Dr. Tamer Bıçaksız babasının mezar taşına biraz su döküp
ıslattıktan sonra, diğer taşları da hafifçe yıkadı ve birkaç yabani otu kopardı
mezarların üzerinden. Yılda bir kez gelir bu üç mezarı ziyaret eder,
temizlettirir; içinden konuşurdu onlarla. Bu ziyareti biraz daha farklıydı,
cebinden bir matara, çantasından da bir çay bardağı ve bir şişe su çıkarıp,
yarısına kadar rakı doldurdu matarasından ve üzerini suyla tamamladı. Kadehi
kaldırıp “Şerefe” dedikten sonra büyükçe bir yudum içti, kalanını da mezara
döktü. Toprağına dokunup,” Nasılsın” der gibi baktı;
Dr. Asım Bıçaksız
Doğumu 1925 / Ölümü 21 Nisan 2002.
Hemen yanında annesi Kevser Hanım yatıyordu, altmış iki
yaşında veda etmişti hayata, Asım Beyden yedi yıl önce, 1995’te. Babasının
sağında ise diğerlerine göre daha yeni bir taş duruyordu.
Asım Can Bıçaksız.
Doğumu 17 Mayıs 2000 / Ölümü 12 Kasım 2008.
Elini uzatıp saçlarını okşar gibi sevdi taşı… Sessizce
ağladı içinden. Hüngür hüngür; ama sessizce. Dünyalar yıkıldı; bütün günler,
mevsimler ağıtlarla doldu; mum oldu eridi; ateş oldu yandı, kül oldu, külünden
doğdu aynı acıya; göğsüne vura vura, paramparça ola ola; haykırarak; hıçkırarak
ağladı içinden; sessizce… Başını kaldırdı, bir baykuş gördü uçarken. “Can’ım
sana emanet” dedi içinden, yine sessizce.
Mezarlıktan çıkıp hemen yakınlarda rastgele seçtiği bir
mermerciye gitti. Kendi mezar taşının siparişini verdi. Taşa yazılacakları ve
nereye koyulacağını bir kâğıda aktardı ve ustanın eline sıkıştırdı parasıyla
birlikte;
Dr. Hasan Tamer
Bıçaksız
“Gelincik”
Doğumu: Dün /
Ölümü: Bugün.
Hayatın geride kalanına kocaman bir “Siktir” çekerek
ayrıldı mezarlıktan.
Arabasına bindi, gördüğü ilk markette durdu, bir hafta
yetecek kadar yiyecek aldı, su mataralarını doldurdu. Akşamın alacakaranlığında
yola çıktı. İçinden geçenlerin eşliğinde bazen görmediği bir yolu izleyerek
saatlerce araba sürdü. Sesler gidip geliyor, kiminde yol üzerindeki
manzaraların arka sesi oluyor, kiminde hararetli bir tartışmanın kazanan tarafı
oluyordu. Bu söylenmekten başka bir işe yaramayan karın ağrıları onu geçmişe
gömdükçe gömüyordu. Çocukluğunda dedesinin çiftliğinde yaşadığı yazlarda kalan
gelincik hikâyelerine takıldı kaldı bu akşam. Hani koparırsın da bakarken solar
ya; işte o gelincikler.
Anneannesi “Evladım koparma derdi; sadece çiçeğin kırmızı
yapraklarını topla; bak böyle” der, gösterirdi. “Gelecek sene de gelincik şurubu
yapacağız, koparma ki seneye de kalsınlar” derdi; “Koparma”. Ama o yine de
bildiğini okur, bir çocuğun elinden çıkmış beceriksiz gelincik demetleri
yapardı.
Dedesi evlik buğdaya gübre, ilaç atmazmış da her yabanisi
olurmuş buğdayın; deliceleri, gelincikleri, hardal otları, kır menekşeleri,
şevket-i bostanları, hindibaları, daha niceleri… Hepsi birden girermiş değirmenin
taşına da Hasan Bey gibi deli olurmuş o buğdayın ekmeği de. Ne korkardı bu
deliden...
Anneannesinin yardımcısı, Huriye, her gelincik toplamaya
gittiklerinde “Titregızım” derdi gelinciklere; nereden öğrendiyse. Huriye hep
“Her gelincik ölmeye doğar” derdi; ne de çabuk geçer giderlerdi tarlalardan,
sanki hep onu dinlerlermiş gibi. Huriye bir gariban, babası ölmüş çocukken,
anası bakmış altı kızana. Hasan Bey olmasa ne olurmuş ki halleri.
Altı saat hiç durmadan araba kullandı ve dağına giden yol
ayrımına geldiğinde ana yoldan çıkıp,
toprak bir yolda yaklaşık yarım saat daha gitti ve her zamanki yerine
park edip, dışarı çıktı. Yürüyüş botlarını ve rüzgâr ceketini giydi, sırt
çantasını yüklendi. Arabayı kilitleyip anahtarı sol ön tekerleğin üstüne,
çamurluğun hemen altına koydu. Cep telefonundan Orman İşletmesindeki arkadaşı
Kenan’a “Geldim” diye bir kısa mesaj gönderdi ve telefonunu kapattı. Bütün
bunları o kadar hızlı yaptı ki, sanki o kadar yolu hiç yorulmadan gelmişti.
Sabahın ilk saatlerinde başladığı yürüyüşünde ormanın serinliği boynunu ve
yüzünü tatlı tatlı üşütüyordu. Mayıs ayının bu güzel gecesinde gökyüzü temiz,
bulutsuz ve gösterişli bir mehtapla süslenmişti. Sağında Ege’ye ulaştığında
görkemli bir ırmak olacak Gediz nehrinin çay hali akıyordu, sakin
şırıltılarıyla.
Art arda birkaç baykuş sesi geldi farklı uzaklıklardan.
Yüzüne bir gülümseme yerleşti, içinden; “Karşılama komitesi de buradaymış, hoş
bulduk, hoş bulduk” dedi sessizce.
Oğlunu kaybettiği o trafik kazasından sonra kendini
toparlayamamış, karısıyla uzaklaşmışlar, bu iki kişilik yalnızlığı daha da
sürdüremeyeceklerini anladıklarında yollarını ayırmışlardı. Doktor olmanın
sağladığı kolaylıklarla başlarda epeyce sakinleştirici kullanmış, sonraları
yetmez olunca bunu sakinleştirici kokteyllerine dönüştürmüştü. Günlük yaşamı
dibe vurmaya başladığında çözümün ilaçlarda değil de, yollarda olduğunu
düşünerek acılarının, korkularının izini sürmeye başlamıştı bu yolculuklarında.
İçindeki dağı keşfetmiş, onunla barışmak için de bu yolculukları sıkça yapar
olmuştu. Gitmedik dağ bırakmamıştı ama en çok burayı sevmiş, yüreği burada
huzur bulmuştu.
Ay ışığı yürümeyi kolaylaştırıyordu. Bir ara durup akan
suya baktı, sessizce selamladı onu. Yolu üzerinde birkaç kez geçmek zorunda
olduğu bu ırmağa koşulsuz bir saygısı vardı.
Sol gözünün bakış açısı içinde kalan bir hareket
hissetti. Dönüp baktı, her şey olağan görünüyordu. Yürümeye devam etti.
Solundaki gölge de onunla birlikte hareket ediyordu. Durdu. Sol taraftaki
çalıları, ağaçları gözden geçirdi dikkatlice. Yürüyüşe geçtiği anda solundaki
karaltı yeniden ortaya çıktı. Fark ettiğinde bir süre ne olduğunu anlamak
amacıyla durmadı ve göz ucuyla bu gizemli karaltıyı izledi. Yeşil bir yağmurluk
giymiş ve kapüşonunu başına geçirmiş, kendi boylarında ve ondan daha genç bir
adama benziyordu gölge. Bir süre daha birlikte yürüdüler. Derken; ani bir
kararla durup, hızla gölgeye döndü ve üzerine yürüdü. Birbirlerine doğru bir
adım attılar…
Ve birden kayboldu karaltı.
Belinden boynuna doğru yükselen bir titreme hissetti ve
bu boynunda sertleşen ve giderek artan ağrılı bir hareketsizliğe dönüştü,
elleri ayakları boşaldı birden. Korkmuş muydu? Hem de ölesiye. Çantasından kafa
lambasını çıkardı. Ay önündeydi, kendi gölgesini takip edip etmediğine baktı.
Hayır, sıra dışı bir şey vardı, içinden geçen sesler de onaylıyordu bunu. Hatta
neler geçmiyordu ki içindeki sesler ırmağından. Kafa lambasını açtı ve yürümeye
devam etti. Sol tarafında bir hareket hissetti ama aynı zamanda sağında, ırmak
kenarındaki çalılıklardan gelen, çıtırtıları duydu. Aynı anda iki yere birden
bakamayacağı için durdu ve seslerin geldiği çalılıkları izledi. Hiçbir şey
yoktu. Hızla sola döndü, bir karaltı aniden geri çekildi. Aynı anda çalılıklar
bir kez daha kımıldadı. Durdu. Sırt çantasını çıkardı, yere koydu. Yedek el
fenerini de çıkardı ve sol tarafındaki her şeyi tek tek gözden geçirdi, sağına
döndü ve aynı şeyi tekrarladı. Solundaki karaltıyı yeniden fark etti, sağındaki
çalılıklar ise şiddetli bir rüzgâra yakalanmış gibi titreyip oynaşmaya başladı.
Tam o sırada tepesinde bir baykuş öttü…
Her şeyden vazgeçip dizlerinin üzerine çöktü. Sonunu
kabullenerek rahatladı ve gelecek olan “Şey”i beklemeye başladı.
Son böyle bir şey olmalıydı, seçeneklerin tükendiği,
yolların sona erdiği, artık umursanacak bir şeyin kalmadığı, yarım kalmış
işlerin yarım kaldığı ve asla bitirilemeyeceği farklı bir dünya. Nereden
geleceğinin önemini yitirdiği bir ölüm, acıların değersizleştiği bir durum,
kendine acımanın bile tükendiği ama ölüyor olmanın ümitsiz varoluşu. Yeter
artık “Geliyorsa gelsin” dediğin, korku çıkmazlarının bittiği yer. Tükenişin
birinci evresi ve “Neden ben” ve “Neden şimdi” sorularının yanıtsız pazarlık
girişimleri.
Kendisini yararsız, ezilmiş hissetmesine karşın bütün bu
olup bitenlerin mantıklı bir açıklaması olduğuna emindi. Zaten hiçbir şey
olmadı. Birkaç derin nefes aldıktan sonra toparlandı, kendine geldi, sırt
çantasını yüklenirken sırt çantasının sol kemerine sıkışmış yeşil bir yaprak fark
etti ve göz ucuyla bakınca yağmurluklu adamını gördü. Gülümsedi…
Yürümeye devam etti. Sakin geçen bir saatlik yürüyüşün
ardından kamp kurmak için uygun olan bir yer bulunca çadırını kurdu ve biraz
odun toplayıp ateş yaktı. Hazırladığı sallama çayın eşliğinde, biraz önce
yaşadıklarını ayrıntılarıyla aktardı günlüğüne.
Ertesi sabah erkenden uyandı. Çevresini incelerken birkaç
ağacın bulunduğu kocaman ve kıpkırmızı bir gelincik tarlasında buldu kendini.
“Kan çekiyor” dedi kendi kendine. Kahvaltısını yaptıktan sonra dün gece
günlüğüne yazdığı ayrıntılı notların üzerine baştan aşağı bir çarpı işareti
çizdi ve ”Dün gece su perileriyle dans ettim.” yazdı. Ardına da şunları ekledi;
“Korkularımız, onları tanımlayıp adlandırdığımız sürece,
eğitebileceğimiz duygularımızdır.”
Kampını topladı ve zirveye doğru yola çıktı. Yürüyüş
sırasında iç seslerini susturmaya çalışarak dikkatini yola ve çevresine vermeye
çalışırdı. Zaman içerisinde bu alıştırmayı yapmakta oldukça ustalaşmış, içsel
sessizliği dünyayı farklı bir gözle algılamasını sağlamıştı.
Dağın bu yüzündeki orman sınırı neredeyse zirveyi
zorlayacak yüksekliklere çıkıyordu. İlk kamp yerinden itibaren yer yer
açıklıklardan geçse de sürekli orman içerisinde yol almıştı. Yükseldikçe
çevresindeki bitki örtüsü değişmeye, fakirleşmeye başlamış, geceyi geçirdiği
çay kenarındaki düzlükte rastladığı gelincikler, karabaşlar, düğünçiçekleri ve
diğerleri gözden kaybolmuş, yerini daha sert, kalın yapraklı, dikenli çalılar
almıştı. Yine de dikkatle bakınca bir kayanın dibinde, bir çalının gölgesinde
ters laleler, yabani sümbüller ara sıra göz kırpıyordu bu garip yolcuya.
Yürüyüşünün dördüncü saatinde dinlenebileceği uygun bir
yer bulup sırt çantasını yere koydu ve yiyecek bir şeyler çıkardı. Sırtını bir
ağaca dayayıp biraz atıştırdı, su içti. Çevresine bakındı inceleyen, sorgulayan
gözlerle. Uzaklarda bir orman kartalı sakince süzülüyordu.
Kenan tekerleğin üzerindeki anahtarı aldı, kendisini
getiren aracın sürücüsüne teşekkür ederim anlamında elini salladı ve arabayı
çalıştırıp, ilçeye götürdü, Orman İşletmesinin bahçesine park etti. Üniversite
yıllarından tanışıyorlardı. Birbirleriyle iyi anlaşmış, daha o yıllarda sıkı
dost olmuşlar, yıllar içinde de bağlarını koparmamışlardı. Tamer oğlunu
kaybettiğinde dağılmaya başlayınca, Kenan ona dağları tanıştırmıştı. İlk kez
tırmandığı bu dağı, benim dağım deyip sahiplenmiş, dağın bütün yamaçlarından
her mevsimde tırmanarak, hâkimiyetini bir anlamda kayıt altına almıştı. Ancak
dağı tanımak yetmemişti Tamer’e. Doktor olmanın meraklı, araştırmacı gücü onu bitkileri
öğrenmeye yöneltmiş, üstelik son yıllarda bu tutkusunu sadece sanrılandırıcı
bitkilere ve mantarlara yoğunlaştırmıştı. Bütün kültürlerde bu tür bitkilerin
nasıl kullanıldığını, hangi amaçlara hizmet ettiklerini, sonuçların neler olduğunu
ve beşeri değerlerini de araştırıyordu bir yandan. Her mevsim gelebildiği kadar
dağına geliyor, topladığı örnekleri bir bilim adamı titizliğinde etiketliyor,
kaydediyor, kimilerini kurutuyor, bazı emin olamadığı örnekleri de
üniversitenin botanik bölümüne gönderiyordu. Ama kimsenin bilmediği bir de sır
saklıyordu Tamer; bu bitkilerden elde ettiği tüm özsuları, meyveleri, çayları,
sakızları küçük dozlar halinde kendi üzerinde deniyor, sonuçlarını, gördüğü
sanrıları, rüyaları günlüğüne aktarıyordu.
Zirveye yakın bir noktayı kamp kurmak için uygun bulunca
yürüyüşünü sonlandırdı ve batıya bakan geniş bir kayanın üzerine kampını kurdu.
Ormanın içinde olmasına karşın kaya büyükçe bir balkon gibi ileri doğru çıkmış,
aşağısı da kayalık olduğundan orman buraya kadar ilerleyememiş, dağın bu
yüzünde neredeyse tüm ovayı gören kocaman bir pencere açılmıştı. Bulunduğu
noktadan biraz gözlerini kısıp baksa, biraz da yeryüzü yardım etse Ege Denizi
görünecek gibiydi. Burayı sevmişti, neden daha önce bulamadığı geçti aklından.
Sonra birkaç gün burada kalmaya karar verdi; kalan suyuna baktı, yetmezdi.
Basit, küçük pınarlar aramak için yürüyüşe çıktı. Kampına yaklaşık bir
kilometre kuzeyde ve daha aşağıda bir yerde aradığı suyu bulunca kalabileceği
için sevindi. Gece için bol miktarda odun topladı, bir ateş yaktı ve yiyecek
bir şeyler hazırlamadan önce güneşin, kızıl ışıklarıyla önündeki ovayı
yıkayarak batışını izledi. Yemek yedi, gelirken topladığı adaçayı, kekik ve
kantaronlarla çay yaptı ve küresel konum belirleme cihazını açıp bulunduğu
noktayı hafızaya kaydetti. Bir kukumav sakince uçup biraz ilerdeki ağaca kondu
ve o bilinen seslenişini yaptı. Selamını aldı. Ateşin büyülü saçları gözünü
almış, gün boyu susturduğu iç sesi konuşmaya başlamıştı. Yorgun olmasına karşın
oğlundan kalan çokbilmiş çocuk cümleleri zaman zaman araya giriyor, kiminde
ilkokulda yaptığı mahalle kavgalarını, ardından Dr. Asım Beyden yediği
sopaları, gülümseyerek hatırlıyordu. Uyku giderek gözkapaklarını
ağırlaştırınca, çadırına girip bu sır dolu doğanın kucağına bıraktı kendini.
Ertesi sabah güneş doğmadan uyandı, güneşin doğuşunu
izleyebilir miyim diye çevresine bakındı ama bu manzarayı görebilecek konuma
kadar yürüyeceği zaman diliminde güneş çoktan doğmuş olacaktı. Biraz canı
sıkıldı ama umursamadı öyle çok. Geceden kalan ateşin içinde birkaç köz bulup
açığa çıkardı, üzerine bir iki ince dal koyup yeni bir ateş canlandırdı. Su
ısıtıp, dünden kalan otlarla çay yaptı, bir şeyler yedi.
Gece boyu sürdüğünü sandığı bir düşü hatırladı, ateşe
bakarken. Düşünde, rüzgârla titreyen, upuzun, sık otların arasında yüzyıl kadar
geçmişte uyanmıştı ve başını kaldırıp çevresine baktığında kıpkırmızı bir
gelincik tarlasında bulmuştu kendisini. Üzerinde asker kıyafetleri olduğunu
görüyordu. Tüfeğine yaslanıp doğrulmuş, ayağa kalkmıştı. Tam o sırada gelincik
tarlasındaki tüm gelincikler birer askere dönüşmüş ve korkunç bir savaş
başlatmışlardı. Her yerden mitralyöz, havan ve top sesleri geliyor, askerler
vurulup düşüyor, top mermileri askerleri parçalara ayırıp, etrafa gelincikler
dağıtıyordu. Gelincik askerleri bir tepeden diğerine taarruz ediyor,
karşılarındaki gelincik askerleri de onları geri püskürtüyordu. Ortasından
deniz geçen bir boğazın iki yakasında kan ve barutla yazılıyordu savaşın en
korkunç tarihi. Birden vurulduğunu anlayıp, karnını tuttu iki eliyle. Bir
mitralyözle ortadan ikiye biçilmişti. İç organlarını yerinde tutmaya çalışırken
oluk gibi akan kan, yere düşmeden küçük kırmızı gelinciklere dönüşüyordu.
Ölmüştü. Nasıl olduğunu anlamasa bile ölmüş olduğunu biliyordu. Yerde yatan
kendi cesedini gördü bir an ama hemen kayboldu gördükleri. Vurulup düşen öteki
askerleri aradı gözleri, oysa görebildiği sadece titreşen gelinciklerdi.
Kafası karışmıştı. Bu kadar gelinciğe bir anlam veremedi
ama düşünmeden de duramadı. Sonra o yaz tatillerini hatırladı yine, dedesinin
Çanakkale’deki çiftliğinde geçen. Bir an gözünün önünden, çıplak tarlalarda
yağmurdan sonra gümüş sikkeler gibi parıldayan mermi çekirdekleri geçti. Yol
boyunca anımsadığı çocukluğunun içinde silik bir anı olarak kalmıştı bu.
Güneş doğdu. Kuşlar şarkılarını söylerken, çiy taneleri
de ısınan havaya direnemeyip buharlaşmaya başladılar. Belli belirsiz bir pus
kapladı dağı. Ateşi sönmeye bıraktı, mataralarını ve av bıçağını da bir önlem
olarak yanına aldı ve su kaynağına doğru yürümeye başladı. Bu güne kadar vahşi
hayvanlarla karşılaştıysa da hemen hepsi bu tekinsiz yaratıktan uzak durmayı
tercih etmişti; yıllar önce karşılaştığı engerek hariç. Kaynağa vardığında
çevreyi inceledi, birkaç hayvana ait izler gördü, kabaca geldikleri ve
gittikleri yönleri, sayılarını ve hangi hayvanlara ait olduğunu anlamaya
çalıştı. Bir kayaya oturdu, biraz su içti, ormanın sabah kokusunu derin bir
nefesle ciğerlerine doldurdu. Kampına döndü ve çantasında bulabildiği naylon torbaları
buruşturup cebine doldurdu. Gelirken yolu üzerinde gördüğü defnelere doğru
aşağı inmeye başladı. Yaklaşık bir saat yürüdükten sonra ulaştı defnelere.
Torbalarını defne yapraklarıyla doldurdu, iki tane de büyükçe dal kesti av
bıçağıyla ve ince bir sicimle kollarından ve ensesinden geçirerek omuzlarının
hemen arkasına bağladı bu dalları. Biraz çabayla bu dalları tutup kollarını
yana açsa, kocaman bir melek gibi görünecekti uzaktan.
Kampa döndüğünde, sırtında taşıdığı defne dallarını bir
kol uzunluğunda kısa parçalara böldü ve bir kısmını sicimle bağlayıp bir
süpürge yaptı ve bununla ateşin çevresindeki genişçe bir alanı dikkatlice
süpürdü. Süpürmeye ateşin hemen yanından başlayıp dışa doğru bir ışınsal
yörünge izliyor ve bittiği yerin ateşin çevresinde tam bir daire oluşturmasına
dikkat ediyordu. İşi bittiğinde ateşin çevresinde bir kısmı uçuruma denk gelen
bir dairenin üçte ikisi kadar bir çember oluşturmuştu. Torbalarındaki defne
yapraklarını temizlediği alana dikkatlice boşalttı ve dışarıda kalan tüm
eşyalarıyla birlikte torbaları da çadırının içine koydu. Yaprakları kendi
boyuna uyacak biçimde bir yatak gibi ateşin karşısına, kuzey güney
doğrultusunda yerleştirdi ve ayırdığı dal parçalarını yastık niyetine başucuna
koydu. Ateşi yeniden alevlendirdi. Gün öğleye doğru ilerliyordu. Çevreyi
süpürmek için kullandığı süpürgeyi bozdu ve yaprakları teker teker dallarından
sıyırıp ateşe attı. Yoğun bir duman oluştu defne kokan, elindeki dal
parçalarını da uzattı ateşe doğru. Çırılçıplak kalana dek üzerindekileri
çıkarmaya başladı ve giysilerini de çadıra koydu. Defne yatağının üzerine
oturup ilk yardım çantası yaptığı küçük, fermuarlı bir çantayı açtı. Çantanın
içinden minik plastik bir kutu daha çıkardı, açtı. Üç silahşorlar diyordu
onlara; dört farklı ilaç ampulü vardı ve üzerlerinde ne olduklarını kolayca
anlamasını sağlayacak sarı, siyah, mavi ve kırmızı bantlar yapıştırılmıştı;
Adrenalin, Atropin Sülfat, Kortizon ve Morfin. Olası bir acil durum için
kutunun yanına iki adet de enjektör koydu. Çantadan bir de teneke şeker kutusu
çıkardı, içindeki şekere benzeyen drajeleri gözleriyle saydı ve iki tanesini
yuttu. Evindeki basit laboratuvarında hazırladığı bu şeker taneleri, bileşimini
yalnızca kendisinin bildiği sanrılandırıcı bitki ve mantarlarla hazırlanmıştı.
Defne yatağının zeminini örtecek kadar yaprağı yüzeyde
bıraktı, kalanı da yatağa uzandıktan sonra bedenini tamamen örtecek biçimde
ayaklarından başlayıp boynuna kadar üstüne serdi. Garip bir sıcaklık
hissediyordu, sanki derisi soğuyor, içi yanıyor gibiydi. Gökyüzüne bakarken tam
tepesinde güneşi gördü ve birden uykuya daldı. Bir çıngıraklı yılanla az önce
yaktığı ateşin başında oturuyordu. Yılanın davranışları bizim bildiğimiz
kadarıyla saldırgan gibi görünse de o bunun yılanın doğasından kaynaklandığını ve
niyetinin saldırmak olmadığını hissedebiliyordu. Yılana “Merhaba” dedi, yılan
da ona selam verdi ve bu dağda ne aradığını sordu nazikçe.
“Kendimi” dedi ve uyandı.
Güneş batmak üzereydi. Hemen kendini kabaca gözden
geçirdi, hiç kıpırdamamış, üzerinden tek bir yaprak bile düşmemişti. Doğruldu
ve ateşe baktı; sönmüş görünüyordu. Batmakta olan Güneşe baktı, gözleri yandı,
kavruldu ışığıyla, başına balyozlarla vurdu Güneş. Başını öne eğip ellerinin
arasına aldı sıktı bir süre, sonra gevşetti ellerini ama hala bakamıyordu
gücünü aldığı tek enerji kaynağına. Ortalık biraz daha karardı, Güneş battı ve
tam doğrulacakken bir baykuş keskin bir çığlık atıp sol yanından hızla geçti ve
birkaç metre uzağında yere kondu. Üşüyordu ve ateşi canlandırmalıydı; yedekteki
odunlarını tek tek ateşe yerleştirdi ve dipteki közleri üflemeye başladı.
Olmadı, ateş itaat etmiyordu. Birden ateşin yanında soluna doğru yana düştü ve
bazı odun parçalarına bakarken buldu kendini. Kabuklarını gördü ve ateşini
canlandıracak bu kabukları hayalinde soydu odunların gövdesinden. Aynı anda o
baykuşun keskin çığlığıyla kendine geldi. Doğruldu, kabukları soydu odunların
gövdesinden ve sıradan bir işi yapıyormuş gibi ateşin merkezine yerleştirip
tutuşturmayı başardı. Işık gözlerini yeniden yaktı ve hızla geri kaçtı ateşten,
yaprak yatağına sığındı. Baykuş bu kez sağ tarafına doğru uçmuş, keskin
çığlığıyla tekrar uyarmıştı onu. Artık bu baykuşu görmek istemediğini düşündü
ve şeker kutusundan bir draje daha attı ağzına. Birkaç dakika içinde yeniden
uykuya daldı yaprak yatağında.
Birkaç saniye sonra uyandı.
Uyandığının farkında bile olamadan gözlerini zifiri
karanlığa açtı. Ay batmıştı ve onlarca parlak göz kendisine bakıyordu. Gözler
sağdan sola, soldan sağa dönüşler yaptığı gibi, soldan sağa ya da tam tersi
yönde yarım daireler çizerek onu inceliyordu. Arada bir bazıları kısılıyor ama
göz kalabalığından belli belirsiz, garip sesler geliyordu bu kez de. Kısa bir
süre sonra kendine geldi, ayağa kalktı ve “Günaydın” dedi ışıldayan gözlere.
Ormanın baykuş nüfusunun neredeyse yarısı kampını çevirmişti. Sağındaki gölgeye
dönüp “Hadi” anlamında başıyla bir işaret yaptı ve onunla birlikte karanlığın
içinde gözden kayboldu.
Arama kurtarma ekipleri iki hafta dağın altını üstüne
getirdiler ama Dr. Tamer Bıçaksız’ı hiçbir yerde bulamadılar. Kenan da onun
eşyalarını bulduğunda oldukça endişelenmiş ve ısrarla arama, kurtarma
çalışmalarının sürdürülmesini istemişti. O yoğun kaygının gölgesinde sırt
çantasının ön gözünde günlüğünü buldu Tamer’in. Kapağını açtı ve kapağın içindeki
ilk cümleyi sesli olarak okudu elinde olmadan;
“Kendi
ölüm acımıza katlanabilmemiz ve yeniden doğmamız kolay değildir.
Pearls”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder