22 Ekim 2016 Cumartesi

Balık Yazı / Erhan Sertbaş


 

                                                                        Yeryüzündeki tüm göçmenlere…             

 

ben bir mavi olsam

deniz bulaşsa her yanıma, balık koksam

dokunsam pencerelere, kapılara, çivite dönse tahtalar

uskumrunun sırtında lacivert

osman’ın sandalında turkuaz olsam

eylül geçti bak, ekime aldırmadan

balık yazı dediğin eli kulağında

kar beyazında soluk bir maviyi bekler

suyundan uzak lüferler, palamutlar, orkinos yürekli balıkçılar

denizin yüzünde bir kızartı gibiyim artık

nereye dönsem göçebe bütün günler

ama beni götürmeseniz

ama ben bir başka mavi olsam

dokunsam tüm denizlere

masmavi koksam…

 

 


Çocukluğumda anneanneme ne zaman Boğazda bir torik yakalandığı söylense, masmavi gözlerini Üsküdar’daki evin penceresinden Boğaza diker; “Balık yazı başladı” derdi. Balıkların okulları tatil mi oluyor, yoksa uzaktaki akrabalarını görmeye mi gidiyorlardı, bir türlü anlayamazdım. Çocuk aklı işte. Çok sonraları bir gün kendi balık yazını; evlerinden nasıl ayrıldıklarını anlattı bu ufak tefek ama yürekli kadın;

“Daha geçen hafta Kandiye’deki evimizin sokağında arkadaşlarımla oynarken nasıl da bir anda evimizi, mahallemizi, arkadaşlarımı bırakıp gelmiştik buralara? Akıl alacak gibi değildi benim gibi küçücük bir çocuk için.

Babam Kandiye’de tanınmış bir zeytin tüccarıydı. Yol yordam görmüş eğitimli bir adamdı. Dedem okuması için onu İstanbul’da liseye göndermişti ve Türkçenin yanı sıra Fransızca ve Arapça da konuşabiliyordu. Rumcayı saymıyorum, neden saymıyorsam. Herhalde ana dilimiz olarak gördüğümüzden olsa gerek. Bir zamanlar hep Türkçe konuşulurmuş Girit’te, ne var ki sonraları Rumlar yasaklamışlar Türkçeyi ve korkuyla, baskıyla unutturmuşlar ana dilimizi.

Kandiye’deki iki katlı taş evimizin ikinci katındaki odalardan birinde dünyaya gelmişim diğer kardeşlerim gibi. Ailenin son numarası olmak hep işime yaramıştı hayatım boyunca. Dört kardeştik. Girit’ten ayrılacağımız sırada en büyüğümüz Osman abim on yedi, onun küçüğü Mustafa on beş ve Ulviye ablam on yaşındaydı. Bense sekizime henüz girmiştim. İçimde bir yerlerde aklımın almadığı ve asla da alamayacağı bir boşluk gibi duruyordu bu göç. Oyun oynadığım sokağı, oyun arkadaşlarım Stella’yı, Marika’yı, Kalyopi’yi, Grete’yi nasıl bırakır giderdim? Sokağımızın kedilerini, köpeklerini, bakkal amcamız Kostas’ı, Naciye teyzeyi, onun komşusu dul Bayan Angeliki teyzeyi, komşularımızın meyve ağaçlarını, denizinin iyot kokusunu, limandaki martılarını neden bırakıp gitmeliydim? Ve bir gün “Anne ben gitmek istemiyorum” dediğimde, “Ben de” dedi kırık, yorgun bir sesle ama artık bunu bir daha açmamamız gerektiğini de sıkıca tembihledi.

Komşularımız arasında Türkler çoğunlukta olsa da yan komşumuzdan biri Rum bir aileydi ve bizim için Türk komşularımızdan hiçbir farkları yoktu. Biz de onlar için farklı değildik. Selam eksik edilmez, herhangi bir yardım gerektiğinde herkes diğerine elinden gelenin en iyisiyle karşılık verirdi. Büyük oğulları Osman Abimle birlikte sık sık balığa gider, abim balığa çıkmadığında hiç düşünmeden sandalını Niko’ya ödünç verirdi. Zaten Osman Abim Girit’i terk etmek zorunda kalacağımızı anlayınca sandalını Niko’ya emanet etti ve bir gün geri dönüp yine balığa çıkacaklarına dair söz verdi Niko’ya. Çok sonraları, artık neredeyse bir yetişkin olduğumda annem, babamın dükkanında kalan mallarımızı satmak üzere Niko’nun babası Yannis’e verdiğini ve aradan birkaç yıl geçince Yannis’in İstanbul’a gelerek sattığı mallarımızın parasını babama getirdiğini anlatmıştı. Komşu olmak böyle bir şeydi bizim mahallemizde. Bir başka tarafından bakınca tam tersi olaylarla da karşılaşıyorduk. Ne kadar küçük bir çocuk olsam da son iki yılda Kandiye’nin çok kalabalık bir yer haline geldiğini fark ediyordum. Ben görmesem de babam Girit’in iç kesimlerinde yaşayan Türklerin baskılara dayamayıp Kandiye’deki tekkelere, akrabalarının yanlarına yerleştiklerini anlatıyordu sıkça. Çoğu akşam yemeğimizde çevre köylerde öldürülen, kaçırılan insanlar konuşulmaya başlanmıştı. Hatta bir keresinde, büyük amcamın oğlu bağ evinden dönerken yolu Rum çeteciler tarafından kesilmiş, ne kadar yalvarsa da iyice dövülüp bıçaklandıktan sonra öldü diyerek yol kenarına atılmıştı. Bu olaydan sonra büyükbabam: “Artık gitmek zamanı gelmiş, Mustafa Kemal Paşa bizi buralarda komaz herhalde” diyerek göç zamanının yaklaştığını vurguluyordu. Arada bir babama; “ Halil oğlum, hazırlıkların tamam mı, konuştun mu Bindirme Heyetiyle?” diyerek baskı kuruyor, ardından da çok sonraları neredeyse bir tekerlemeye dönüşecek; “Gülcemal Vapurunu ayarlasınlar, birinci mevki olsun” diyerek baskının dozunu artırıyordu yarı şaka yarı ciddi.


Büyükbabam Horoz Ali, Kandiye’de yıllarca kasaplık yapmış, yaşlandığını kabullenince de en büyük oğlu, amcama devretmişti mesleğini. Lakabı, bir anda sinirleniveren ateşli mizacının eseriydi. Ha, biraz da kavgacılığının. Yıllar geçtikçe durulmasına karşın lakabı ilk konduğu günkü parlaklığıyla adının önünde duruyordu. Bir gün evimizin yakınlarındaki kahvehanede otururken Rum gençler kendisine sözle sataşmışlar ancak bu deli ihtiyardan bir karşılık alamamışlardı. Kahvehanenin sahibi de dedemin huyunu bildiğinden gençleri fazla taşkınlık yapmalarına izin vermeden uzaklaştırmıştı. Dedem, biz ve adadaki diğer Türkler için çember giderek daralıyordu ve yılların Horoz Ali’si bile artık geri dönüşü olmayan bir yola girdiklerinin farkındaydı. Akşam yemeğinde üstü kapalı da olsa biraz sohbetini açtı ve hemen kapattı konuyu. Babam endişelense de babası gibi konuyu baş başa konuşabilecekleri bir zamana bıraktı. İstanbul’a yerleştikten epey bir zaman sonra dedeme o günü hatırlattım ve “Hiç korktun mu dede?” dedim.

“Elbette korktum, hem de çok korktum ”dedi. ”Ama şunu bil ki eğer korkmazsan hiçbir şeye cesaret edemezsin. Ben orada korkmamış olsaydım anlamsız bir kavganın yenik tarafı olacak, belki de yaşamımı kaybedecektim. Oysa bu korku buraya göç edebilecek cesareti gösterebilmemi sağladı ve bu sayede anavatanımda ailemle birlikte huzur içinde yaşıyorum.” Haklıydı. Anlamsız ölümlerin hiçbirimize faydası yoktu. Yaşadığımız o son bir yıl içinde yüzlerce kitaba sığacak acı biriktirmiştik. Ancak ben Kandiye’yi hala çok özlüyordum.

Mübadele başlayalı iki ay kadar olmuştu ki bizim sıramızın geldiğini söyledi babam. Annem ve babaannem hazırlıklara başladılar. Her birimiz için bir bavul, bütün aile için de dört tahta sandık içine değerli buldukları her eşyayı dikkatlice yerleştirdiler. Yattığımız yün yatakları, yorganları da limana gideceğimiz gün abilerim ve babam denk yapıp, Amerikan bezine sardılar. Bütün eşyayı komşumuz Yannis’in at arabasının arkasına yükleyip limanın yolunu tuttuk.

Limana vardığımızda karşılaştığımız kalabalık beni bir hayli ürkütmüştü. O kargaşada birbirimizi ve uzun bir emekle sarıp sarmalanmış eşyamızı kaybetmemeye çalışarak hangi gemiye bineceğimizi kestirmeye uğraşıyorduk. O güne değin hiç bu kadar insanı bir arada görmemiştim. Hani mahşeri bir kalabalık derler ya; işte o denli kalabalıktı. İnsanlar bir yana denklerin, keçilerin, koyunların ve ineklerin de katıldığı garip bir topluluktu bu. Aralık ayının sonlarıydı sanırım. Hangi yıl olduğunu çok sonraları babam söylemişti; 1923 yılının Aralık ayıydı. Abilerim, amcalarımın çocukları ve amcamlar, babamla birlikte denklerimizi gemiye taşıyacak sandala verdiler. Bizi alacak sandalı beklemeye başladık. Dedem, babaannem, amcalarım, yengelerim ve onların çocuklarından oluşan büyük bir topluluk olarak, o insan yığınını aralayıp kendimize limanın diğer yerlerine göre daha sakin bir yer tutmuştuk. Bir süre sonra babam geldi ve “Hadi gidiyoruz” dedi. Ben Osman abimin sırtına binmiştim. Annem de ablamın elini sıkı sıkıya tutmuş bir yandan da dedemle, nineme göz kulak oluyordu. Babam elinde bir takım kağıtlar, sandalın başında isimleri okuyan adama, yaklaşan sandala binme sırasının bizde olduğunu anlatmaya çalışıyordu yarım yamalak Türkçesiyle. Sonunda hepimiz gelen sandala binmeyi başardık. Sandalda bizden kalan beş kişilik boş yere bir kadın ve dört çocuğu yerleşti ama kadının geride kalan iki çocuğunu, kadın ve bizimkiler ne kadar yalvardıysa da sandala almadılar. Kadın kendisi ve bir çocuğuyla inip yerine geride kalan çocuklarını almalarını önerse de başında bir büyüğü olmayan beş çocuğu götürmeyi kabul etmedi görevli. Neymiş efendim sandallar yirmi kişilikmiş, geride kalanlar bir sonrakine bineceklermiş. Limanda masum ve ağlamaklı bakışlarla sandalın uzaklaşmasını izleyen iki kız çocuğu kaldı; biri beş diğeri yedi yaşında. Gemiye çıktıktan bir süre sonra bir kadının çığlığı olanca soğuğu, rüzgarı, kargaşayı ve koşuşturmayı bir anda bölüverdi. Gemi bütün yolcusunu almıştı ve başka bir sandal daha gelmeyecekti. Bizim sandalımıza alınmayan iki kız çocuğu, limanda bir belirsizliğin, karanlık bir geleceğin içine bırakılmıştı. Kadının ağlamaları, haykırışları tüm yolculuk boyunca hiç durmadı.
 
 

Güvenin kırıldığı nokta bu olmalıydı sanırım. İçimizde sessiz bir gerginlik hüküm sürdü tüm yol boyunca.

Vapurun da kalabalık açısından limandan farkı yoktu. Kamaraların bulunduğu koridorlar, yemek salonları, bütün güverteler insan yığınlarıyla doluydu. Her aile kendine uygun bulduğu bir yere çökmüş, yemek yeme, uyuma gibi temel ihtiyaçlarını mevcut koşullar altında en iyi biçimde yerine getirecek bir ortam yaratmaya çalışıyorlardı. Dedem, babaannem, büyük amcamın hamile gelini ve ablamla ben bir görevlinin gösterdiği kamaraya yerleştik. Odada bizden başka yedi sekiz kişi daha vardı. Bir kısmı odadaki iki yatağın üzerinde, bir kısmı da yere serdikleri kilimlerin üzerinde oturuyorlardı. Aklım hep dışarıda kalan annemdeydi. Ara sıra elinde bir mendile sardığı böreklerle geliyor, hepimizin iyi olduğuna inanırsa geriye babamın ve abilerimin yanına dönüyordu. Yolculuğumuzun başlamasından birkaç saat sonra kamaramıza benim doktor sandığım beyaz önlüklü iki adam girdi ve bize aşı yapacaklarını söylediler. Tabi hiç birimiz ne söylediklerini anlamadık. Hemen arkalarında beliren bir gemi görevlisi doktorların söylediklerini çevirdi. Büyükbabam itiraz etmediğine göre faydalı bir şey olduğunu düşünmüştüm ama iğne koluma girdiği anda yaygarayı bastığımı bu gün bile çok taze hatırlıyorum. Doktorlar gittikten bir süre sonra babam geldi ve ben yine ağlayarak kucağına koştum. Korkumu yenebilmek için aşının kendilerine de yapıldığını, bunun çok gerekli olduğunu, bir daha hastalanmayacağımızı,  doktorların doktor değil de onun gibi bir şey olduklarını sabırla, tek tek anlattı. Ben “Doktor değilse nedir” diye ısrarla sorunca; “Hilal-i Ahmer’in sağlık memurları bunlar” dedi. Bu arada dedem babama üstü kapalı bir alaycılıkla; “Ama bu vapurun adı Gülcemal değil mi? Gülcemal’de gerçek doktorlar varmış” diye araya girdi. Ardından babaannemle birlikte gülüştüler. Yolculuk boyunca dışarıda kalan ailenin her ferdi sırayla kamaramıza gelip bir süre ısındıktan sonra yerlerini bir başkasına bırakıp tekrar dışarı çıktılar. Hava gerçekten çok soğuktu. Gemiciler bile dışarı çıkmamaya çalışıyorlardı.

Hareketimizin ertesi günü vapur bir limana yanaşıp demir attı. Marmaris’miş limanın adı. Bir takım yolcular denklerini, hayvanlarını alıp indiler. Birkaç saat sonra yeniden hareket ettik. Sabah uyandığımda vapur bir şehrin açıklarında yeniden durmuştu. Sonradan İzmir olduğunu öğrendiğim bu şehre de hatırı sayılır miktarda göçmen, keçi ve inek bıraktıktan sonra vapur son hedefine doğru yeniden hareketlendi.

Bütün bir gece giderek daha da soğuyan havayla mücadele ettikten sonra günün ilk ışıklarıyla son limanımıza; İstanbul’a ulaşmıştık.

Bizi sandallara bindirip, karaya çıkardılar. İskeleye çıktığımız yerin hemen yanında, balıkçılar yakaladıkları torikleri, kayıklarına boydan boya gerdikleri bir ipe kuyruklarından asmıştı. Bir yandan soğuktan bir an önce kurtulmak, bir yandan da o günkü ekmek parasını çıkarmak derdindeydiler. En yakınımızdaki balıkçının haykırışları, o zamanlar Türkçe anlamasam da bir anda aklıma kazınmıştı; “Balık yazı geldi, haydi balık yazının torikleri bunlar”.
 

Yıllar sonra öğrendim, toriklerin Karadeniz’e yumurtalarını bıraktıktan sonra kışı geçirmek için göçe kalktıklarını ve Boğazı geçerken bir bir avlandıklarını.

Kar yağmıştı Tuzla’ya. İstanbul’a mı yoksa? Bembeyaz. Hayatımda ilk kez kar görüyordum. Gözlerimiz kamaşıyordu ışıktan ve soğuktan. Gölgelerinde bir yerlerde karın üzerinde kırık, uçuk bir mavi hissediliyordu belli belirsiz. Ama ben biliyordum o bizim evin mavisi. Pencereden, kapıdan, iskemleden bulaşıp gelmişti buralara. Biliyorum. Bizim oraların mavisi bu, bizimle göçüyor.”

 
Ekim 2016 / Antalya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder