Abi
Beni Neden Öldürdünüz?
Sarının bütün tonlarıyla olmasa bile, tek tük kalmış
yeşilliklerin sarıya dönme endişesiyle geldi yaz bozkıra. Issızlığın ortasındaki
birkaç ağaç dışında sarı, tarlalara, otlaklara, yol kenarlarına elinden gelen
her canlı tonunu bulaştırmıştı. Yılanlar ikinci derilerini değiştirmiş, çay
kenarındaki elmalar meyveye durmuştu.
Kasabanın girişindeki iki katlı konağında, hemen her
gün giydiği koyu renk çizgili takımlarından biriyle kahvaltıya indi Cezzar. Yemekten
sonra komodinin çekmecesindeki Smith Wesson’ununu belinin sağ yanında
kemerinden içeri soktu, yeleğiyle gizledi ve bahçeye çıkıp çardağın altında
oturduğu tahta sandalyede kahvesini beklemeye başladı. En küçük gelini hızlıca geldi,
önündeki tahta masanın üzerine bir örtü serdi ve mutfağa koşup kahvesini
getirdi. Bu sırada Cezzar’ın gözleri, çabucak işini bitirmeye çalışan gelinin pamuklu
pazen şalvarının altında bir görünüp bir kaybolan kalçalarında ve dar
gömleğinin içinde titreşen diri göğüslerinde geziniyordu. Öyle kaçamak falan
değildi bakışları. Var olanı olanca açıklığıyla görmeye çalışmaktı onunki.
Bitmeyen bir açlıkla bakıyordu. Altmışaltı yıllık yaşına rağmen, gözünü
çöplükten hiç ayırmamış ve hayatı boyunca yüzüne vuran o şehvet düşkünü bakışı
da gizleme gereğini duymamıştı. Fırsat bulduğunda şehre iner, çağdaş dünyanın
sunduğu nimetleri sınırsızca kullanır, bulabildiği tüm taze etlerin tadına bakmaya
bayılırdı.
Eve seslendi, bastonunu ve şapkasını getirmelerini
istedi. Bahçeden çıktı, her gün gittiği kasap dükkanı yerine doğuya, bozkıra
doğru ilerleyen toprak yola saptı. Her hasatta tarlalarına yürüyerek gider,
ekinini kendi gözüyle görmeden biçtirmezdi. Kasabanın birbirinden uzak,
yalnızlığın sınırındaki son evlerini de geçtikten sonra solundaki mezarlığın
önünde durdu. Önemli bir yere bakıyormuş gibi sağ elinde tuttuğu bastonuna
yüklendi. Öldüğünde gömüleceği, karısının yanındaki boş mezara baktı uzaktan,
sonra hayatına girip de bu dünyadan göçmüş diğer kadınların yattıkları yerlerde
gezindi gözleri. Gençliğinde her türlü çapkınlığı yapmış, sahip olamadığı
kadınların peşlerini bırakmamış, onunla olmak istemeyen kadınlar kasabadan kaçmak
ya da başkalarıyla evlenmek zorunda kalmışlardı. Kasabalının sessiz sedasız
fısıldaştığı, en az iki genç kızı kaçırıp alıkoyduğu ve sonrasında babasının
para vererek susturduğu mağdurlar ve bazı yetkililer de vardı. Mezarlığın arka
taraflarında, yoldan hayli uzaktaki köşeye, kendine acıma duygusuyla kaçamak
bir bakış attı. İçinden, hayatı boyunca kendini bağışlayacak cesareti
bulamadığından, yakasını bırakmayan bu günahın lanetine söverek bozkıra doğru
yürümeye devam etti,
Yürüdüğü toprak yolun sağında ve solunda büyük
arazileri vardı Cezzaroğlu ailesinin. Kuşaklar boyu hayvancılık yapmışlar,
servetleri kendi meralarını satın almalarını sağlamış, aynı zamanda kasabanın
önde gelen toprak sahiplerinden olmuşlardı. Paranın ona sağladığı gücü erken
yaşta fark etmişti Cezzar ve bu onu kendi gözünde yenilmez kıldığından ve
acımasızlığından hastalıklı bir zevk alması nedeniyle ailenin soyadından gelen
Cezzar onun lakabı olmuştu.
Yıllardır gelmekten
özenle kaçındığı Teke Düzündeki son tarlasına geldiğinde gün öğlene yaklaşmış,
hava yakıcı bir biçimde ısınmıştı. Güneş, zavallı bir karınca gibi yakmaya
çalışıyordu Cezzar’ı. Göz alabildiğine uzanan sapsarı ekin denizinin ortasında
ıssız bir ada gibi duran yaşlı alıç ağacına daldı gözleri. Bir an geçmişe
uzandı zihninden geçenler.
Otuz
altı yıl önce ateşlediği silahın sesi yeniden yankılandı bozkırın boşluğunda.
İrkildi. En derinden, en habersizinden bir korkuyla. Sırtındaki tüylerin diken
diken olduğunu hissetti. Belinden boynuna uzanan hat boyunca ürpererek, bir çocuk
gibi irkildi. Sonra bir el daha. Bir el daha patladı silah sessizliğin sonsuz
denizine. Bir saksağan havalandı alıç ağacından. Güneşe doğru uçtu. Ardından
bir başkası onu izledi.
“Abi
beni neden öldürdünüz? On beşimi göreli daha kaç gün oldu ki?”
Kız İbo ölümünden sonra bütün hayatım boyunca bulduğu
tüm boşluklarda araya girip bu soruyu sordu. İkimiz de aklı havada birer
ergendik birbirimizi tanıdığımızda. Sosyal konumumuz beni hiç rahatsız
etmemişti. Ben yüksek rütbeli bir subayın oğluydum, o ise kasabanın
yerlilerinden biri. Galiba yüzüne söylenmeyen ama arkasından kimi zaman alaycı,
çoğunda da aşağılayıcı bir biçimde seslendirilen “Kız” lakabına karşı benim ön
yargısız duruşum yaklaştırmıştı bizi. Onun bazen beni eğlendirmek için
abartarak takındığı dişil tavırlar çok hoşuma gider, defalarca tekrarlamasını
isterdim. Ergenliğin getirdiği cesaretle yasak olan şeylere düşkünlük gösterir,
yaşımız tutmadığı halde kahveye bilardo oynamaya gider, bir yandan da içimize
çekemediğimiz sigaralarımızı tüttürürdük. Bazen çay boyunca, bazen de bozkırda
uzun bir yürüyüşe gider, çoğu zaman o yaşımızın derinliğinde bir sohbete dalar,
kiminde yeni tanıştığımız erkekliğin iteklemesiyle bir ağacın dibinde çavuşu
tokatlardık. Böyle günlerden birinde bana; “Eşcinsel hayalet var mıdır Cıkcık?”
diye sormuştu. Bir an şaşırmıştım ama onun böyle gariplikleri vardı. “Neden?
Sence var mı?” diyerek sorunun yönünü değiştirince bana; “Bilmem. Bu dünyada
eşcinsel olup da öteye göçmüş birinin hayaleti de eşcinsel olur mu acaba?” demişti
safça. Gerçekten de bu sorunun yanıtını bulduğumdan hala emin değilim ama son
yirmi yıldır her Pazar öğleden sonra Kordon’da eşcinsel olduğuna inandığım bir
hayaletle kahve içiyorum.
Beni Kız İbo’nun gözünde “Cıkcık” yapan inatçılığım
olmasına karşın uzun boyumun yanı sıra kuru bir dal gibi zayıf olduğum için
arkadaş grubumuz bana daha çok “Sırık” diye hitap ederdi. Bizim yaşımızdaki tüm
çocukların geçmişten getirdikleri ya da sonradan arkadaş grubunun koyduğu takma
isimleri vardı. Ben de aralarına katılınca “Sırık” ve “Sıska” arasında yapılan şiddetli
tartışmalar, benim de aynı yönde oy kullandığım “Sırıkçıların” galibiyetiyle
son bulmuştu. Çok sonraları kasabadaki her erkeğin bir lakabı olduğunu fark
edecektim, kimi aileden, kimi yaşamın içinden gelen.
O zamanlar da bugün olduğu gibi herkesin
elinde oyuncak bir süpürge vardı. Süpürüp süpürüp yeniden yaşadıkları aynı
hayat, basit bir tekerlemeye benziyor, bugün dünden farksız, yarından daha
umutsuz akıp gidiyordu. Yaz varlığını hissettirmeye başlamış, gölgeler güneşin
saltanatına efelenir olmuştu kasabada. Bozkır, bir sonraki baharda yeniden
canlanabilmek için suskunluğun geçmesini bekliyordu sanki. Kız İbo tam da böyle
sıkıcı bir günde, akşama çalgılı çengili, rakılı şaraplı bir eğlenceye
gideceğini söylemişti bana. Bir Cuma gecesiydi. Kimin ve neden onu çağırdığını
sorduğumda, uzaktan akrabası da olan Top Hamdi ile Tavukgöt Fehmi’nin çağırdığını,
belki Cezzar’ın da katılacağını, ilk derisini değiştiren bir yılanın
heyecanıyla anlattı.
“Dur, gitme” diyemedim. “Tekinsiz bu
adamlar” diyemedim. “Hadi gel bu gece kaçamak yapalım, birlikte içelim”
diyemedim. Kız İbo gitti. Biraz daha büyümek, biraz daha yaşlanmak için gitti
Kız İbo.
O gece bir haber versin, ben buradayım
desin istedim. Ufacık aklım o güne değin duyduğu en büyük kaygıyı bastırmaya
çalışıyor, yine de karanlıkların arkasından yükselen korkulara yenilmekten
kaçınamıyordu. Kasaba sıradan yaşamına devam ederken üç gün boyunca Kız İbo’dan
hiç ses çıkmadı. Pazartesi sabahı tüm kasabada kulaktan kulağa Kız İbo’nun çay
kenarında ölü bulunduğu, bedeninde işkence izleri olduğu yayıldı sessizce.
Vurularak öldürülmüştü.
Hiç cenaze sabah ezanıyla kaldırılır mı?
Sanki büyük bir utancın ortağı olmuş gibi bulunduğunun ertesi günü sabah
erkenden Kız İbo’yu mezarlığın en ücra köşesinde toprağa vermişlerdi. Ölümünden
sonraki ilk gün toprak ana son yuvası olmuştu Kız İbo’nun. Sonraki geçen her
gün cinayeti biraz daha unutturdu, biraz daha soğudu ölüm. Kulakları dolaşan
fısıltı, katil ya da katillerin artık bulunamayacağı yönündeydi. Hem zaten adı
üstünde Kız İbo’ydu ölen, kim izini sürerdi ki cinayetinin. Geleceğin topu,
ibnesi, eşcinseliydi sonuçta. Savcısı, polisi, jandarması araştırıyoruz deyip dosyayı
kalın bir sumenin altına ittiler, bir yandan da kendi aralarında; “Bizim de
oğlan çocuklarımız var ama” dediler sadece.
Abi
beni neden öldürdünüz?
Kız
olmanın nesini kaldıramadınız? Benim de günahlarım olsaydı, ben de bağışlanma
dileseydim Tanrımdan. Bir kez olsun sevişmenin tadını alsaydım, Zilli Ayten’in
koynunda bir gece uyusaydım. Kahvede arka cebime sıkıştırdığım sustalıyı
yakalasaydı Jandarma, ben de bir gecemi nezarette geçirseydim. Sizin
çocuklarınızın okuduğu okuldan mezun olsaydım, hadi geçtim üniversiteyi ama
bari liseyi bitirseydim. Süt fabrikasında işçi olsaydım ya da zahireci Osman’ın
yamağı. O da olmadı Sitelerde mobilyacı kalfası olsaydım. Bir kez olsun körkütük
sarhoş olsaydım. Anama ben baksaydım, babama harçlık verseydim…
Abi
beni neden öldürdünüz?
Ben yaşadığım şoku bir türlü
atlatamadım. Bir yandan da korkmaya başladım. Sanki birileri okul çıkışında,
çarşıda, kahvede peşime düşmüş gibiydi. O karanlık gecenin korkuları hala
yakamdaydı. Bazen çarşıda Cezzar ’la karşılaşıyor selamsız sabahsız ve
tehditkar bakışlarla geçiyorduk birbirimizi. Kimi zaman Cezzar, yancılarını da
toplayıp ufaktan bir gözdağı veriyordu çevresine. Bazen de benimle karşılaşınca
laf atmadan geçmiyordu. Bu korku her yanıma bulaşmıştı. Ondan ya da ölümden
korkmuyordum, başkalarının ne söyleyeceği, hakkımda neler düşünecekleriydi bu
korku. Bir süre sonra tüm bu korkuya rağmen arkadaşım olan yetkililerin
yetkisiz çocuklarına, aileme en sonunda da yetkililere Kız İbo ile ilgili tüm
ayrıntıları anlatmama karşın, “Aaa demek öyle, bak sen, elbette dikkate
alacağız” nidaları arasında söylediklerim eriyip gitti. Sanki böyle bir cinayet
işlenmemiş gibiydi. Yaz ortalığı yakıp, kavurarak geldiğinde, okullar da kapanınca,
babamın yeni görev yerine, yeni bir kasaba yaşamına başlamak üzere ayrıldık
benim için koca bir cinayet mahalli olan kasabadan. Bir süre daha korkularımı
en hassas duygularımın arasında taşımak zorunda kaldım. Yıllarca, geride kalan
arkadaşlarıma cinayetin failinin bulunup bulunmadığını sorsam da Kız İbo faili
meçhul olarak kaldı.
Sarı, Kız İbo'ya ölümün donuk sarı
tonunu bağışlamıştı. Cezzar’a altının parlaklığını, bana da deliliğin
aykırılığını. Üçümüz de aynı rengin tonu olsak bile ölümün karşısında katil ve
tanık olarak yenik iki sarıydık biz. Parantez içinde kalması gereken bir gece
geçirmiştik üçümüz de. Kız İbo’nun sabahını göremediği gece. Kalanların
hayatları boyunca unutamayacağı ve ayrıntılarını her hatırladığımızda acımasız
bir utancın yüzümüzü gerdiği bir geceydi. Ve ben sonraki her sabah bir
intiharın kıyısında uyandım. Azar azar öldüğümüz her günün ilahi gücü yetmiyor
bana, insana özgü o arsızlıkla istiyorum geride kalan ne varsa. Bir yanım
dünden kalma ölüm planlarımı sürdürürken öteki yanım hayatta kalmanın yollarını
arıyor her türlü sinsi, hilebaz
taktiklerle. Yazmaya cesaret edemeyeceğim, hatta düşünmeye bile ölümden daha
çok korktuğum cümlelerin saldırısı var bu sabah da.
Bir soluk al “Cıkcık”. Al boynuna bağlayacağın taşı,
ölümcül düşlerini, koş Kordon’a, otur “İbo”nun karşısına, bir kahve söyle.
Belki bağışlar seni.
Şubat 2016 / Antalya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder