Banyo kapısının hemen yanındaydım üçüncü mermi göğsüme
saplandığında. İlk ikisi duvarlardan sekip kaybolmuştu odanın içinde. Başım
dönmeye, içimde serin bir boşluk hissetmeye başladığımda bilincimi yitirmek
üzere olduğumu biliyordum ve odaya -aslında yatağa- ulaşmak için adım attığım
anda beynimin zamanı kaydeden akışı kesildi ve düştüm. Neden yatağa ulaşmak istediğim
konusunda hiçbir fikrim yok. Sanırım çocukluktan gelen, yere düşüp elbiselerimi
kirletme korkusu bu. Düşmeden önce yatağın solundaki duvara alnımı ve dizimi
çarpmış olmalıyım, az sonra kendime geldiğimde, garip ama göğsümdeki kurşundan
daha çok acıyordu çarptığım yerler. Sol yanağımda zeminin soğukluğu var.
Kalkmaya çabaladım ama zorla kaldırabildiğim başım yerçekimine direnemeyerek
hızla düştü. Ağzımda tuhaf, tuzlu, ılık bir tat var. Aynı ılık sıvı burun
kanallarımdan da dışarıya doğru ilerlemeye başladı. Bunun kan olmamasını
diliyorum tüm kalbimle ama kısa aralıklarla damlıyor yere, sesini duyuyorum.
Ağzımdan geleni de engelleyemedim bir süre sonra, odanın seramik zemininde,
yüzümün hemen yanında kendi kanımdan bir göl oluşmaya başladı. Bilincim tekrar
kapanmak üzere. Suyla dolan rezervuarın sesi geliyor banyodan. Tanrım! Ben bu
otele ölmek için gelmemiştim. İçinde bir adamın ayaklarının olduğu bir çift bot
ve siyah keten bir pantolonun paçaları görüş alanıma girdi. Bir kişi daha var,
aralarında konuşuyorlar, daha doğrusu biri diğerini azarlıyor:

“Olmayan beynini sikeyim senin, yanlış adamı vurmuşsun
gavat.”
Bu iki adamın beni yanlışlıkla vurmalarının getirdiği
tartışmanın bulanık sesleri arasında bilincim yeniden kapandı.
Çok soğuk. İçim titriyor. Soğuğa rağmen yürümeye
çabalıyorum. Üstelik hayal meyal bir kar yağıyor ve dümdüz bir ovanın ortasında
bata çıka, bir yerlerde gelmemi bekleyen insanlara doğru ilerliyorum. Nasıl
bilmiyorum ama bir yerden beklendiğimi biliyorum. Orası neresi, bekleyenler ya
da bekleyen kim, hiçbir fikrim yok, sadece görünce anlayacağımı söylüyor içimde
bir yerlerde bir ses ve bir de huzura kavuşacağımı. Ömrünü yollara vermiş bir
dervişim ben. Kılığım kıyafetim de bunu kanıtlarcasına hırpani. Üzerimdeki
elbiseler eski, sırtımda yer yer delinmiş bir hırka, içinde de kol ağızları
erimiş bir gömlek var. Hatta sağ elimdeki asanın boşta kalan çatalı zaman zaman
dönüp sağ kolumun dışında dokunduğu yeri hafifçe eritmiş ve delmiş. Bazen
buradan giren soğuk havayı hissedebiliyorum. Ayaklarımdaki yemeniler kar suyunu
çekti iyice, yün çoraplarımın suyu engelleyemediği de çok açık, ayaklarım yaş,
üşüyor ve yemeniler ayağımdan çıktı çıkacak gibi gevşemiş durumda. Altımdaki uzun don da yamalarla dolu. Başımda
bir kavuk ve kefenim niyetine çevresine sarılmış beyaz bir sarık var.
Ufuktaki mor çizgili dağların önünde, havanın pusunun ve
kar tanelerinin izin verdiği kadar uzaklarda bir yerlerde yükselen cılız
dumanlar görmek içime biraz su serpse de ulaşmak bir hayli zor olacağa
benziyor. Bin dokuz yüz üç yılının başlarındayız, en azından içimdeki öteki ses
böyle diyor. Oysa ben bir otel odasında vurulup bilincimi kaybettiğimde iki bin
on beşti. Yüz yıldan fazla bir zaman kaymasını ancak bir düşün içinde olmakla
açıklayabilirim kendime. Ama neden üşüyorum? Öteki ses kim?
Altı çeyrek saat sonra köy tüm perişanlığıyla önümde
belirdi. Uzaktan köpeklerin yabancılara takındıkları ürkütücü havlamaları ve
giderek artan şiddetle yağmaya başlayan kar en kısa zamanda sığınacak bir yer
bulmamı söylüyordu. İşte o anda, tam da köye girip, köy odasını arayacakken
gözüme ilişti o iki karga. Köyün girişinde bir meşe ağacının aynı dalına konmuş
iki karga. Annemin anlattığı uzun kış masallarından birinden çıkıp, gelip o
dala konmuşlardı sanki.
“Ezop her zaman olduğu gibi efendisinin yemeğini ve
şarabını verdikten sonra odadan çıkıp kapının eşiğinde gelecek yeni buyrukları
beklemeye başlamış. Mevsimlerden ilkbahar; aylardan nisan; toprak coşmuş,
ağaçlar, bahçeler coşmuş, insanların da her bahar olduğu gibi nedensiz neşelere
boğulduğu günlerden biriymiş. Ezop efendisinin de bu coşkudan yeterince pay
aldığını, kendisine yaptığı şakalardan anlamış, bunun azat edilmek için
bulunmaz bir fırsat olduğunu düşünüp uygun anı kollamaya başlamış. Efendisi
söylemediği halde en güzel şaraplardan getirip efendisinin bu neşeyle bol bol
dolmasını sağlamaya çalışmış. Ezop, tıpkı bir kedinin yumuşak karnını okşar gibi
efendisine yaklaşmış ve uygun zamanın geldiğini anladığı an ondan kendisini
azat etmesini istemiş. “Bir şartla” demiş efendisi, yiyip içtiklerinin
rehavetiyle; “Bana, aynı dala konmuş iki karga gösterebilirsen seni azat
ederim.” Ezop hemen dışarıya, bahçeye koşmuş, bahçedeki tek ağaç olan yaşlı
incirin dallarını gözetlemeye başlamış. Kara, kömür kanatlarıyla bir karga
gelip yaşlı incirin dallarından birine konmuş, sonra bir karga daha onu izlemiş
ve aynı dala konmuş, başlamışlar kendi dilleriyle bir sohbete. Bunu gören Ezop
hemen içeri koşmuş ve efendisini yalvar yakar bahçeye, yaşlı incirin dibine
getirmiş ve biraz önce kargaların konduğu dalı göstermiş ama dalda sadece bir
karga varmış. Bunu gören efendisi sinirlenip Ezop’u azarlamış, hatta yere itip
iki de tekme atmış onu kandırdığını düşündüğü için.”
“Ah Ezop, vah
Ezop, aynı dalda iki kargadan garip Ezop,” diyerek masalı bitirirdi annem.
Daldaki kargalar da sanki aklımdan geçen masal bitmiş
gibi aynı anda havalanıp evlerin arkasında gözden kayboldular. Ben de yönümü
köy meydanına çevirip adımlarımı hızlandırdım. Amacım köyün camisini ya da
varsa köy odasını bulmak, bu denli üşümeme neden olan soğuktan ve yaklaşan
geceden korunmaktı. Önünden geçtiğim evlerin küçük, perdesiz pencerelerinin
arkasında şaşkınlıktan dona kalmış insanlar görüyordum. Birkaç adım daha
attıktan sonra nereden geldiklerini anlayamadığım beş altı kişi bir yandan
salavat getirip öte yandan ellerime sarılıp öpmeye çalışıyor ve “Hoş geldiniz
molla babamız” diyorlardı. Doğrusu benim şaşkınlığım onlarınkinden daha
büyüktü. Beni nereden tanıyorlardı? Ben nasıl molla olmuştum? Buraya daha önce
gelmiş miydim?
Köy odasına vardığımızda köylüler hemen ocağı yakıp, beni
de yanına oturttular. Biraz olsun ısındığımı hissettim. Çok geçmeden elinde
tepsiyle biri girdi kapıdan ve tepsiyi önüme koyup “afiyet olsun molla babamız”
dedi. Doğrusu sıcak çorba içimi ısıttı, artık üşümüyorum. Yemekten sonra
köylülerle sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik. Bana nasıl bu kadar
gençleşebildiğimi, hangi diyarlara gittiğimi, neler gördüğümü, nereden
geldiğimi ardı arkasına sordular. Köye girdiğimde bütün bu sorulara verilecek
hiçbir yanıtım olmamasına karşılık şimdi zihnimde bir yerlerde kendiliğinden
oluşan bir şeyler vardı. Yine de bunları seslendirecek cesaretim yoktu. Ben
gerçekten Molla Ömer’dim ama elli yıl önceki bendim. Yirmili yaşlarımın
sonlarındaydım, köylüler haklıydı. Üstelik benim bilmediğim nasıl bir yeteneğim
varsa, onları oldukça ürkütmüştü. İçimdeki sesin bana verdiği görev konaktaki
yaşlı Molla Ömer’e ulaşmaktı. Çağırılmıştım. Özgürlüğümün bu yolculuğun sonunda
olduğuna inandırmıştı beni ve bir fısıltıyla seslendi kulağıma; “Sen kuşlarla
konuşabiliyorsun.”
Köylülere molla babamızın yeğeni olduğumu, beni kendisine
benzediğim için seçtiğini, Selanik’ten Drama’ya tüm diyarları gezip, görüp
“ahali nicedir” ona bildirmemi istediğini söyleyip üzerimdeki baskıyı biraz
olsun azaltmayı sağladım. Bir süre daha sohbet ettikten sonra izin isteyip
evlerine döndüler. Ben de ocağın karşısına serdikleri bir şilteye kıvrılıp
uykuya daldım. Ertesi sabah gün doğmadan uyandım, hazırlandım. Köylülerden
biri, bir tas çorba getirdi. Çorba bir kez daha içimi ısıtıp zorlu yolculuğum
için güçlenmemi sağladı. Yemeğin ardından birkaç köylü daha geldi, kısa bir
sohbetten sonra sunduklarından ötürü onlara teşekkür edip, içimdeki sesin
işaretlediği hedefime doğru yola çıktım.
Kar durmuş, kış güneşi havadaki pusun yokluğundan
yararlanıp ışığıyla ovayı parlatıyordu. Sıkı bir ayaz vardı ama üşümüyordum. Karla
kaplı ovayı boydan boya geçeceğim yürüyüşüme başladım. Yaklaşık bir saat kadar sonra
yol kenarındaki bir ağacın çıplak dallarına konmuş iki karga gördüm. İnanması
güç ama bunlar dün köye girerken gördüğüm kargalardı ya da zihnim öyle olmasını
umuyordu diye düşünürken kargalardan biri; “Çok düşünme “ dedi. Aklımı sarsıp,
derin bir ürpertiye neden olan bir karganın konuşmuş olmasından çok hiçbir sesi
duymadığım halde, onları yani sesleri görüyor olmamdı. O anda sanki kainatın
tüm sesleri toplanıp muhteşem güzellikte bir tablo gibi önüme serilmişti. Öteki
sesin hakkını vermeliyim.
“Aldırma” dedi kargalardan biri; “Bu hep olur, alışırsın
birazdan. Senin masal olarak duyduğun ama bizim gerçeğimiz olan öykümüzü bir de
bizim gözümüzden görmen gerekiyor. Ondan sonra istediğin yere gidebilirsin.”
Şaşkınlık ve korku içinde dinliyorum der gibi başımı sallayabildim sadece.
Karganın ağzından çıkan parlak turuncular, morlar, çimen yeşilleri, kan
kırmızısı ve daha bir sürü rengin oluşturduğu düzenli karmaşadan bu anlamı
çıkarmıştı beynim.
“O gün Ezop efendisinin kendisini azat edeceğine
gerçekten inanmış olsa da bunu kesinleştirecek önlemler almayı da ihmal
etmemişti. Evdeki diğer kölelerden belirgin bir üstünlüğü vardı ve o gün
isteyeceği özgürlüğünün bunlar tarafından engellenmemesi için hepsine evin
değişik yerlerinde akşama kadar bitiremeyecekleri işler vermişti. Efendisinin
mükemmel bir yemek yemesini ve önemli konuklar için saklanan Tenedos
şaraplarından bir testiyi gizlice masaya koyarak içmesini ve iyice gevşemesini
sağlamıştı. Gerçekten de senin hikayendeki gibi efendisi ondan aynı dala konmuş
iki karga göstermesini istemişti, özgürlüğü karşılığında. Ezop bahçeye
çıktığında –bahçedeki ağaç incir değil, yaşlı bir meşe ağacıydı ve Samos’taki
evin kalıntılarının olduğu yerde hala yaşamaya devam etmekte- ortalıkta bizden
kimse yoktu. Bir süre bahçede gezindi, çevresine bakındı ve uzaklarda uçuşan
kardeşlerimizden başka kimseleri göremeyince elinde kırdığı dört tane cevizi
ağacın altına doğru attı ve eve doğru yöneldi. Aslında iki kardeşimizi gözden
kaçırmıştı Ezop ama onlar cevizlerin bir aldatmaca olduğunu düşünüp sırayla
ağaca kondular ve biraz konuştuktan sonra cevizlere en yakın alt dallardan
birine yan yana indiler. Evin girişindeki Ezop onları görünce sevinç içinde
efendisine koştu. Ancak efendisi Ezop’un sahnelediği oyunu uzaktan izlemiş,
Ezop’un kurnazlığını görünce, bir başka kölesini kardeşlerimizi kovalamak için
göndermişti. Sonuçta atılan taşlarla yaralanmadılar ama cevizlerden vaz geçip
kaçtılar. Ezop efendisine bir süre daha kölelik etmek zorunda kaldı.” Bir süre
sustu ve bana önemli bir şeyi hatırlatırcasına yeniden konuşmaya başladı
kırmızılar, maviler, sarılarla; “Senin sonun bu yolun sonunda değil, özgürlüğün
başka bir dünyaya ait. Kalmakta özgürsün. Özgürlüğünü bulmak için gitmekte de
özgürsün. Siz insanlar ne kadar da önemli yaratıklarsınız.”
Yabancısı olduğum bir odada, bedenime bağlanmış garip
cihazlarla uyandım. İçimde bir yerlerde derin, anlamsız bir boşluk var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder