler bırakmaya düşman olan kişiler vardı. O an şu soruyu sordum, tarih neyi
değiştirebilmişti?
İnsan oğlunun geçmişinde bu denli zulüm, acı, savaş,
cahillik, aç gözlülük varken; neden bir ders alamıyorduk? Bu oyunun kuralı bu
muydu?
Esen sert rüzgar ile irkildim ve donup kaldığım yerden
yoluma devam ettim. Lidyalı Kral Croesus bu sıralar Tanrıça Artemis için devasa
bir tapınak yapmaya hazırlanıyordu. Bu yüzden şehirde ciddi bir hareketlilik
vardı ve gelen gemilerin sayısı neredeyse dört katına çıkmıştı. Kölelerin
dışında halkta bu tapınakta çalışmak için gönüllüydüler. Çünkü; Tanrılarını
memnun etmek onları hoşnut kılacaktı. Ve yüzyıllar boyunca yaşayacak,
efsaneleşecek ve hatta ileriki bir çağda Dünya’nın yedi harikasından biri
olarak sayılacaktı bu mimari. O an gülümsedim. Eğer Kral halkına deseydi ki;
öyle bir eser inşaa edelim ki, yüzyıllarca yaşasın ve efsane olsun. Eminim
böylesi kusursuz bir yapı alsa yapamazlardı. Onlar Yüce Artemis’e layık taştan
bir eser yaptılar hepsi bu.
Agora adlı meydanın solunda duran bir eve izinsiz girdim.
Mutfak anlayışı gelişmişti. Hamamdan gelen sıcak suları kullanarak bir nevi
kalorifer sistemi kurmuşlardı. Güneş içeriye sepya ışınlar saçıyordu. En arkada
bulunan odaya doğru ilerledim. Burası bir çocuk odasıydı ve duvarlarında taştan
melek figürleri vardı. Hayran kalmıştım. Bu insanlar taşa hükmediyorlardı. Ben
bu eşsiz manzarayı izlerken arkamda bir kadın belirdi, göz göze geldiğimizde
fazlası ile ürkmüştüm. Kadının duru bir güzelliği vardı. Bir tas içinde bana su
uzattı. İstemem, dercesine sağ elimle işaret yaptım. Bana bir şeyler söylüyordu
ama anlamıyordum. Dilini anlamadığımı fark ettiğinde el işaretiyle beni diğer
odaya davet etti. Sandalye benzeri ahşap bir şeyin üzerine oturdum. İstemsiz
bir şekilde o ne derse yapıyordum. Korkmuştum. Bekle dedi. İçeriye fırladı.
Bense bir anda dışarı kaçmayı düşündüm ama bunu eyleme dönüştürmeden kadın
içeriye geldi. Elinde kahverengi bir sığır derisi vardı. Önce bıçakla deriyi
kesti, küçük parçalar haline getirdi ve yanıma yaklaştı. Çok sakindi. Gözlerime
baktı. Bacağımı kendi bacaklarının üzerine koydu ve kot pantolonum da ki
yırtığın üzerine kestiği derilerden birini getirdi. Sonra tel ve iplik benzeri
şeyle deriyi pantolonuma dikti. O an ne yapmaya çalıştığını anlamıştım.
Kalbimden ciğerlerime doğru bir ferahlık dolmuştu. Üzerimde yırtık bir kot
vardı. Kadın tüm bu yırtıkları yamamıştı. Sanırım beni uzak yoldan gelen bir
seyyah sanmıştı, belki de bir dilenci kim bilir? El ve vücut hareketleriyle ona
memnuniyetimi belirttim ve dışarıya çıktım. Salakça kahkaha atıyordum. Eskiden
yırtık, yamalı şeyler giymek ayıplanırdı. Bir fakirlik göstergesiydi. Giyenler
utanır, sıkılırdı. Şimdi; dönüp o kadına desem. Bu bizim çağın modası ve bunun
için bizler para ödüyoruz. Evet evet yırtık bir elbise alabilmek için
çırpınıyoruz. Ne kadar aptalca değil mi?
Zaman bize garip bir oyun oynuyor ve ansızın geçmişle
geleceği döngülüyordu.
Tekrar Odeon’a gitmeliydim. Mermer sütunlar ve anıt mezarlar
ile çevrelenmiş caddede yürüdüğüm sırada, limana yeni yanaşmış bir askeri gemiden
inen denizcilerin şehir meydanına doğru yürüdüklerini gördüm. Sonra garip bir
şey fark ettim. Askerler yere bakıyorlar, sonra, ya aşağı tünele iniyor ya da
cadde boyunca devam ediyorlardı. Yaklaştım. Yerdeki taşta boş bir kalp resmi ve
bir sol ayak izi vardı. Çok geçmeden mesajı anlamıştım. Kalbin boşsa soldan git. Sol tarafta, karşıda ki hamamın
aşk odalarına giden bir geçit vardı ve orada eğlenmek isteyen genç kızlar
denizciler ile vakit geçiriyor hatta evlenmek için aday bile seçiyorladı. Kalbi
dolu olanlar ise sağdan giderek hol da ki alanda yemek yiyip şarap içiyorlardı.
Çıldırmak üzereydim. Ne yani? Hani şu sabahları tüm kanallarda olan evlilik
programı gibi bir şey miydi bu sistem? Gülüyor, düşünüyordum.
Tekrar tiyatroya varmıştım. Akşam çökmek üzereydi. Tepelerde
boş bir yere oturdum. Umduğum gibi olmuştu. Burası dolu olduğuna göre yakın
zamanda ya bir ayin ya da bir gösteri yapılacaktı. Beklemeye başladım.
Meşaleler yanmıştı. Ateşin yansıması nöbetçi lejyonerlerin yüz hatlarına
vuruyordu. Omzuma birisi dokundu. Kısa boylu, çekik gözlü ve iri gözlüklü bir
adamdı. Elindeki haritayı bana uzatarak şöyle dedi, ‘’Where is toilet?’’.
Haritaya baktım ve WC yazılı olan alanı bulup tarif ettim. Sonra şoka girdim.
Aman Tanrım bu bir uzak doğuluydu ve benimle ingilizce konuşmuştu! Adamın
arkasından baktığım da etrafta gezen Koreli bir turist kalifesi olduğunun
farkına vardım ve kediler yine yalanıyorlardı! Hayırrrr yaaa, dedim haykırarak.
Tüm bu zaman yolculuğu yaşlı bir Korelinin çişi geldiği için mi bozulmuştu?
Gülmeye başladım. Ulan dedim, bari Meryem Ana kilisesini sorsaydın? Wc ne?
Yavaş adımlarla tarihin içinden geçerek çıkış kapısına
geldim. Sabah bana takılan mavi üniformalı görevli yerini bir başka üniformalıya
çoktan bırakmıştı. Otoparka gidip arabaya bindiğimde pantolonuma dikilmiş deri
parçalarını fark ettim. Zaman bana garip bir oyun oynuyordu. Hayır hayır halüsinasyon
değil di bu. Sarhoşta değildim. Çünkü; henüz şirinceye gidip şarap
içmemiştim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder