18 Mayıs 2016 Çarşamba

Abi Beni Neden Öldürdünüz? / Erhan Sertbaş


Abi Beni Neden Öldürdünüz?

Sarının bütün tonlarıyla olmasa bile, tek tük kalmış yeşilliklerin sarıya dönme endişesiyle geldi yaz bozkıra. Issızlığın ortasındaki birkaç ağaç dışında sarı, tarlalara, otlaklara, yol kenarlarına elinden gelen her canlı tonunu bulaştırmıştı. Yılanlar ikinci derilerini değiştirmiş, çay kenarındaki elmalar meyveye durmuştu.

Kasabanın girişindeki iki katlı konağında, hemen her gün giydiği koyu renk çizgili takımlarından biriyle kahvaltıya indi Cezzar. Yemekten sonra komodinin çekmecesindeki Smith Wesson’ununu belinin sağ yanında kemerinden içeri soktu, yeleğiyle gizledi ve bahçeye çıkıp çardağın altında oturduğu tahta sandalyede kahvesini beklemeye başladı. En küçük gelini hızlıca geldi, önündeki tahta masanın üzerine bir örtü serdi ve mutfağa koşup kahvesini getirdi. Bu sırada Cezzar’ın gözleri, çabucak işini bitirmeye çalışan gelinin pamuklu pazen şalvarının altında bir görünüp bir kaybolan kalçalarında ve dar gömleğinin içinde titreşen diri göğüslerinde geziniyordu. Öyle kaçamak falan değildi bakışları. Var olanı olanca açıklığıyla görmeye çalışmaktı onunki. Bitmeyen bir açlıkla bakıyordu. Altmışaltı yıllık yaşına rağmen, gözünü çöplükten hiç ayırmamış ve hayatı boyunca yüzüne vuran o şehvet düşkünü bakışı da gizleme gereğini duymamıştı. Fırsat bulduğunda şehre iner, çağdaş dünyanın sunduğu nimetleri sınırsızca kullanır, bulabildiği tüm taze etlerin tadına bakmaya bayılırdı.

Eve seslendi, bastonunu ve şapkasını getirmelerini istedi. Bahçeden çıktı, her gün gittiği kasap dükkanı yerine doğuya, bozkıra doğru ilerleyen toprak yola saptı. Her hasatta tarlalarına yürüyerek gider, ekinini kendi gözüyle görmeden biçtirmezdi. Kasabanın birbirinden uzak, yalnızlığın sınırındaki son evlerini de geçtikten sonra solundaki mezarlığın önünde durdu. Önemli bir yere bakıyormuş gibi sağ elinde tuttuğu bastonuna yüklendi. Öldüğünde gömüleceği, karısının yanındaki boş mezara baktı uzaktan, sonra hayatına girip de bu dünyadan göçmüş diğer kadınların yattıkları yerlerde gezindi gözleri. Gençliğinde her türlü çapkınlığı yapmış, sahip olamadığı kadınların peşlerini bırakmamış, onunla olmak istemeyen kadınlar kasabadan kaçmak ya da başkalarıyla evlenmek zorunda kalmışlardı. Kasabalının sessiz sedasız fısıldaştığı, en az iki genç kızı kaçırıp alıkoyduğu ve sonrasında babasının para vererek susturduğu mağdurlar ve bazı yetkililer de vardı. Mezarlığın arka taraflarında, yoldan hayli uzaktaki köşeye, kendine acıma duygusuyla kaçamak bir bakış attı. İçinden, hayatı boyunca kendini bağışlayacak cesareti bulamadığından, yakasını bırakmayan bu günahın lanetine söverek bozkıra doğru yürümeye devam etti,

Yürüdüğü toprak yolun sağında ve solunda büyük arazileri vardı Cezzaroğlu ailesinin. Kuşaklar boyu hayvancılık yapmışlar, servetleri kendi meralarını satın almalarını sağlamış, aynı zamanda kasabanın önde gelen toprak sahiplerinden olmuşlardı. Paranın ona sağladığı gücü erken yaşta fark etmişti Cezzar ve bu onu kendi gözünde yenilmez kıldığından ve acımasızlığından hastalıklı bir zevk alması nedeniyle ailenin soyadından gelen Cezzar onun lakabı olmuştu.
 

Yıllardır gelmekten özenle kaçındığı Teke Düzündeki son tarlasına geldiğinde gün öğlene yaklaşmış, hava yakıcı bir biçimde ısınmıştı. Güneş, zavallı bir karınca gibi yakmaya çalışıyordu Cezzar’ı. Göz alabildiğine uzanan sapsarı ekin denizinin ortasında ıssız bir ada gibi duran yaşlı alıç ağacına daldı gözleri. Bir an geçmişe uzandı zihninden geçenler. Otuz altı yıl önce ateşlediği silahın sesi yeniden yankılandı bozkırın boşluğunda. İrkildi. En derinden, en habersizinden bir korkuyla. Sırtındaki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Belinden boynuna uzanan hat boyunca ürpererek, bir çocuk gibi irkildi. Sonra bir el daha. Bir el daha patladı silah sessizliğin sonsuz denizine. Bir saksağan havalandı alıç ağacından. Güneşe doğru uçtu. Ardından bir başkası onu izledi.

 

“Abi beni neden öldürdünüz? On beşimi göreli daha kaç gün oldu ki?”

Kız İbo ölümünden sonra bütün hayatım boyunca bulduğu tüm boşluklarda araya girip bu soruyu sordu. İkimiz de aklı havada birer ergendik birbirimizi tanıdığımızda. Sosyal konumumuz beni hiç rahatsız etmemişti. Ben yüksek rütbeli bir subayın oğluydum, o ise kasabanın yerlilerinden biri. Galiba yüzüne söylenmeyen ama arkasından kimi zaman alaycı, çoğunda da aşağılayıcı bir biçimde seslendirilen “Kız” lakabına karşı benim ön yargısız duruşum yaklaştırmıştı bizi. Onun bazen beni eğlendirmek için abartarak takındığı dişil tavırlar çok hoşuma gider, defalarca tekrarlamasını isterdim. Ergenliğin getirdiği cesaretle yasak olan şeylere düşkünlük gösterir, yaşımız tutmadığı halde kahveye bilardo oynamaya gider, bir yandan da içimize çekemediğimiz sigaralarımızı tüttürürdük. Bazen çay boyunca, bazen de bozkırda uzun bir yürüyüşe gider, çoğu zaman o yaşımızın derinliğinde bir sohbete dalar, kiminde yeni tanıştığımız erkekliğin iteklemesiyle bir ağacın dibinde çavuşu tokatlardık. Böyle günlerden birinde bana; “Eşcinsel hayalet var mıdır Cıkcık?” diye sormuştu. Bir an şaşırmıştım ama onun böyle gariplikleri vardı. “Neden? Sence var mı?” diyerek sorunun yönünü değiştirince bana; “Bilmem. Bu dünyada eşcinsel olup da öteye göçmüş birinin hayaleti de eşcinsel olur mu acaba?” demişti safça. Gerçekten de bu sorunun yanıtını bulduğumdan hala emin değilim ama son yirmi yıldır her Pazar öğleden sonra Kordon’da eşcinsel olduğuna inandığım bir hayaletle kahve içiyorum.

Beni Kız İbo’nun gözünde “Cıkcık” yapan inatçılığım olmasına karşın uzun boyumun yanı sıra kuru bir dal gibi zayıf olduğum için arkadaş grubumuz bana daha çok “Sırık” diye hitap ederdi. Bizim yaşımızdaki tüm çocukların geçmişten getirdikleri ya da sonradan arkadaş grubunun koyduğu takma isimleri vardı. Ben de aralarına katılınca “Sırık”  ve “Sıska” arasında yapılan şiddetli tartışmalar, benim de aynı yönde oy kullandığım “Sırıkçıların” galibiyetiyle son bulmuştu. Çok sonraları kasabadaki her erkeğin bir lakabı olduğunu fark edecektim, kimi aileden, kimi yaşamın içinden gelen.

O zamanlar da bugün olduğu gibi herkesin elinde oyuncak bir süpürge vardı. Süpürüp süpürüp yeniden yaşadıkları aynı hayat, basit bir tekerlemeye benziyor, bugün dünden farksız, yarından daha umutsuz akıp gidiyordu. Yaz varlığını hissettirmeye başlamış, gölgeler güneşin saltanatına efelenir olmuştu kasabada. Bozkır, bir sonraki baharda yeniden canlanabilmek için suskunluğun geçmesini bekliyordu sanki. Kız İbo tam da böyle sıkıcı bir günde, akşama çalgılı çengili, rakılı şaraplı bir eğlenceye gideceğini söylemişti bana. Bir Cuma gecesiydi. Kimin ve neden onu çağırdığını sorduğumda, uzaktan akrabası da olan Top Hamdi ile Tavukgöt Fehmi’nin çağırdığını, belki Cezzar’ın da katılacağını, ilk derisini değiştiren bir yılanın heyecanıyla anlattı.

“Dur, gitme” diyemedim. “Tekinsiz bu adamlar” diyemedim. “Hadi gel bu gece kaçamak yapalım, birlikte içelim” diyemedim. Kız İbo gitti. Biraz daha büyümek, biraz daha yaşlanmak için gitti Kız İbo.

O gece bir haber versin, ben buradayım desin istedim. Ufacık aklım o güne değin duyduğu en büyük kaygıyı bastırmaya çalışıyor, yine de karanlıkların arkasından yükselen korkulara yenilmekten kaçınamıyordu. Kasaba sıradan yaşamına devam ederken üç gün boyunca Kız İbo’dan hiç ses çıkmadı. Pazartesi sabahı tüm kasabada kulaktan kulağa Kız İbo’nun çay kenarında ölü bulunduğu, bedeninde işkence izleri olduğu yayıldı sessizce. Vurularak öldürülmüştü.

Hiç cenaze sabah ezanıyla kaldırılır mı? Sanki büyük bir utancın ortağı olmuş gibi bulunduğunun ertesi günü sabah erkenden Kız İbo’yu mezarlığın en ücra köşesinde toprağa vermişlerdi. Ölümünden sonraki ilk gün toprak ana son yuvası olmuştu Kız İbo’nun. Sonraki geçen her gün cinayeti biraz daha unutturdu, biraz daha soğudu ölüm. Kulakları dolaşan fısıltı, katil ya da katillerin artık bulunamayacağı yönündeydi. Hem zaten adı üstünde Kız İbo’ydu ölen, kim izini sürerdi ki cinayetinin. Geleceğin topu, ibnesi, eşcinseliydi sonuçta. Savcısı, polisi, jandarması araştırıyoruz deyip dosyayı kalın bir sumenin altına ittiler, bir yandan da kendi aralarında; “Bizim de oğlan çocuklarımız var ama” dediler sadece.

Abi beni neden öldürdünüz?

Kız olmanın nesini kaldıramadınız? Benim de günahlarım olsaydı, ben de bağışlanma dileseydim Tanrımdan. Bir kez olsun sevişmenin tadını alsaydım, Zilli Ayten’in koynunda bir gece uyusaydım. Kahvede arka cebime sıkıştırdığım sustalıyı yakalasaydı Jandarma, ben de bir gecemi nezarette geçirseydim. Sizin çocuklarınızın okuduğu okuldan mezun olsaydım, hadi geçtim üniversiteyi ama bari liseyi bitirseydim. Süt fabrikasında işçi olsaydım ya da zahireci Osman’ın yamağı. O da olmadı Sitelerde mobilyacı kalfası olsaydım. Bir kez olsun körkütük sarhoş olsaydım. Anama ben baksaydım, babama harçlık verseydim…

Abi beni neden öldürdünüz?

Ben yaşadığım şoku bir türlü atlatamadım. Bir yandan da korkmaya başladım. Sanki birileri okul çıkışında, çarşıda, kahvede peşime düşmüş gibiydi. O karanlık gecenin korkuları hala yakamdaydı. Bazen çarşıda Cezzar ’la karşılaşıyor selamsız sabahsız ve tehditkar bakışlarla geçiyorduk birbirimizi. Kimi zaman Cezzar, yancılarını da toplayıp ufaktan bir gözdağı veriyordu çevresine. Bazen de benimle karşılaşınca laf atmadan geçmiyordu. Bu korku her yanıma bulaşmıştı. Ondan ya da ölümden korkmuyordum, başkalarının ne söyleyeceği, hakkımda neler düşünecekleriydi bu korku. Bir süre sonra tüm bu korkuya rağmen arkadaşım olan yetkililerin yetkisiz çocuklarına, aileme en sonunda da yetkililere Kız İbo ile ilgili tüm ayrıntıları anlatmama karşın, “Aaa demek öyle, bak sen, elbette dikkate alacağız” nidaları arasında söylediklerim eriyip gitti. Sanki böyle bir cinayet işlenmemiş gibiydi. Yaz ortalığı yakıp, kavurarak geldiğinde, okullar da kapanınca, babamın yeni görev yerine, yeni bir kasaba yaşamına başlamak üzere ayrıldık benim için koca bir cinayet mahalli olan kasabadan. Bir süre daha korkularımı en hassas duygularımın arasında taşımak zorunda kaldım. Yıllarca, geride kalan arkadaşlarıma cinayetin failinin bulunup bulunmadığını sorsam da Kız İbo faili meçhul olarak kaldı.

Sarı, Kız İbo'ya ölümün donuk sarı tonunu bağışlamıştı. Cezzar’a altının parlaklığını, bana da deliliğin aykırılığını. Üçümüz de aynı rengin tonu olsak bile ölümün karşısında katil ve tanık olarak yenik iki sarıydık biz. Parantez içinde kalması gereken bir gece geçirmiştik üçümüz de. Kız İbo’nun sabahını göremediği gece. Kalanların hayatları boyunca unutamayacağı ve ayrıntılarını her hatırladığımızda acımasız bir utancın yüzümüzü gerdiği bir geceydi. Ve ben sonraki her sabah bir intiharın kıyısında uyandım. Azar azar öldüğümüz her günün ilahi gücü yetmiyor bana, insana özgü o arsızlıkla istiyorum geride kalan ne varsa. Bir yanım dünden kalma ölüm planlarımı sürdürürken öteki yanım hayatta kalmanın yollarını arıyor her türlü sinsi,  hilebaz taktiklerle. Yazmaya cesaret edemeyeceğim, hatta düşünmeye bile ölümden daha çok korktuğum cümlelerin saldırısı var bu sabah da.

Bir soluk al “Cıkcık”. Al boynuna bağlayacağın taşı, ölümcül düşlerini, koş Kordon’a, otur “İbo”nun karşısına, bir kahve söyle. Belki bağışlar seni.


Şubat 2016 / Antalya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder