Fırtına, önüne kattığı karla birlikte tüm
kasabayı teslim aldı. Sokağa, caddeye açılan kapıları, pencereleri adeta mühürledi.
O kadar soğuk ki ve kar o kadar çok yağdı ki, sokaklar gözlerimizin önünde
eriyip gitti. Önce her şeyin köşeleri yuvarlandı, sonunda siluetler bile
seçilemez oldu. Gözlerim, ne kadar boş bir uğraş olduğunu bilsem bile, sokak
lambasının solgun ışığına takılan kar tanelerinin izini sürmeye çalışıyor.
Aklımsa başka bir izin peşinde bu akşam. Hani hep geçmişe dönük olur ya böyle
geceler, bu da öyle galiba, geleceğe ya da bu ana ilişkin hiçbir şey geçmiyor
içimden. Galiba kendime itiraf etmekten korkuyorum; sıkıcı, sıradan geçmişimde
yapamadıklarımı. Hayatım boyunca ne kadar çok istesem de, onca uğraşa, bilgiye,
duyguya karşın solcu olamadım; beceremedim bir türlü. Tek başına kalmış,
yalnız, soğuk bir insan olabildim sadece. Düşündüklerim, söylediklerim, benimle
aynı yolda koşmayan insanların desteğinden yoksun kalınca, cılız birer fidan
gibi solup gittiler. Bir tür yabancısıydık kendimizin ve ötekilerin ama asla
farkında değildik bunun. Dahası kendimi hep bir kardanadama benzettim. Kış
uykusuna dalınca her şey, benim sessiz hükmüm altındaydı bu coğrafya, ta ki
havalar ısınıp sulara karışıncaya kadar bedenim.
Salon penceremin tam karşısına gelen, en az
benimki kadar soğuk, büyük, küstah apartmanın, benimle aynı seviyedeki çatı
katında oturan Bayan Rosinante’nin – ben ona öyle demeyi seviyorum, aslında onu
tanımıyorum bile- akşam yemeği için yaptığı hazırlıklara takıldı gözüm. O da
benim gibi yalnız yaşıyor. Belki benimle yaşıt ya da daha küçük; kimin
umurunda. Masaya koyduğu salata tabağı, çorba kasesi ve servis tabağını buradan
görebiliyorum. Arada bir buzdolabını açıp, masayı eksiksiz kılmayı sağlayan
yedekleri de sürüyor sahaya.
Hayatımda “karım” olmadı, sadece belli
dönemlerine eşlik eden kadınlar vardı. Ben de kimsenin kocası olamadım, sadece
kardanadamı oldum o kadınların. Çocuğum da olmadı; olsa ne olurdu ki, ona da
baba olamazdım.
Hava, daha da soğudu. Gece ilerliyor karın
yaydığı kırık beyazla. Şöminenin ateşi geçmek üzere, biraz daha odun atmalı. Bu
gece köpekler bile sessiz. Sadece fırtınanın çatılarda, ağaçlarda çaldığı
şarkıyı duyuyoruz belli belirsiz, çokça da öfkesini.
Sabaha çıkar mı bu örselenmiş ruh? İçimde bir
ses karlara karışıp sonsuza değin bir kardanadam olmayı, diğeri de bu sefil
hayatı sonuna kadar götürmeyi söylüyor. Belki bir şeyler içip zamanı
değiştirmeliyim. Kimi aldatıyorsam. Hep öyle yapmaz mıyız? Görmezden gelip,
unutmaya çalışıp, bastırıp, sonra da sanki yeniden ortaya çıkmış gibi tekrar
tekrar, döne döne çözüm aramaz mıyız?
Çay koysam, bir iki bardak içsem, birilerini
arasam, belki biraz açılırım, belki söner içime çöken kasveti geçmişin; bu gece
uzun ve bu yolculuk yorucu. Ya da en iyisi bir iki kadeh bir şeyler içmek, hep
yaptığım gibi; saklanmak bir sakinleştiricinin ardına.
Çocukluğumdan bir anı geldi gözümün önüne;
dedemin kunduracı dükkanında dedeme emanet edilmiştim. Altı, yedi
yaşlarındaydım. O oturduğu taburede iki bacağının arasına aldığı demir bir
kalıba geçirdiği ayakkabının tabanına ustalıkla çiviler çakıyor ben de meraklı
meraklı onun hünerli ellerini izliyordum. Önceleri demir kalıbın havada
durduğunu zannedip dedemle daha bir gururlandıysam da, bu kalıbın yere bağlanan
demir sapını dedemin uzun ve eskimiş deri önlüğünün arasından göremediğimi fark
etmiştim. Dedem yakın gözlüklerini burnunun ucuna düşürüp ağzına iki çivi aldı
ve ağzının sol tarafında başları dışarıya gelecek biçimde dudaklarının arasına
sıkıştırdı. Sonra bana dönüp ağzıma asla ikiden fazla çivi almamamı, eğer
alırsam, nefes alırken farkına varmadan bunlardan birini yutabileceğimi
söyledi, dudaklarının sağ tarafını oynatarak. Bu durumda mümkünse burnumdan
nefes almalıymışım.
Evet, hava almalıyım. Pencereyi açsam,
içeriye biraz soğuk dolsa, biraz kar gelse halının üzerine, geçer mi bu yürek
burkulması. Sonra bu kar, birkaç çivi çaksa ruhumuza, kaçmasa artık
bedenimizden. Hem sahi neden çoğul konuşuyorum ki ben?
Uzaklardan bir siren sesi geliyor. Elektrik
kesildi. Şömineden yayılan birkaç cılız ışık kırıntısı odayı aydınlatmaya
çabalıyor. Yıllar öncesine gittim yine. Enerji tasarrufu yapmak için her akşam
bir saat elektriğimizi zorla kesen generaller iktidarını hatırladım. Ne kadar
zormuş faşizmin çocuğu olmak. Ülkeyi sürükledikleri karanlığın hayatımıza
yansıyan küçücük bir kısmıydı bu. Utancımızı gizleyebilir miydi bu karartma
geceleri. Belki de bu yüzdendir benim eksik kalan solculuğum, çocuk yaşta
idamlarla tanışmaktan, sokağa çıkma yasağına sokakta yakalanmaktan,
karanlıklarla korkutulmaktandır. Kim bilir?
Elektrik ne zaman gelir acaba? Sabahı bulur
herhalde. Bu fırtınada kim uğraşır ya da nasıl onarabilirler ki kopmuş bir
teli, patlamış bir trafoyu. Hadi sen bir kadeh rakı koy, şömineye de bir iki
odun daha at.
Kapı çalınıyor, aslında dışarıdan birileri
nazikçe kapıyı tıklatıyor. Alt kat komşum Yasemin Hanım, elinde bir mum ve
arkasında karanlıktan yüzünü göremediğim bir başka kadın. Sırtlarında yarı
battaniye yarı şal benzeri kalınca örtüler var. Soğuk tabi, elektrik yoksa
kalorifer de yok. Mum ışığında şaşkınlığımı görüp görmediklerini bilmiyorum.
İçeri davet ettim. Birkaç mumun ve şöminenin cılız ışığının oluşturabildiği
zayıf aydınlığın yardımıyla salona, şöminenin karşısındaki koltuklara geçip
oturdular. Şömineye kadar uzanan yol boyunca Yasemin;
“Donduk komşu, Allahtan senin şöminen var,
rahatsız etmedik değil mi? Oh mis gibi sıcacık burası, hani bir rahatsızlık
veriyorsak şöyle bir ısınıp gideriz…” ve daha bir sürü gereksiz konuşmayla
doldurdu havayı.
Neyse ki oturunca bir süre sessiz kaldı. Ama
bu! Diğer kadın; Bayan Rosinante bu; ama nasıl olur? Şaşkınlığımı belli etmesem
iyi olacak. Birkaç güzel karşılama ve hal hatır sorma sözcüğünden sonra nasıl
bir şey içmek istediklerini sordum elimden gelen kibarlığımla ve ardından rakı
içmeyi düşündüğümü, isterlerse onlara da ikram edebileceğimi ya da güzel bir
kırmızı şarap açabileceğimi de söyledim. Çay ve kahve seçeneğini eklemeyi de
unutmadım. Bunları söylerken bir yandan da ateşi canlandırıp iki odun daha
yerleştirdim şömineye.
Yasemin sırası gelmişken Bayan Rosinante’yi,
birkaç tanımlayıcı açıklamayla tanıştırdı. Adı Nermin’miş. Karşı bloktaki
komşumuz demişti Yasemin. Aynı zamanda lise çağlarından arkadaşlarmış ikisi. Yasemin
lisede resim öğretmeni, Nermin yani Bayan Rosinante ise vergi dairesinde
memurmuş. İkisinin de kocalarını hayli uzun zaman önce boşadıklarını laf
kalabalığının arasına sıkıştırıverdi. İçecek seçimlerini şaraptan yana kullandılar.
Yasemin bu şömineyi yaptırmakla ne kadar akıllılık ettiğimi, kendisinin de
yaptırmak istediğini ama bir türlü fırsat bulamadığını uzunca bir süre anlattı.
Elimde bir mumla mutfağa geçtim ve hızlıca
rakı koydum, şarabı açtım, bir tabağa biraz peynir çıkardım, meyve hazırladım
ve iki tane ayaklı kadehi tepsiye diğerleriyle birlikte yerleştirdim ve salona
döndüm. Hava gerçekten çok soğumuş, mutfak buz gibiydi. Elimdekileri bir
sehpaya, sehpayı da Yasemin’le Nermin’in oturduğu koltukların önüne koydum. İkisinin
arasına bir başka koltuk çekerek ben de ona yerleştim. Yasemin hala yaptırmak
istediği şöminenin özelliklerini sıralıyordu. Şarabı kadehlere doldurdum ve
önlerine koyduktan sonra bardağımı kaldırdım;
“Hoş geldiniz.”
Rakı iyi geldi. Beş altı tane mum daha yaktım
ve salona dağıttım. Salonun içi loş ama bana göre karanlık. Soğuk ve karanlık
aynı zaman dilimini paylaştığında işkence odalarının ıslak zeminleri geliyor
aklıma. Neyse, bu konuyu daha fazla düşünmesem iyi olacak sanki. Keşke biraz
müziğimiz olsaydı. Rachmaninov ya da Chopin; bir piyanonun tuşlarına, arkada,
derinden gelen bir ses verebilseydi. Çok şey istedim bu gece.
Sohbetin konuları dişe gelmeyecek sıradan
şeyler. Bir oraya bir buraya atlayıp duruyor hanımlar. Benim de katıldığımı
sanıyorlar ama hala kayda değer bir şey söylemedim. Bu dördüncü rakı, onlara da
ikinci şişeyi açtım. Arada bir neşeli kahkahalar atıyorlar. Yükselen her
kahkahada ben biraz ölüyorum. Ruhumdan bir parça şöminede yanan odunların
alevine karışıp bacadan dışarı atıyor kendini.
Ama böyle ölmek istememiştim!
Biraz daha beslemeli şömineyi. Yasemin konuyu
hafta sonları yaptıkları doğa yürüyüşlerine taşıdı. Nermin de son gittikleri
gezinin katılımcılarının ne kadar az olduğundan yakındı. Sonra geçmişteki
yürüyüşlerin görkemine takıldılar biraz. Ardından beni de davet ettiler bir
sonraki yürüyüşe. Nazikçe geri çevirdim ama Yasemin ısrarla katılmamı
istiyordu. Bu yürüyüşlerin ne kadar önemli bir spor olduğu, sağlığımız için
taşıdığı vaz geçilmez değeri üzerine bir süre hızlı hızlı konuştu. İnsan
kendini ne kadar zeki sanırsa sansın bir noktadan sonra zekaya katlanamıyor;
çoğuna da, azına da. Yasemin’in ısrarının nedenini bulmaya çalışıyordum rakıyla
uyuşmuş zihnimde ama bir türlü anlayamadım. O da benim andavallılığımın
farkında olsa gerek sonunda dayanamadı;
“Taze et kaynıyor be komşu!” dedi, hınzır bir
biçimde gülümseyerek ve hemen ardından Nermin ekledi;
“Asıl spor eve gelince.”
Her ikisi de şarabın verdiği rahatlıkla güçlü
bir o kadar da davetkar kahkahalara boğuldular. Ruhumun geri kalanını da teslim
ettim, uçup gitti şöminenin bacasından. İşkence odaları kadar soğuk
hissediyorum kendimi. Onları bu kadar eğlendiren tabu; daha doğrusu bir tabunun
şarabın etkisiyle yıkılması neden beni hiç ilgilendirmiyordu bilmiyorum. Bana
son derece sıradan geliyordu yaptıkları. Belki de onlardan birini hayatıma
almaktan korkuyordum.
Nazik olmak adına sahte bir gülümsemeyle kahkahalarına
katıldım ama aklım bir yerlerde hala geçmişin izini sürmeye çabalıyor.
Fırtınanın ve önüne kattığı karın, geceye veba gibi bulaştırdığı bu sıkıntıyı
nasıl aşarım bilmiyorum. Belki geceyi akışına bırakmak en iyisi. Belki hanımlar
böyle davranmakla doğru yapıyorlar, kim bilir?
“Yarın, hava düzelirse bahçeye bir kardanadam
yapalım hep beraber, ne dersiniz? Eline süpürge değil de bir baton verelim,
belki bir sırt çantası, ha; nasıl olur, yürüyüşçü kardanadam olsun? Bere de
takarız başına, hatta birkaç tane yapalım, yürüyüş grubu gibi” dedim.
Nermin ağzının kenarına yayılmış müstehzi bir
gülümsemeyle bana bakıp, kadehini kaldırdı;
“Kardanadamların şerefine.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder