10 Ağustos 2016 Çarşamba

Sur / Achilles Valentin


Alnına düşen saçlarını yavaşça geriye itti. Daha elini indirmeden geriye attığı saç tutamı eski yerine geldi. Kafasını kaldırıp karşısında söylenip duran adama bakmamak için tavana dikmişti gözlerini.

“Utanmıyorsun. Gittikçe anana benziyorsun. Defol git! Benim artık senin gibi bir kızım yok. Defol!”

Bir saatten beri yediği azarın etkisiyle büktüğü boynunu ilk defa kaldırdı. Bir kapıyı gösteren işaret parmağına baktı, bir de parmağın sahibi babasının yüzüne.

Gözünden bir damla yaş süzüldü. Çaresiz defolacaktı. Ama hepten ümitsiz de değildi. (“Olsun, Caner var.”) Sırtını dikleştirdi. Üstündekiler dışında tek bir eşya almadan çıktı; 22 yıldır baba ocağı bildiği evden.

 
 
(“Aslında iyi oldu; babamın istediği adamla evleneceğime ölürüm daha iyi.”)

Dudağındaki belli belirsiz gülümsemeyi zapt etmeye çalışarak tırmandı Draman yokuşunu. Çarşamba’ya geldiğinde durakladı. İlk defa görüyormuş gibi etrafına bakındı. (“Çoktan çıkmıştır işten. Evine gitsem daha iyi olur.”)

Fatih Camii’nin avlusundan geçip Fevzipaşa Caddesine inen merdivenlerde adımlarını sıklaştırdı. Akşam ezanını duyunca; (“acele etmem lazım”) dedi kendi kendine. İçinde itiraz eden seslere aldırmayıp devam etti. Acıçeşme’ye vardığında hava kararmıştı. Hızlı yürümeye alışık olmadığı için ayak bileklerinin üstü yanıyordu. (“Dinlenmeye vakit yok şimdi.”) Stadın kapısının yanından aşağıya doğru indi. Asmalı kahvenin yanındaki demir kapının önünde durdu. Alttan ikinci zile basıp bir kaç adım geri çekildi. Daha kafasını yukarı kaldırmamıştı ki beklediği sesi işitti;

“Kim o?”

“Halide teyze; Caner evde mi?”

“Yok kızım” dedi camdan aşağı bakan kadın. “Kahveye gitti körolasıca!”

(“Deme öyle! Can sıkıntısından gidiyor. Hele bir evlenelim; bak uğruyor mu kahveye.”)

Geri dönüp nefes nefese tırmandı Acıçeşme’ye çıkan yokuşu. Işıklardan karşıya geçip meydandaki kahvenin önüne gelince durdu. Ciğercinin önünde sigara içen yeni yetmelerini ona bakıp gülüşmelerini görmezden gelip kahvenin kapısına yaklaştı. Geçen hafta da başka bir kızla dalga geçmişlerdi; “Hakan’la çok gezersen öyle karnın şişer” diye laf atmışlardı kızın ağlamasına aldırmadan. Sırıtan ufaklıklara ters bir bakış atıp kahveye doğru döndü. Ürkek bakışlarla içeriyi görmeye, biraz da kendini göstermeye çalıştı. Çok geçmeden yaşlıca biri çıktı kahvenin kapısına.

“Kime baktın kızım?”

“Caner’e. Burada mı Caner?”

“Şu sarı oğlan mı? Çıktı biraz önce.”

“Eve mi gitti amca?”

Adam; “Ne bileyim ben kızım” deyip içeriye döndü. Kapıyı kaparken “Allah Allaaaah” diye söylenmeyi de ihmal etmedi.

(“Çok olmamış. Eve gitse muhakkak karşılaşırdık.”)

Gerisin geriye döndü. Tekrar Fevzipaşa caddesine çıkıp sola saptı. Edirnekapı’ya kadar ne düşündüğünü bilmeden yürüdü. Otobüs durağını geçip soldan sur dibine doğru koşar adım gitti. Kalbi ağzının içinde atıyordu. (“Caner’im. Kesin oradasın biliyorum.”)
 
 

Sıklıkla buluştukları sur dibindeki; sokaktan geçenlerin gözüne görünmeyen oyuk; aşk yuvalarıydı. İlk kez orada sevişmişlerdi. Hem yakalanacakları korkusu, hem de erkeğine teslim olma heyecanı yüzünden ilk sevişmelerinden bir şey anlamamıştı. Anlamamıştı ama biliyordu ki; bekâretini sur dibine dökmüştü, surlar var oldukça kızlığı o toprakta yaşayacaktı. Caner’in pantolonunun düğmelerini iliklerken, kendisine bakıp gülümsemesini hiç unutmayacaktı. Sevdiği adamı içine hapsetmişti. Artık Caner o’nun, o da Caner’indi.

Oyuğa girmek üzereyken Caner’in sesini duydu. Durup daha dikkatli dinledi. Kıkırdayan kızın sesi de tanıdıktı. (“Selime!”) Gülerek soruyordu Selime; “Ben daha güzelim değil mi? Hem o, benim kadar güzel sevişemez bence.”

Oğlanın ayaklandığını hissetti. Kızın cilveli sorularına cevap vermiyordu. Pantolonunu bacağından geçirirken kumaşın çıkardığı hışırtıyı bile tanımıştı.

Koşar adım geri çıktı. Bir kaç saat içinde babasının parayı ondan daha çok sevdiğini, kalan tek varlığı Caner’in de arkadaş bildiği Selime’yi becerdiğini öğrenmek ağır geldi. (“Ağlama! Ağlama, bu saatte. Yarın ağlarsın; gündüz gözüyle. Şimdi ağlama! Bilmesin dünya üzüldüğünü, habersizce dönmeye devam etsin kendi etrafında. Güneşin olmadığını yarın anlar nasılsa. Ağlama şimdi. Gece gider kızlığını geri alırsın döktüğün yerden. Tertemiz bekâretini topraktan söker alırsın geri.”)

Anasının ölümünden beri tutunmaya çalıştığı ne varsa bir anda elinden kaymıştı işte. Hızlı adımlarla yürürken bir yandan da gözyaşlarını siliyordu. Sırtını dik tutmaya, nereye gittiğini biliyormuşçasına yürümeye çalışıyordu. Akdeniz caddesinden aşağıya inip, ışıklardan karşıya geçti. Acı tatlı bütün hatıralarını Fındıkzade’ye çıkan yokuşta bıraktı. (“Hepsini düşün, hatırla. Bu anıları yaşadığın hayat bitti! O yaşamdan geriye sadece üstündekiler kaldı.”)

Millet caddesini de geçip, Kızılelma caddesinden devam etti. Cerrahpaşa hastanesinin önüne gelince; (“burası güvenli olur. Hastane bahçesi emindir. Hastam var zannederler, ilişmezler; ağlasam bile.”)

Ne kadar ışıltılı olursa olsun sokaklar, hava kararınca; gece bütün karanlığıyla sarar bedeninizi. Suni ışıklar aydınlatmaz gecenin özündeki siyahlığı. Sonsuzluğun rengidir, uzayın rengidir gece. Ne kadar kendinizle baş başaysanız o kadar tedirgin eder ve ne kadar yalnızsanız o kadar uzun olur. Mevsimin ne olduğuna bakmaz yalnızlığın gecesi. Her gün aynı saatte gelir, yerleşir içinize. Yeniden getirmeye çalıştığınız neşenizi, yerle bir eder, gömer. Ta ki güneş tekrar doğana dek.

“Kızım şuradan bir çay alıver hayrına.” Derin düşüncelerinden sıyrılmasına sebep oldu bu sözler. Şaşkınlıkla sözlerin sahibine baktı. Kadın çay istemese üstüne para almadığını kim bilir ne zaman fark edecekti.

“Demin son parayı eczaneye verdim. Ameliyat için lazım dediler; bir sürü malzeme aldırdılar. Hayır, bu kadar uğraşıyoruz bari işe yarasa. Adamın masadan kalkması çok zormuş. Doktor öyle söyledi. Allah’tan doktor tanıdık. Kaynımın yeğeni. İlk muayeneden beri elinden geleni yaptı. Hiç lafı eveleyip, gevelemedi. Olduğu gibi söyledi ne varsa. Sabahtan beri de ameliyat için koşturup duruyorum. Taksiyle geldik. Beş kuruş kalmadı. Neymiş; beyefendi ameliyat olacakmış. Körolasıca hayatı zehir etti bana. Şimdi elime düştü. Bırakıp gidemiyorum da. Ahh işte merhametim yok mu? Başıma ne geldiyse bundan geldi. Herifle de acıdığımdan evlendiydim zaten. Kimse varmaz buna dedim, aldım koynuma hayvanı. Çocuk da yapamadık. E kızım kime konuşuyoruz kaç saattir. Bi çay istedik alt tarafı. Almayacaksan, almayacağım de Allah Allah.”

Kızın tek kelime etmesine müsaade etmeden hışımla kalktı yanından. Arkasından bakakaldı. (“Benim de bu kadından farkım yok. O sesli konuşuyor, bense kendimle.”)

Etrafına bakındı. Hava aydınlanıyordu yavaş yavaş. Geldiğinden beri oturduğu yerden hiç kalkmamıştı. Kadın gelip de düşüncelerinden uyandırmasaydı daha ne kadar otururdu. Allah bilir.

Dizlerinin kilitlenmiş olmasına aldırmadı, kalktı yerinden. Hastaneden çıktı. Millet caddesine çıkınca sol tarafına doğru baktı kısa bir an için. O tarafa gitmeye karar verdi. Bir müddet yürüdükten sonra surlar belirdi önünde. Artık silik bir hatıraya dönüşen anıları geldi gözünün önüne. Bir gece önce sonlandırdığı hayatından parçaları izledi adımlarını atarken. Babası, Caner, Selime. (“Selime benden güzel!”)

Yüzünde patlayan kuvvetli rüzgâr sayesinde anladı surun tepesinde olduğunu. Oraya nasıl geldiğini düşündü, bulamadı. Edirnekapı’ya doğru baktı önce. Gözünden iki damla yaş düştü. Eskiden başka ülkelerden, şehirlerden gelen ve yine oralara giden otobüslerin yolcularını indirip bindirdiği, şimdilerin geniş boşluğuna çevirdi bakışlarını sonra. Acılı ayrılıkların, sevinçli buluşmaların renkli bavulların, turşu bidonlarının nereye gideceğini bilmeyen yolcuları yönlendiren çığırtkanların mazide kalmış izlerini aradı yeşil çimenli meydanda.

İyice yakınına konan güvercinin kanatlarının altında kayan havayla sıyrıldı başkalarının hislerini anlamaya çalışmaktan. Kollarını açıp rüzgâra karşı bekledi bir süre. Bir Brezilya dizisinin başlangıcında gördüğü dev heykele benzetti kendini. Yüksek bir dağın ortasında kollarını açmış sakallı bir adamı resmeden dev beyaz heykel. Dizideki kız gibi acı çekiyordu şimdi. (“O kızın arkadaşları var; bense yapayalnızım.”) Heykelin ne kadar zamandır orada durduğunu bilmiyordu, ama kendisi dayanamayacaktı uzun süre böyle kalmaya. Elini karnına götürdü. Belli belirsiz hayaller geldi gözünün önüne. Öne eğildiğinin farkına varmadı. (“En fazla ne olabilir? Benim için üzülecek kimsem yok.”)

Ayakları bastığı taşlardan ayrılınca yüzüne bir gülümseme yayıldı. Bütün bedenini saran havayı doyasıya çekti içine. Bir anda gelen karanlıkla, durmaksızın zihnini kemiren düşünceler sessizliğe gömüldü.

‘Önceki gün Topkapı sur dibinde temizlik yapan çöpçüler tarafından bulunan kadın cesedinin kimliği tespit edildi. Genç kızın neden intihar ettiği anlaşılamazken, babasının “daha dün akşam şakalaştık, güldük. Hiçbir şeyi yoktu. Ben yattıktan sonra evden çıkmış. Neden yaptı bunu anlayamadım” dediği kaydedildi. İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada otopsi sonuçlarına göre genç kadının iki aylık hamile olduğu bildirildi. Açılan soruşturma sürüyor.’

Gazete haberlerinde hüviyet cüzdanındaki vesikalık resminin kullanılacağını düşününce dehşet içinde açtı gözlerini. Eli hala karnındaydı. Ayağının altından yuvarlanan küçük taşların aşağıya düşüşünü izledi. Babasının evinden çıktığında yaptığı gibi sırtını dikleştirdi. Yüzüne ciddi bir ifade yerleştiğinin farkındaydı. “Senin için” dedi karnına doğru seslenerek. “Sana yaşamak ister misin diye sormadım affet, ama sen karnımdayken bırakamam kendimi.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder