Bavulunun
tekerleri Arnavut kaldırımlarıyla sevişirken, lacivert gece saçlarını turuncuya
boyuyordu. Tanrı’nın ciğerlerinden çıkan havaya İzmir’de meltem derlerdi.
Saçlarını tanrının neyzen nefesi savurduğu bir sabah sen şehri terk ediyordun Tanrı
beni dövmüştü ve benim gücüm Tanrı’ya yetmedi. Ağlaya ağlaya Tanrı’yı Tanrının
babasına şikayet ettim. Kader ile keder arasında tek harflik bir fark nasıl ve ne
kadar fark yaratabilirdi ki? Annesiz bıraktığım bu aşkı emzirebilmek için
bileklerimi kestim. Kırmızı şarap döktüm Edgar Allan Poe şiirlerinin üzerine.
Yüreğimde Gustav Klimt sarısı… Fonda Fahir Atakoğlu’nun Nazım ile Piraye
bestesi…
Rimellerine
akrep sürmüştün ve ben ilelebet hapsoldum Kız kulesinin orta yerinde. Sabahtı… Nefes
borusuna cisim kaçmış gibi morarmıştı İstanbul… İstanbul mor, Galata Kulesi
mor, Çırağan Turuncu’ya bulanmış sensiz ıssız bir y’okyanusun ortasındayım. Pusulasız,
haritasız bir Piri Reis gibi… Mürettebatsız…
Bir
Eylül sabahıydı çok iyi hatırlarım. Saat
sabah altıyı çeyrek geçiyordu. Dondurmalar bile alev alevdi siluetimin yanında.
Sen Feribotla karşıya geçiyordun belki o sıra. Ben boş satırlar akıtıyordum
yağlı boya tablolarına
Elini
bile tutamadığım aşk! Artık aramızda kaç metreküp su, kaç dönüm arazi var? Kaç
bulut? Kaç insan? Kaç dakika önce doğar güneş senin şehrinde? İnsanlar ayçiçekleri
gibi döner mi yüzünü güneşe? senin şehrinde…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder