Yeryüzündeki tüm göçmenlere…
ben
bir mavi olsam
deniz
bulaşsa her yanıma, balık koksam
dokunsam
pencerelere, kapılara, çivite dönse tahtalar
uskumrunun
sırtında lacivert
osman’ın
sandalında turkuaz olsam
eylül
geçti bak, ekime aldırmadan
balık
yazı dediğin eli kulağında
kar beyazında
soluk bir maviyi bekler
suyundan
uzak lüferler, palamutlar, orkinos yürekli balıkçılar
denizin
yüzünde bir kızartı gibiyim artık
nereye
dönsem göçebe bütün günler
ama
beni götürmeseniz
ama
ben bir başka mavi olsam
dokunsam
tüm denizlere
masmavi
koksam…
Çocukluğumda anneanneme ne zaman Boğazda bir torik
yakalandığı söylense, masmavi gözlerini Üsküdar’daki evin penceresinden Boğaza
diker; “Balık yazı başladı” derdi. Balıkların okulları tatil mi oluyor, yoksa
uzaktaki akrabalarını görmeye mi gidiyorlardı, bir türlü anlayamazdım. Çocuk
aklı işte. Çok sonraları bir gün kendi balık yazını; evlerinden nasıl
ayrıldıklarını anlattı bu ufak tefek ama yürekli kadın;
“Daha geçen hafta Kandiye’deki evimizin sokağında
arkadaşlarımla oynarken nasıl da bir anda evimizi, mahallemizi, arkadaşlarımı
bırakıp gelmiştik buralara? Akıl alacak gibi değildi benim gibi küçücük bir
çocuk için.
Babam Kandiye’de tanınmış bir zeytin tüccarıydı. Yol
yordam görmüş eğitimli bir adamdı. Dedem okuması için onu İstanbul’da liseye
göndermişti ve Türkçenin yanı sıra Fransızca ve Arapça da konuşabiliyordu.
Rumcayı saymıyorum, neden saymıyorsam. Herhalde ana dilimiz olarak
gördüğümüzden olsa gerek. Bir zamanlar hep Türkçe konuşulurmuş Girit’te, ne var
ki sonraları Rumlar yasaklamışlar Türkçeyi ve korkuyla, baskıyla unutturmuşlar
ana dilimizi.
Kandiye’deki iki katlı taş evimizin ikinci katındaki
odalardan birinde dünyaya gelmişim diğer kardeşlerim gibi. Ailenin son numarası
olmak hep işime yaramıştı hayatım boyunca. Dört kardeştik. Girit’ten
ayrılacağımız sırada en büyüğümüz Osman abim on yedi, onun küçüğü Mustafa on beş
ve Ulviye ablam on yaşındaydı. Bense sekizime henüz girmiştim. İçimde bir
yerlerde aklımın almadığı ve asla da alamayacağı bir boşluk gibi duruyordu bu
göç. Oyun oynadığım sokağı, oyun arkadaşlarım Stella’yı, Marika’yı, Kalyopi’yi,
Grete’yi nasıl bırakır giderdim? Sokağımızın kedilerini, köpeklerini, bakkal
amcamız Kostas’ı, Naciye teyzeyi, onun komşusu dul Bayan Angeliki teyzeyi, komşularımızın
meyve ağaçlarını, denizinin iyot kokusunu, limandaki martılarını neden bırakıp
gitmeliydim? Ve bir gün “Anne ben gitmek istemiyorum” dediğimde, “Ben de” dedi kırık,
yorgun bir sesle ama artık bunu bir daha açmamamız gerektiğini de sıkıca tembihledi.
Komşularımız arasında Türkler çoğunlukta olsa da yan
komşumuzdan biri Rum bir aileydi ve bizim için Türk komşularımızdan hiçbir
farkları yoktu. Biz de onlar için farklı değildik. Selam eksik edilmez,
herhangi bir yardım gerektiğinde herkes diğerine elinden gelenin en iyisiyle
karşılık verirdi. Büyük oğulları Osman Abimle birlikte sık sık balığa gider, abim
balığa çıkmadığında hiç düşünmeden sandalını Niko’ya ödünç verirdi. Zaten Osman
Abim Girit’i terk etmek zorunda kalacağımızı anlayınca sandalını Niko’ya emanet
etti ve bir gün geri dönüp yine balığa çıkacaklarına dair söz verdi Niko’ya.
Çok sonraları, artık neredeyse bir yetişkin olduğumda annem, babamın dükkanında
kalan mallarımızı satmak üzere Niko’nun babası Yannis’e verdiğini ve aradan
birkaç yıl geçince Yannis’in İstanbul’a gelerek sattığı mallarımızın parasını
babama getirdiğini anlatmıştı. Komşu olmak böyle bir şeydi bizim mahallemizde. Bir
başka tarafından bakınca tam tersi olaylarla da karşılaşıyorduk. Ne kadar küçük
bir çocuk olsam da son iki yılda Kandiye’nin çok kalabalık bir yer haline
geldiğini fark ediyordum. Ben görmesem de babam Girit’in iç kesimlerinde
yaşayan Türklerin baskılara dayamayıp Kandiye’deki tekkelere, akrabalarının
yanlarına yerleştiklerini anlatıyordu sıkça. Çoğu akşam yemeğimizde çevre
köylerde öldürülen, kaçırılan insanlar konuşulmaya başlanmıştı. Hatta bir
keresinde, büyük amcamın oğlu bağ evinden dönerken yolu Rum çeteciler tarafından
kesilmiş, ne kadar yalvarsa da iyice dövülüp bıçaklandıktan sonra öldü diyerek
yol kenarına atılmıştı. Bu olaydan sonra büyükbabam: “Artık gitmek zamanı
gelmiş, Mustafa Kemal Paşa bizi buralarda komaz herhalde” diyerek göç zamanının
yaklaştığını vurguluyordu. Arada bir babama; “ Halil oğlum, hazırlıkların tamam
mı, konuştun mu Bindirme Heyetiyle?” diyerek baskı kuruyor, ardından da çok
sonraları neredeyse bir tekerlemeye dönüşecek; “Gülcemal Vapurunu ayarlasınlar,
birinci mevki olsun” diyerek baskının dozunu artırıyordu yarı şaka yarı ciddi.
Büyükbabam Horoz Ali, Kandiye’de yıllarca kasaplık
yapmış, yaşlandığını kabullenince de en büyük oğlu, amcama devretmişti
mesleğini. Lakabı, bir anda sinirleniveren ateşli mizacının eseriydi. Ha, biraz
da kavgacılığının. Yıllar geçtikçe durulmasına karşın lakabı ilk konduğu günkü
parlaklığıyla adının önünde duruyordu. Bir gün evimizin yakınlarındaki
kahvehanede otururken Rum gençler kendisine sözle sataşmışlar ancak bu deli
ihtiyardan bir karşılık alamamışlardı. Kahvehanenin sahibi de dedemin huyunu
bildiğinden gençleri fazla taşkınlık yapmalarına izin vermeden uzaklaştırmıştı.
Dedem, biz ve adadaki diğer Türkler için çember giderek daralıyordu ve yılların
Horoz Ali’si bile artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerinin farkındaydı.
Akşam yemeğinde üstü kapalı da olsa biraz sohbetini açtı ve hemen kapattı
konuyu. Babam endişelense de babası gibi konuyu baş başa konuşabilecekleri bir
zamana bıraktı. İstanbul’a yerleştikten epey bir zaman sonra dedeme o günü
hatırlattım ve “Hiç korktun mu dede?” dedim.
“Elbette korktum, hem de çok korktum ”dedi. ”Ama şunu bil
ki eğer korkmazsan hiçbir şeye cesaret edemezsin. Ben orada korkmamış olsaydım
anlamsız bir kavganın yenik tarafı olacak, belki de yaşamımı kaybedecektim.
Oysa bu korku buraya göç edebilecek cesareti gösterebilmemi sağladı ve bu
sayede anavatanımda ailemle birlikte huzur içinde yaşıyorum.” Haklıydı.
Anlamsız ölümlerin hiçbirimize faydası yoktu. Yaşadığımız o son bir yıl içinde
yüzlerce kitaba sığacak acı biriktirmiştik. Ancak ben Kandiye’yi hala çok
özlüyordum.
Mübadele başlayalı iki ay kadar olmuştu ki bizim
sıramızın geldiğini söyledi babam. Annem ve babaannem hazırlıklara başladılar.
Her birimiz için bir bavul, bütün aile için de dört tahta sandık içine değerli
buldukları her eşyayı dikkatlice yerleştirdiler. Yattığımız yün yatakları,
yorganları da limana gideceğimiz gün abilerim ve babam denk yapıp, Amerikan
bezine sardılar. Bütün eşyayı komşumuz Yannis’in at arabasının arkasına
yükleyip limanın yolunu tuttuk.
Limana vardığımızda karşılaştığımız kalabalık beni bir
hayli ürkütmüştü. O kargaşada birbirimizi ve uzun bir emekle sarıp sarmalanmış
eşyamızı kaybetmemeye çalışarak hangi gemiye bineceğimizi kestirmeye
uğraşıyorduk. O güne değin hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Hani
mahşeri bir kalabalık derler ya; işte o denli kalabalıktı. İnsanlar bir yana
denklerin, keçilerin, koyunların ve ineklerin de katıldığı garip bir topluluktu
bu. Aralık ayının sonlarıydı sanırım. Hangi yıl olduğunu çok sonraları babam söylemişti;
1923 yılının Aralık ayıydı. Abilerim, amcalarımın çocukları ve amcamlar, babamla
birlikte denklerimizi gemiye taşıyacak sandala verdiler. Bizi alacak sandalı
beklemeye başladık. Dedem, babaannem, amcalarım, yengelerim ve onların
çocuklarından oluşan büyük bir topluluk olarak, o insan yığınını aralayıp
kendimize limanın diğer yerlerine göre daha sakin bir yer tutmuştuk. Bir süre
sonra babam geldi ve “Hadi gidiyoruz” dedi. Ben Osman abimin sırtına binmiştim.
Annem de ablamın elini sıkı sıkıya tutmuş bir yandan da dedemle, nineme göz
kulak oluyordu. Babam elinde bir takım kağıtlar, sandalın başında isimleri
okuyan adama, yaklaşan sandala binme sırasının bizde olduğunu anlatmaya
çalışıyordu yarım yamalak Türkçesiyle. Sonunda hepimiz gelen sandala binmeyi
başardık. Sandalda bizden kalan beş kişilik boş yere bir kadın ve dört çocuğu
yerleşti ama kadının geride kalan iki çocuğunu, kadın ve bizimkiler ne kadar
yalvardıysa da sandala almadılar. Kadın kendisi ve bir çocuğuyla inip yerine
geride kalan çocuklarını almalarını önerse de başında bir büyüğü olmayan beş
çocuğu götürmeyi kabul etmedi görevli. Neymiş efendim sandallar yirmi
kişilikmiş, geride kalanlar bir sonrakine bineceklermiş. Limanda masum ve
ağlamaklı bakışlarla sandalın uzaklaşmasını izleyen iki kız çocuğu kaldı; biri
beş diğeri yedi yaşında. Gemiye çıktıktan bir süre sonra bir kadının çığlığı
olanca soğuğu, rüzgarı, kargaşayı ve koşuşturmayı bir anda bölüverdi. Gemi
bütün yolcusunu almıştı ve başka bir sandal daha gelmeyecekti. Bizim
sandalımıza alınmayan iki kız çocuğu, limanda bir belirsizliğin, karanlık bir
geleceğin içine bırakılmıştı. Kadının ağlamaları, haykırışları tüm yolculuk
boyunca hiç durmadı.
Güvenin kırıldığı nokta bu olmalıydı sanırım. İçimizde sessiz
bir gerginlik hüküm sürdü tüm yol boyunca.
Vapurun da kalabalık açısından limandan farkı yoktu.
Kamaraların bulunduğu koridorlar, yemek salonları, bütün güverteler insan
yığınlarıyla doluydu. Her aile kendine uygun bulduğu bir yere çökmüş, yemek
yeme, uyuma gibi temel ihtiyaçlarını mevcut koşullar altında en iyi biçimde
yerine getirecek bir ortam yaratmaya çalışıyorlardı. Dedem, babaannem, büyük
amcamın hamile gelini ve ablamla ben bir görevlinin gösterdiği kamaraya
yerleştik. Odada bizden başka yedi sekiz kişi daha vardı. Bir kısmı odadaki iki
yatağın üzerinde, bir kısmı da yere serdikleri kilimlerin üzerinde
oturuyorlardı. Aklım hep dışarıda kalan annemdeydi. Ara sıra elinde bir mendile
sardığı böreklerle geliyor, hepimizin iyi olduğuna inanırsa geriye babamın ve
abilerimin yanına dönüyordu. Yolculuğumuzun başlamasından birkaç saat sonra
kamaramıza benim doktor sandığım beyaz önlüklü iki adam girdi ve bize aşı
yapacaklarını söylediler. Tabi hiç birimiz ne söylediklerini anlamadık. Hemen
arkalarında beliren bir gemi görevlisi doktorların söylediklerini çevirdi.
Büyükbabam itiraz etmediğine göre faydalı bir şey olduğunu düşünmüştüm ama iğne
koluma girdiği anda yaygarayı bastığımı bu gün bile çok taze hatırlıyorum.
Doktorlar gittikten bir süre sonra babam geldi ve ben yine ağlayarak kucağına
koştum. Korkumu yenebilmek için aşının kendilerine de yapıldığını, bunun çok
gerekli olduğunu, bir daha hastalanmayacağımızı, doktorların doktor değil de onun gibi bir şey
olduklarını sabırla, tek tek anlattı. Ben “Doktor değilse nedir” diye ısrarla
sorunca; “Hilal-i Ahmer’in sağlık memurları bunlar” dedi. Bu arada dedem babama
üstü kapalı bir alaycılıkla; “Ama bu vapurun adı Gülcemal değil mi? Gülcemal’de
gerçek doktorlar varmış” diye araya girdi. Ardından babaannemle birlikte
gülüştüler. Yolculuk boyunca dışarıda kalan ailenin her ferdi sırayla
kamaramıza gelip bir süre ısındıktan sonra yerlerini bir başkasına bırakıp
tekrar dışarı çıktılar. Hava gerçekten çok soğuktu. Gemiciler bile dışarı
çıkmamaya çalışıyorlardı.
Hareketimizin ertesi günü vapur bir limana yanaşıp demir
attı. Marmaris’miş limanın adı. Bir takım yolcular denklerini, hayvanlarını
alıp indiler. Birkaç saat sonra yeniden hareket ettik. Sabah uyandığımda vapur
bir şehrin açıklarında yeniden durmuştu. Sonradan İzmir olduğunu öğrendiğim bu
şehre de hatırı sayılır miktarda göçmen, keçi ve inek bıraktıktan sonra vapur
son hedefine doğru yeniden hareketlendi.
Bütün bir gece giderek daha da soğuyan havayla mücadele
ettikten sonra günün ilk ışıklarıyla son limanımıza; İstanbul’a ulaşmıştık.
Bizi sandallara bindirip, karaya çıkardılar. İskeleye
çıktığımız yerin hemen yanında, balıkçılar yakaladıkları torikleri, kayıklarına
boydan boya gerdikleri bir ipe kuyruklarından asmıştı. Bir yandan soğuktan bir
an önce kurtulmak, bir yandan da o günkü ekmek parasını çıkarmak
derdindeydiler. En yakınımızdaki balıkçının haykırışları, o zamanlar Türkçe
anlamasam da bir anda aklıma kazınmıştı; “Balık yazı geldi, haydi balık yazının
torikleri bunlar”.
Yıllar sonra öğrendim, toriklerin Karadeniz’e
yumurtalarını bıraktıktan sonra kışı geçirmek için göçe kalktıklarını ve Boğazı
geçerken bir bir avlandıklarını.
Kar yağmıştı Tuzla’ya. İstanbul’a mı yoksa? Bembeyaz. Hayatımda
ilk kez kar görüyordum. Gözlerimiz kamaşıyordu ışıktan ve soğuktan.
Gölgelerinde bir yerlerde karın üzerinde kırık, uçuk bir mavi hissediliyordu
belli belirsiz. Ama ben biliyordum o bizim evin mavisi. Pencereden, kapıdan,
iskemleden bulaşıp gelmişti buralara. Biliyorum. Bizim oraların mavisi bu,
bizimle göçüyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder