23 Nisan 2017 Pazar

Ölü Gelincik / Erhan Sertbaş


 
 
Dr. Tamer Bıçaksız babasının mezar taşına biraz su döküp ıslattıktan sonra, diğer taşları da hafifçe yıkadı ve birkaç yabani otu kopardı mezarların üzerinden. Yılda bir kez gelir bu üç mezarı ziyaret eder, temizlettirir; içinden konuşurdu onlarla. Bu ziyareti biraz daha farklıydı, cebinden bir matara, çantasından da bir çay bardağı ve bir şişe su çıkarıp, yarısına kadar rakı doldurdu matarasından ve üzerini suyla tamamladı. Kadehi kaldırıp “Şerefe” dedikten sonra büyükçe bir yudum içti, kalanını da mezara döktü. Toprağına dokunup,” Nasılsın” der gibi baktı;

Dr. Asım Bıçaksız

Doğumu 1925 / Ölümü 21 Nisan 2002.

Hemen yanında annesi Kevser Hanım yatıyordu, altmış iki yaşında veda etmişti hayata, Asım Beyden yedi yıl önce, 1995’te. Babasının sağında ise diğerlerine göre daha yeni bir taş duruyordu.

Asım Can Bıçaksız.

Doğumu 17 Mayıs 2000 / Ölümü 12 Kasım 2008.

Elini uzatıp saçlarını okşar gibi sevdi taşı… Sessizce ağladı içinden. Hüngür hüngür; ama sessizce. Dünyalar yıkıldı; bütün günler, mevsimler ağıtlarla doldu; mum oldu eridi; ateş oldu yandı, kül oldu, külünden doğdu aynı acıya; göğsüne vura vura, paramparça ola ola; haykırarak; hıçkırarak ağladı içinden; sessizce… Başını kaldırdı, bir baykuş gördü uçarken. “Can’ım sana emanet” dedi içinden, yine sessizce.

Mezarlıktan çıkıp hemen yakınlarda rastgele seçtiği bir mermerciye gitti. Kendi mezar taşının siparişini verdi. Taşa yazılacakları ve nereye koyulacağını bir kâğıda aktardı ve ustanın eline sıkıştırdı parasıyla birlikte;

 Dr. Hasan Tamer Bıçaksız

        “Gelincik”

 Doğumu: Dün / Ölümü: Bugün.

Hayatın geride kalanına kocaman bir “Siktir” çekerek ayrıldı mezarlıktan.

Arabasına bindi, gördüğü ilk markette durdu, bir hafta yetecek kadar yiyecek aldı, su mataralarını doldurdu. Akşamın alacakaranlığında yola çıktı. İçinden geçenlerin eşliğinde bazen görmediği bir yolu izleyerek saatlerce araba sürdü. Sesler gidip geliyor, kiminde yol üzerindeki manzaraların arka sesi oluyor, kiminde hararetli bir tartışmanın kazanan tarafı oluyordu. Bu söylenmekten başka bir işe yaramayan karın ağrıları onu geçmişe gömdükçe gömüyordu. Çocukluğunda dedesinin çiftliğinde yaşadığı yazlarda kalan gelincik hikâyelerine takıldı kaldı bu akşam. Hani koparırsın da bakarken solar ya; işte o gelincikler.

Anneannesi “Evladım koparma derdi; sadece çiçeğin kırmızı yapraklarını topla; bak böyle” der, gösterirdi. “Gelecek sene de gelincik şurubu yapacağız, koparma ki seneye de kalsınlar” derdi; “Koparma”. Ama o yine de bildiğini okur, bir çocuğun elinden çıkmış beceriksiz gelincik demetleri yapardı.

Dedesi evlik buğdaya gübre, ilaç atmazmış da her yabanisi olurmuş buğdayın; deliceleri, gelincikleri, hardal otları, kır menekşeleri, şevket-i bostanları, hindibaları, daha niceleri… Hepsi birden girermiş değirmenin taşına da Hasan Bey gibi deli olurmuş o buğdayın ekmeği de. Ne korkardı bu deliden...

Anneannesinin yardımcısı, Huriye, her gelincik toplamaya gittiklerinde “Titregızım” derdi gelinciklere; nereden öğrendiyse. Huriye hep “Her gelincik ölmeye doğar” derdi; ne de çabuk geçer giderlerdi tarlalardan, sanki hep onu dinlerlermiş gibi. Huriye bir gariban, babası ölmüş çocukken, anası bakmış altı kızana. Hasan Bey olmasa ne olurmuş ki halleri.

Altı saat hiç durmadan araba kullandı ve dağına giden yol ayrımına geldiğinde ana yoldan çıkıp,  toprak bir yolda yaklaşık yarım saat daha gitti ve her zamanki yerine park edip, dışarı çıktı. Yürüyüş botlarını ve rüzgâr ceketini giydi, sırt çantasını yüklendi. Arabayı kilitleyip anahtarı sol ön tekerleğin üstüne, çamurluğun hemen altına koydu. Cep telefonundan Orman İşletmesindeki arkadaşı Kenan’a “Geldim” diye bir kısa mesaj gönderdi ve telefonunu kapattı. Bütün bunları o kadar hızlı yaptı ki, sanki o kadar yolu hiç yorulmadan gelmişti. Sabahın ilk saatlerinde başladığı yürüyüşünde ormanın serinliği boynunu ve yüzünü tatlı tatlı üşütüyordu. Mayıs ayının bu güzel gecesinde gökyüzü temiz, bulutsuz ve gösterişli bir mehtapla süslenmişti. Sağında Ege’ye ulaştığında görkemli bir ırmak olacak Gediz nehrinin çay hali akıyordu, sakin şırıltılarıyla.

Art arda birkaç baykuş sesi geldi farklı uzaklıklardan. Yüzüne bir gülümseme yerleşti, içinden; “Karşılama komitesi de buradaymış, hoş bulduk, hoş bulduk” dedi sessizce.

Oğlunu kaybettiği o trafik kazasından sonra kendini toparlayamamış, karısıyla uzaklaşmışlar, bu iki kişilik yalnızlığı daha da sürdüremeyeceklerini anladıklarında yollarını ayırmışlardı. Doktor olmanın sağladığı kolaylıklarla başlarda epeyce sakinleştirici kullanmış, sonraları yetmez olunca bunu sakinleştirici kokteyllerine dönüştürmüştü. Günlük yaşamı dibe vurmaya başladığında çözümün ilaçlarda değil de, yollarda olduğunu düşünerek acılarının, korkularının izini sürmeye başlamıştı bu yolculuklarında. İçindeki dağı keşfetmiş, onunla barışmak için de bu yolculukları sıkça yapar olmuştu. Gitmedik dağ bırakmamıştı ama en çok burayı sevmiş, yüreği burada huzur bulmuştu.

Ay ışığı yürümeyi kolaylaştırıyordu. Bir ara durup akan suya baktı, sessizce selamladı onu. Yolu üzerinde birkaç kez geçmek zorunda olduğu bu ırmağa koşulsuz bir saygısı vardı.

Sol gözünün bakış açısı içinde kalan bir hareket hissetti. Dönüp baktı, her şey olağan görünüyordu. Yürümeye devam etti. Solundaki gölge de onunla birlikte hareket ediyordu. Durdu. Sol taraftaki çalıları, ağaçları gözden geçirdi dikkatlice. Yürüyüşe geçtiği anda solundaki karaltı yeniden ortaya çıktı. Fark ettiğinde bir süre ne olduğunu anlamak amacıyla durmadı ve göz ucuyla bu gizemli karaltıyı izledi. Yeşil bir yağmurluk giymiş ve kapüşonunu başına geçirmiş, kendi boylarında ve ondan daha genç bir adama benziyordu gölge. Bir süre daha birlikte yürüdüler. Derken; ani bir kararla durup, hızla gölgeye döndü ve üzerine yürüdü. Birbirlerine doğru bir adım attılar…

Ve birden kayboldu karaltı.

Belinden boynuna doğru yükselen bir titreme hissetti ve bu boynunda sertleşen ve giderek artan ağrılı bir hareketsizliğe dönüştü, elleri ayakları boşaldı birden. Korkmuş muydu? Hem de ölesiye. Çantasından kafa lambasını çıkardı. Ay önündeydi, kendi gölgesini takip edip etmediğine baktı. Hayır, sıra dışı bir şey vardı, içinden geçen sesler de onaylıyordu bunu. Hatta neler geçmiyordu ki içindeki sesler ırmağından. Kafa lambasını açtı ve yürümeye devam etti. Sol tarafında bir hareket hissetti ama aynı zamanda sağında, ırmak kenarındaki çalılıklardan gelen, çıtırtıları duydu. Aynı anda iki yere birden bakamayacağı için durdu ve seslerin geldiği çalılıkları izledi. Hiçbir şey yoktu. Hızla sola döndü, bir karaltı aniden geri çekildi. Aynı anda çalılıklar bir kez daha kımıldadı. Durdu. Sırt çantasını çıkardı, yere koydu. Yedek el fenerini de çıkardı ve sol tarafındaki her şeyi tek tek gözden geçirdi, sağına döndü ve aynı şeyi tekrarladı. Solundaki karaltıyı yeniden fark etti, sağındaki çalılıklar ise şiddetli bir rüzgâra yakalanmış gibi titreyip oynaşmaya başladı. Tam o sırada tepesinde bir baykuş öttü…

Her şeyden vazgeçip dizlerinin üzerine çöktü. Sonunu kabullenerek rahatladı ve gelecek olan “Şey”i beklemeye başladı.

Son böyle bir şey olmalıydı, seçeneklerin tükendiği, yolların sona erdiği, artık umursanacak bir şeyin kalmadığı, yarım kalmış işlerin yarım kaldığı ve asla bitirilemeyeceği farklı bir dünya. Nereden geleceğinin önemini yitirdiği bir ölüm, acıların değersizleştiği bir durum, kendine acımanın bile tükendiği ama ölüyor olmanın ümitsiz varoluşu. Yeter artık “Geliyorsa gelsin” dediğin, korku çıkmazlarının bittiği yer. Tükenişin birinci evresi ve “Neden ben” ve “Neden şimdi” sorularının yanıtsız pazarlık girişimleri.

Kendisini yararsız, ezilmiş hissetmesine karşın bütün bu olup bitenlerin mantıklı bir açıklaması olduğuna emindi. Zaten hiçbir şey olmadı. Birkaç derin nefes aldıktan sonra toparlandı, kendine geldi, sırt çantasını yüklenirken sırt çantasının sol kemerine sıkışmış yeşil bir yaprak fark etti ve göz ucuyla bakınca yağmurluklu adamını gördü. Gülümsedi…

Yürümeye devam etti. Sakin geçen bir saatlik yürüyüşün ardından kamp kurmak için uygun olan bir yer bulunca çadırını kurdu ve biraz odun toplayıp ateş yaktı. Hazırladığı sallama çayın eşliğinde, biraz önce yaşadıklarını ayrıntılarıyla aktardı günlüğüne.

Ertesi sabah erkenden uyandı. Çevresini incelerken birkaç ağacın bulunduğu kocaman ve kıpkırmızı bir gelincik tarlasında buldu kendini. “Kan çekiyor” dedi kendi kendine. Kahvaltısını yaptıktan sonra dün gece günlüğüne yazdığı ayrıntılı notların üzerine baştan aşağı bir çarpı işareti çizdi ve ”Dün gece su perileriyle dans ettim.” yazdı. Ardına da şunları ekledi;

“Korkularımız, onları tanımlayıp adlandırdığımız sürece, eğitebileceğimiz duygularımızdır.”

Kampını topladı ve zirveye doğru yola çıktı. Yürüyüş sırasında iç seslerini susturmaya çalışarak dikkatini yola ve çevresine vermeye çalışırdı. Zaman içerisinde bu alıştırmayı yapmakta oldukça ustalaşmış, içsel sessizliği dünyayı farklı bir gözle algılamasını sağlamıştı.

Dağın bu yüzündeki orman sınırı neredeyse zirveyi zorlayacak yüksekliklere çıkıyordu. İlk kamp yerinden itibaren yer yer açıklıklardan geçse de sürekli orman içerisinde yol almıştı. Yükseldikçe çevresindeki bitki örtüsü değişmeye, fakirleşmeye başlamış, geceyi geçirdiği çay kenarındaki düzlükte rastladığı gelincikler, karabaşlar, düğünçiçekleri ve diğerleri gözden kaybolmuş, yerini daha sert, kalın yapraklı, dikenli çalılar almıştı. Yine de dikkatle bakınca bir kayanın dibinde, bir çalının gölgesinde ters laleler, yabani sümbüller ara sıra göz kırpıyordu bu garip yolcuya.

Yürüyüşünün dördüncü saatinde dinlenebileceği uygun bir yer bulup sırt çantasını yere koydu ve yiyecek bir şeyler çıkardı. Sırtını bir ağaca dayayıp biraz atıştırdı, su içti. Çevresine bakındı inceleyen, sorgulayan gözlerle. Uzaklarda bir orman kartalı sakince süzülüyordu.

Kenan tekerleğin üzerindeki anahtarı aldı, kendisini getiren aracın sürücüsüne teşekkür ederim anlamında elini salladı ve arabayı çalıştırıp, ilçeye götürdü, Orman İşletmesinin bahçesine park etti. Üniversite yıllarından tanışıyorlardı. Birbirleriyle iyi anlaşmış, daha o yıllarda sıkı dost olmuşlar, yıllar içinde de bağlarını koparmamışlardı. Tamer oğlunu kaybettiğinde dağılmaya başlayınca, Kenan ona dağları tanıştırmıştı. İlk kez tırmandığı bu dağı, benim dağım deyip sahiplenmiş, dağın bütün yamaçlarından her mevsimde tırmanarak, hâkimiyetini bir anlamda kayıt altına almıştı. Ancak dağı tanımak yetmemişti Tamer’e. Doktor olmanın meraklı, araştırmacı gücü onu bitkileri öğrenmeye yöneltmiş, üstelik son yıllarda bu tutkusunu sadece sanrılandırıcı bitkilere ve mantarlara yoğunlaştırmıştı. Bütün kültürlerde bu tür bitkilerin nasıl kullanıldığını, hangi amaçlara hizmet ettiklerini, sonuçların neler olduğunu ve beşeri değerlerini de araştırıyordu bir yandan. Her mevsim gelebildiği kadar dağına geliyor, topladığı örnekleri bir bilim adamı titizliğinde etiketliyor, kaydediyor, kimilerini kurutuyor, bazı emin olamadığı örnekleri de üniversitenin botanik bölümüne gönderiyordu. Ama kimsenin bilmediği bir de sır saklıyordu Tamer; bu bitkilerden elde ettiği tüm özsuları, meyveleri, çayları, sakızları küçük dozlar halinde kendi üzerinde deniyor, sonuçlarını, gördüğü sanrıları, rüyaları günlüğüne aktarıyordu.

Zirveye yakın bir noktayı kamp kurmak için uygun bulunca yürüyüşünü sonlandırdı ve batıya bakan geniş bir kayanın üzerine kampını kurdu. Ormanın içinde olmasına karşın kaya büyükçe bir balkon gibi ileri doğru çıkmış, aşağısı da kayalık olduğundan orman buraya kadar ilerleyememiş, dağın bu yüzünde neredeyse tüm ovayı gören kocaman bir pencere açılmıştı. Bulunduğu noktadan biraz gözlerini kısıp baksa, biraz da yeryüzü yardım etse Ege Denizi görünecek gibiydi. Burayı sevmişti, neden daha önce bulamadığı geçti aklından. Sonra birkaç gün burada kalmaya karar verdi; kalan suyuna baktı, yetmezdi. Basit, küçük pınarlar aramak için yürüyüşe çıktı. Kampına yaklaşık bir kilometre kuzeyde ve daha aşağıda bir yerde aradığı suyu bulunca kalabileceği için sevindi. Gece için bol miktarda odun topladı, bir ateş yaktı ve yiyecek bir şeyler hazırlamadan önce güneşin, kızıl ışıklarıyla önündeki ovayı yıkayarak batışını izledi. Yemek yedi, gelirken topladığı adaçayı, kekik ve kantaronlarla çay yaptı ve küresel konum belirleme cihazını açıp bulunduğu noktayı hafızaya kaydetti. Bir kukumav sakince uçup biraz ilerdeki ağaca kondu ve o bilinen seslenişini yaptı. Selamını aldı. Ateşin büyülü saçları gözünü almış, gün boyu susturduğu iç sesi konuşmaya başlamıştı. Yorgun olmasına karşın oğlundan kalan çokbilmiş çocuk cümleleri zaman zaman araya giriyor, kiminde ilkokulda yaptığı mahalle kavgalarını, ardından Dr. Asım Beyden yediği sopaları, gülümseyerek hatırlıyordu. Uyku giderek gözkapaklarını ağırlaştırınca, çadırına girip bu sır dolu doğanın kucağına bıraktı kendini.

Ertesi sabah güneş doğmadan uyandı, güneşin doğuşunu izleyebilir miyim diye çevresine bakındı ama bu manzarayı görebilecek konuma kadar yürüyeceği zaman diliminde güneş çoktan doğmuş olacaktı. Biraz canı sıkıldı ama umursamadı öyle çok. Geceden kalan ateşin içinde birkaç köz bulup açığa çıkardı, üzerine bir iki ince dal koyup yeni bir ateş canlandırdı. Su ısıtıp, dünden kalan otlarla çay yaptı, bir şeyler yedi.

Gece boyu sürdüğünü sandığı bir düşü hatırladı, ateşe bakarken. Düşünde, rüzgârla titreyen, upuzun, sık otların arasında yüzyıl kadar geçmişte uyanmıştı ve başını kaldırıp çevresine baktığında kıpkırmızı bir gelincik tarlasında bulmuştu kendisini. Üzerinde asker kıyafetleri olduğunu görüyordu. Tüfeğine yaslanıp doğrulmuş, ayağa kalkmıştı. Tam o sırada gelincik tarlasındaki tüm gelincikler birer askere dönüşmüş ve korkunç bir savaş başlatmışlardı. Her yerden mitralyöz, havan ve top sesleri geliyor, askerler vurulup düşüyor, top mermileri askerleri parçalara ayırıp, etrafa gelincikler dağıtıyordu. Gelincik askerleri bir tepeden diğerine taarruz ediyor, karşılarındaki gelincik askerleri de onları geri püskürtüyordu. Ortasından deniz geçen bir boğazın iki yakasında kan ve barutla yazılıyordu savaşın en korkunç tarihi. Birden vurulduğunu anlayıp, karnını tuttu iki eliyle. Bir mitralyözle ortadan ikiye biçilmişti. İç organlarını yerinde tutmaya çalışırken oluk gibi akan kan, yere düşmeden küçük kırmızı gelinciklere dönüşüyordu. Ölmüştü. Nasıl olduğunu anlamasa bile ölmüş olduğunu biliyordu. Yerde yatan kendi cesedini gördü bir an ama hemen kayboldu gördükleri. Vurulup düşen öteki askerleri aradı gözleri, oysa görebildiği sadece titreşen gelinciklerdi.

Kafası karışmıştı. Bu kadar gelinciğe bir anlam veremedi ama düşünmeden de duramadı. Sonra o yaz tatillerini hatırladı yine, dedesinin Çanakkale’deki çiftliğinde geçen. Bir an gözünün önünden, çıplak tarlalarda yağmurdan sonra gümüş sikkeler gibi parıldayan mermi çekirdekleri geçti. Yol boyunca anımsadığı çocukluğunun içinde silik bir anı olarak kalmıştı bu.

Güneş doğdu. Kuşlar şarkılarını söylerken, çiy taneleri de ısınan havaya direnemeyip buharlaşmaya başladılar. Belli belirsiz bir pus kapladı dağı. Ateşi sönmeye bıraktı, mataralarını ve av bıçağını da bir önlem olarak yanına aldı ve su kaynağına doğru yürümeye başladı. Bu güne kadar vahşi hayvanlarla karşılaştıysa da hemen hepsi bu tekinsiz yaratıktan uzak durmayı tercih etmişti; yıllar önce karşılaştığı engerek hariç. Kaynağa vardığında çevreyi inceledi, birkaç hayvana ait izler gördü, kabaca geldikleri ve gittikleri yönleri, sayılarını ve hangi hayvanlara ait olduğunu anlamaya çalıştı. Bir kayaya oturdu, biraz su içti, ormanın sabah kokusunu derin bir nefesle ciğerlerine doldurdu. Kampına döndü ve çantasında bulabildiği naylon torbaları buruşturup cebine doldurdu. Gelirken yolu üzerinde gördüğü defnelere doğru aşağı inmeye başladı. Yaklaşık bir saat yürüdükten sonra ulaştı defnelere. Torbalarını defne yapraklarıyla doldurdu, iki tane de büyükçe dal kesti av bıçağıyla ve ince bir sicimle kollarından ve ensesinden geçirerek omuzlarının hemen arkasına bağladı bu dalları. Biraz çabayla bu dalları tutup kollarını yana açsa, kocaman bir melek gibi görünecekti uzaktan.

Kampa döndüğünde, sırtında taşıdığı defne dallarını bir kol uzunluğunda kısa parçalara böldü ve bir kısmını sicimle bağlayıp bir süpürge yaptı ve bununla ateşin çevresindeki genişçe bir alanı dikkatlice süpürdü. Süpürmeye ateşin hemen yanından başlayıp dışa doğru bir ışınsal yörünge izliyor ve bittiği yerin ateşin çevresinde tam bir daire oluşturmasına dikkat ediyordu. İşi bittiğinde ateşin çevresinde bir kısmı uçuruma denk gelen bir dairenin üçte ikisi kadar bir çember oluşturmuştu. Torbalarındaki defne yapraklarını temizlediği alana dikkatlice boşalttı ve dışarıda kalan tüm eşyalarıyla birlikte torbaları da çadırının içine koydu. Yaprakları kendi boyuna uyacak biçimde bir yatak gibi ateşin karşısına, kuzey güney doğrultusunda yerleştirdi ve ayırdığı dal parçalarını yastık niyetine başucuna koydu. Ateşi yeniden alevlendirdi. Gün öğleye doğru ilerliyordu. Çevreyi süpürmek için kullandığı süpürgeyi bozdu ve yaprakları teker teker dallarından sıyırıp ateşe attı. Yoğun bir duman oluştu defne kokan, elindeki dal parçalarını da uzattı ateşe doğru. Çırılçıplak kalana dek üzerindekileri çıkarmaya başladı ve giysilerini de çadıra koydu. Defne yatağının üzerine oturup ilk yardım çantası yaptığı küçük, fermuarlı bir çantayı açtı. Çantanın içinden minik plastik bir kutu daha çıkardı, açtı. Üç silahşorlar diyordu onlara; dört farklı ilaç ampulü vardı ve üzerlerinde ne olduklarını kolayca anlamasını sağlayacak sarı, siyah, mavi ve kırmızı bantlar yapıştırılmıştı; Adrenalin, Atropin Sülfat, Kortizon ve Morfin. Olası bir acil durum için kutunun yanına iki adet de enjektör koydu. Çantadan bir de teneke şeker kutusu çıkardı, içindeki şekere benzeyen drajeleri gözleriyle saydı ve iki tanesini yuttu. Evindeki basit laboratuvarında hazırladığı bu şeker taneleri, bileşimini yalnızca kendisinin bildiği sanrılandırıcı bitki ve mantarlarla hazırlanmıştı.

Defne yatağının zeminini örtecek kadar yaprağı yüzeyde bıraktı, kalanı da yatağa uzandıktan sonra bedenini tamamen örtecek biçimde ayaklarından başlayıp boynuna kadar üstüne serdi. Garip bir sıcaklık hissediyordu, sanki derisi soğuyor, içi yanıyor gibiydi. Gökyüzüne bakarken tam tepesinde güneşi gördü ve birden uykuya daldı. Bir çıngıraklı yılanla az önce yaktığı ateşin başında oturuyordu. Yılanın davranışları bizim bildiğimiz kadarıyla saldırgan gibi görünse de o bunun yılanın doğasından kaynaklandığını ve niyetinin saldırmak olmadığını hissedebiliyordu. Yılana “Merhaba” dedi, yılan da ona selam verdi ve bu dağda ne aradığını sordu nazikçe.

“Kendimi” dedi ve uyandı.

Güneş batmak üzereydi. Hemen kendini kabaca gözden geçirdi, hiç kıpırdamamış, üzerinden tek bir yaprak bile düşmemişti. Doğruldu ve ateşe baktı; sönmüş görünüyordu. Batmakta olan Güneşe baktı, gözleri yandı, kavruldu ışığıyla, başına balyozlarla vurdu Güneş. Başını öne eğip ellerinin arasına aldı sıktı bir süre, sonra gevşetti ellerini ama hala bakamıyordu gücünü aldığı tek enerji kaynağına. Ortalık biraz daha karardı, Güneş battı ve tam doğrulacakken bir baykuş keskin bir çığlık atıp sol yanından hızla geçti ve birkaç metre uzağında yere kondu. Üşüyordu ve ateşi canlandırmalıydı; yedekteki odunlarını tek tek ateşe yerleştirdi ve dipteki közleri üflemeye başladı. Olmadı, ateş itaat etmiyordu. Birden ateşin yanında soluna doğru yana düştü ve bazı odun parçalarına bakarken buldu kendini. Kabuklarını gördü ve ateşini canlandıracak bu kabukları hayalinde soydu odunların gövdesinden. Aynı anda o baykuşun keskin çığlığıyla kendine geldi. Doğruldu, kabukları soydu odunların gövdesinden ve sıradan bir işi yapıyormuş gibi ateşin merkezine yerleştirip tutuşturmayı başardı. Işık gözlerini yeniden yaktı ve hızla geri kaçtı ateşten, yaprak yatağına sığındı. Baykuş bu kez sağ tarafına doğru uçmuş, keskin çığlığıyla tekrar uyarmıştı onu. Artık bu baykuşu görmek istemediğini düşündü ve şeker kutusundan bir draje daha attı ağzına. Birkaç dakika içinde yeniden uykuya daldı yaprak yatağında.

Birkaç saniye sonra uyandı.

Uyandığının farkında bile olamadan gözlerini zifiri karanlığa açtı. Ay batmıştı ve onlarca parlak göz kendisine bakıyordu. Gözler sağdan sola, soldan sağa dönüşler yaptığı gibi, soldan sağa ya da tam tersi yönde yarım daireler çizerek onu inceliyordu. Arada bir bazıları kısılıyor ama göz kalabalığından belli belirsiz, garip sesler geliyordu bu kez de. Kısa bir süre sonra kendine geldi, ayağa kalktı ve “Günaydın” dedi ışıldayan gözlere. Ormanın baykuş nüfusunun neredeyse yarısı kampını çevirmişti. Sağındaki gölgeye dönüp “Hadi” anlamında başıyla bir işaret yaptı ve onunla birlikte karanlığın içinde gözden kayboldu.

Arama kurtarma ekipleri iki hafta dağın altını üstüne getirdiler ama Dr. Tamer Bıçaksız’ı hiçbir yerde bulamadılar. Kenan da onun eşyalarını bulduğunda oldukça endişelenmiş ve ısrarla arama, kurtarma çalışmalarının sürdürülmesini istemişti. O yoğun kaygının gölgesinde sırt çantasının ön gözünde günlüğünü buldu Tamer’in. Kapağını açtı ve kapağın içindeki ilk cümleyi sesli olarak okudu elinde olmadan;

“Kendi ölüm acımıza katlanabilmemiz ve yeniden doğmamız kolay değildir.

Pearls”

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder