21 Kasım 2016 Pazartesi

Neolitik Sorular / Firkan Gülaydın


 
EPHESOS

 



Antik kentler her zaman beni farklı hislere bürümüştür.

Tarihin derinliklerinden günümüze kadar gelen izlere hep hayran oldum. Bu nedenle bu gibi kalıntıları ziyaret etmeyi çok seviyorum.

Genellikle ziyaretlerimi bu açık hava müzelerinin ilk açılış saatinde yapıyorum, ki fazla turist yoğunluğu içinde kalmayayım ve gezimin tadını çıkarayım. Bir diğer tercihimde yalnız olmak.

Hierapolis ve Laodikeia gezilerimde aynı şekilde olmuştu. Bu kez Roma’nın en büyük Liman Kenti ve Anadolu’ya açılan kapısı olarak bilinen, Hristiyanların önemli Hac merkezi, Tanrıça Artemis Tapınağının bulunduğu ve Meryem Ana’nında yaşadığı bilinen kutsal şehir Efesti.

Ziyaret saatinin başladığı an  görevliye kartımı uzattım. Koca göbekli, lacivert üniformalı adam beni inceden bir süzdü. Rüyandamı gördün, diyerek takıldı. İnsanlar gelmeden gezip fotoğraf çekmeliyim, dedim. Böylesi mimari  bir yapının içinde fotoğraf karelerinde insanların görünmesi pek hoşuma gitmiyordu.


Koşar adım içeriye girdim. Beni ilk olarak yirmi beş bin kişilik taştan dev bir tiyatro karşılamıştı. Roma döneminde gladyatör yarışlarına da sahne olan bu yapı aslında M.Ö 1050 yılına kadar uzanan bir geşmişe sahipti. Tiyatronun en üst kısmına tırmanıp oturdum. Etrafta bir kaç kedi vardı ve umarsızca yalanıyorlardı. Bense zihnimde burada yaşananları, geçmişteki insanları canlandırmaya çalışıyordum. O dönemlerde sanat, mimari, görsel, sosyal hayatta ve sınıflarda önemli bir yere sahipti. Bunu sezebiliyordum. Neredeyse sanatsal olmayan hiç bir şey yoktu. Etrafı incelemeye devam ederken aniden sahneye bir kadının çıktığı fark ettim. Arkadan mızıka sesi duyulmaya başladı. Kadının uzun pelerini arkasından sürükleniyordu. Kendi etrafında dönüyor, kıvrak hareketler ile dans ediyordu. Ansızın tüm tiyatro dolup taştı ve hep bir ağızdan anlamadığım bir dilde bir şeyler haykırmaya başladılar. Sahneye ilk çıkan siyah saçlı kadının arkasından beş altı kişi daha çıktı. Dans ritimleri yavaşladı. Alanın hemen önünde ki beş on lejyoner elleri ve ayakları zincirli iki adam getirdiler ve ortada ki yüksek taşın üzerine çıkardılar. Tüm insanlar çıldırmış gibiydi. Az sonra bu iki adamın idam edileceğini düşünmeye başladım. Pek yanılmadım ama tarzları biraz faklı olmuştu. Erimiş altın ile bu iki kişinin ağızlarını dağladılar. Bu bir ceza yöntemleriydi ve halka göz dağı vermişlerdi.

O an insanın insanı cezalandırmasının tarihinten bu yana olduğunu anlamıştım. Şuçları neydi peki. Her ne yaptıysalar belki de haklılardı. Şimdi ömürlerinin geri kalanını dilsiz ve ağızları parçalanmış olarak geçirmek zorunda kalacaklarıdı. Neye göre yargılanmışlardı? Roma’nın kurallarına göre. Peki bu kurallar yüce Artamis’in çıkarları için değil miydi? Valinin çıkarları için? Efes limanına mal getiren mısırlı zengin tüccarların çıkarları içn değil miydi?

Sustum. Garip bir şekilde o adamlar için hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Binlerce yıl öncesinde bile adalet kavramı malesef yoktu. Peki şimdi nasıl adalete olan inancımı koruyacak ve bu yolda savaşacaktım. Güçlüler güçsüzleri eziyor, her hangi bir şeye – bir tanrı, bir varlık ya da nesneye – inanıyorlarsa, onlar için inanmayanlar hep yanlış yoldaydı. Kafamda bir çok soru işareti vardı. Kendimi topladım ve  mermer caddeden yukarıya doğru yürümeye başladım.

Çok geçmeden kurulu bir pazar yerinin içinden geçtim ve Celsus kütüphanesinin girişine vardım. Ben bu iki katlı harika kütüphanede yazıtlar bulacağımı umuyordum ama malesef geç kalmıştım. Bir hafta önce yapılan saldırıda çıkan yangın sonucu binlerce eser kül olmuştu ve yapının arka duvarı çökmüştü. Yinede kalan eserleri toplama çabalarını görmek sevindirmişi beni. Neydi bunun anlamı? Binlerce yıl öncesinde de okumaya, araştırmaya, güzel eserler bırakmaya düşman olan kişiler vardı. O an şu soruyu sordum, tarih neyi değiştirebilmişti?

İnsan oğlunun geçmişinde bu denli zulüm, acı, savaş, cahillik, aç gözlülük varken; neden bir ders alamıyorduk? Bu oyunun kuralı bu muydu?

Esen sert rüzgar ile irkildim ve donup kaldığım yerden yoluma devam ettim. Lidyalı Kral Croesus bu sıralar Tanrıça Artemis için devasa bir tapınak yapmaya hazırlanıyordu. Bu yüzden şehirde ciddi bir hareketlilik vardı ve gelen gemilerin sayısı neredeyse dört katına çıkmıştı. Kölelerin dışında halkta bu tapınakta çalışmak için gönüllüydüler. Çünkü; Tanrılarını memnun etmek onları hoşnut kılacaktı. Ve yüzyıllar boyunca yaşayacak, efsaneleşecek ve hatta ileriki bir çağda Dünya’nın yedi harikasından biri olarak sayılacaktı bu mimari. O an gülümsedim. Eğer Kral halkına deseydi ki; öyle bir eser inşaa edelim ki, yüzyıllarca yaşasın ve efsane olsun. Eminim böylesi kusursuz bir yapı alsa yapamazlardı. Onlar Yüce Artemis’e layık taştan bir eser yaptılar hepsi bu.
 

Agora adlı meydanın solunda duran bir eve izinsiz girdim. Mutfak anlayışı gelişmişti. Hamamdan gelen sıcak suları kullanarak bir nevi kalorifer sistemi kurmuşlardı. Güneş içeriye sepya ışınlar saçıyordu. En arkada bulunan odaya doğru ilerledim. Burası bir çocuk odasıydı ve duvarlarında taştan melek figürleri vardı. Hayran kalmıştım. Bu insanlar taşa hükmediyorlardı. Ben bu eşsiz manzarayı izlerken arkamda bir kadın belirdi, göz göze geldiğimizde fazlası ile ürkmüştüm. Kadının duru bir güzelliği vardı. Bir tas içinde bana su uzattı. İstemem, dercesine sağ elimle işaret yaptım. Bana bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordum. Dilini anlamadığımı fark ettiğinde el işaretiyle beni diğer odaya davet etti. Sandalye benzeri ahşap bir şeyin üzerine oturdum. İstemsiz bir şekilde o ne derse yapıyordum. Korkmuştum. Bekle dedi. İçeriye fırladı. Bense bir anda dışarı kaçmayı düşündüm ama bunu eyleme dönüştürmeden kadın içeriye geldi. Elinde kahverengi bir sığır derisi vardı. Önce bıçakla deriyi kesti, küçük parçalar haline getirdi ve yanıma yaklaştı. Çok sakindi. Gözlerime baktı. Bacağımı kendi bacaklarının üzerine koydu ve kot pantolonum da ki yırtığın üzerine kestiği derilerden birini getirdi. Sonra tel ve iplik benzeri şeyle deriyi pantolonuma dikti. O an ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Kalbimden ciğerlerime doğru bir ferahlık dolmuştu. Üzerimde yırtık bir kot vardı. Kadın tüm bu yırtıkları yamamıştı. Sanırım beni uzak yoldan gelen bir seyyah sanmıştı, belki de bir dilenci kim bilir? El ve vücut hareketleriyle ona memnuniyetimi belirttim ve dışarıya çıktım. Salakça kahkaha atıyordum. Eskiden yırtık, yamalı şeyler giymek ayıplanırdı. Bir fakirlik göstergesiydi. Giyenler utanır, sıkılırdı. Şimdi; dönüp o kadına desem. Bu bizim çağın modası ve bunun için bizler para ödüyoruz. Evet evet yırtık bir elbise alabilmek için çırpınıyoruz. Ne kadar aptalca değil mi?



Zaman bize garip bir oyun oynuyor ve ansızın geçmişle geleceği döngülüyordu.

Tekrar Odeon’a gitmeliydim. Mermer sütunlar ve anıt mezarlar ile çevrelenmiş caddede yürüdüğüm sırada, limana yeni yanaşmış bir askeri gemiden inen denizcilerin şehir meydanına doğru yürüdüklerini gördüm. Sonra garip bir şey fark ettim. Askerler yere bakıyorlar, sonra, ya aşağı tünele iniyor ya da cadde boyunca devam ediyorlardı. Yaklaştım. Yerdeki taşta boş bir kalp resmi ve bir sol ayak izi vardı. Çok geçmeden mesajı anlamıştım. Kalbin boşsa  soldan git. Sol tarafta, karşıda ki hamamın aşk odalarına giden bir geçit vardı ve orada eğlenmek isteyen genç kızlar denizciler ile vakit geçiriyor hatta evlenmek için aday bile seçiyorladı. Kalbi dolu olanlar ise sağdan giderek hol da ki alanda yemek yiyip şarap içiyorlardı. Çıldırmak üzereydim. Ne yani? Hani şu sabahları tüm kanallarda olan evlilik programı gibi bir şey miydi bu sistem? Gülüyor, düşünüyordum.




Tekrar tiyatroya varmıştım. Akşam çökmek üzereydi. Tepelerde boş bir yere oturdum. Umduğum gibi olmuştu. Burası dolu olduğuna göre yakın zamanda ya bir ayin ya da bir gösteri yapılacaktı. Beklemeye başladım. Meşaleler yanmıştı. Ateşin yansıması nöbetçi lejyonerlerin yüz hatlarına vuruyordu. Omzuma birisi dokundu. Kısa boylu, çekik gözlü ve iri gözlüklü bir adamdı. Elindeki haritayı bana uzatarak şöyle dedi, ‘’Where is toilet?’’. Haritaya baktım ve WC yazılı olan alanı bulup tarif ettim. Sonra şoka girdim. Aman Tanrım bu bir uzak doğuluydu ve benimle ingilizce konuşmuştu! Adamın arkasından baktığım da etrafta gezen Koreli bir turist kalifesi olduğunun farkına vardım ve kediler yine yalanıyorlardı! Hayırrrr yaaa, dedim haykırarak. Tüm bu zaman yolculuğu yaşlı bir Korelinin çişi geldiği için mi bozulmuştu? Gülmeye başladım. Ulan dedim, bari Meryem Ana kilisesini sorsaydın? Wc ne?

Yavaş adımlarla tarihin içinden geçerek çıkış kapısına geldim. Sabah bana takılan mavi üniformalı görevli yerini bir başka üniformalıya çoktan bırakmıştı. Otoparka gidip arabaya bindiğimde pantolonuma dikilmiş deri parçalarını fark ettim. Zaman bana garip bir oyun oynuyordu. Hayır hayır halüsinasyon değil di bu. Sarhoşta değildim. Çünkü; henüz şirinceye gidip şarap içmemiştim...

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder