Birinci
Deniz
Sabahın
en uysal saatlerinde, Lambousa’nın* kıyısındaki dalyanlara, kucağında ikiz
bebekleriyle gelen bir kadın, adamın karşısında durdu, sevecenlikle baktı.
Neredeyse kadının babası yaşında görünen adam, bir ipe dizdiği temizlenmiş
balıkları, kurutulmuş balığa çevirmek için iki direğin arasına asmaya
çalışıyordu. Sonra hiçbir öfkesi, kızgınlığı, duygusu olmayan o sözcükler
döküldü kadının ağzından. Öylesine; sıradanmış gibi. Adamın yüzünde bir anda derin
birkaç kırışık ve saçında hayli beyaz tele dönüştü bu cümle.
“Bu
çocuklar senden değil.”
Kadının
adı Adenna. Çocuklar Fenikeli bir kaptanla yaşadığı aşkın ürünü. Kaptan
Lambousa’ya her geldiğinde Adenna eteklerinde zillerle koşuyor sevgilisine. Kocası
farkında değil ya da öyle davranıyor. Cesareti kırılmış.
Adenna
konuşmaya devam ediyor sakince; “Susma, neden konuşmuyorsun, bir şeyler söyle,
kızmadın mı; üzdüm mü seni?”
“Seni
öldürmemden korkmuyor musun?” diyor adam.
“Eğer
siz erkekler bizdeki yüreğin onda birine sahip olsaydınız, etek giyme
cesaretini bize bırakmazdınız” diyor Adenna; dalyanın içlerine doğru uzaklaşan
adamın ardından.
Tarih
henüz başlamıştı. İsa’nın doğumuna çok vardı daha. Adam dişiyle, tırnağıyla
kayalara oyduğu balık havuzlarında beslediği balıklarla baktı ailesine ölene
dek. Kadın ikiz oğlanlarını büyüttü Fenikeli Kaptandan olma ve “Senin değil
bunlar” dedi hep adama. Adam bir anda yaşlandı, kadın olgunlaştı. Ve bir gün
ansızın ölüverdi. Adenna balıkları beslemeye ve kurutmaya devam etti çocukları
için.
Lambousa’da
sonraki her yüzyılın başında kadınlar ikiz doğurup, babalarını kocalarından
sakladılar. Sonraki her yüzyıl kendi ihanetini, her ihanet, bir kocanın eksik
yanlarını dolduran kendi korkağını doğurdu.
İkinci
Deniz
Vedat.
Bir lokantanın sokağa taşmış masalarından birinde balık yiyoruz gece geç
saatte. İçki yok menüde, sadece balık. İçki olsa Vedat gelmez, akıllı o; meze
olma niyetinde değil.
“İyi
akşamlar abi, rahatsız ediyorum kusura bakmayın.”
Genellikle
bu söylemin arkasından dilenen bir ruh çıkar ama Vedat şaşırtıyor bizi; “Ben
evsizim, sokakta yaşıyorum, bana bir akşam yemeği ısmarlar mısınız?”
Abartısız
tüm bu kibarlıkla çıkıyor ağzından her şey.
“Burada
yiyeceksin ama” diye atılıyor masadaki ruhsuzlardan biri. Sonuçta hesabı benim
ödeyeceğimden o kadar emin ki.
“Tabi”
diyor Vedat “Nereye oturmamı istersiniz?”
Vedat
hemen önümüzdeki masaya oturdu. Üzerinde bir şort mayo, tişört ve ayağında bir çift
plastik terlik var. Sanırım tüm mal varlığı bu. Yirmili yaşlarında, zayıf,
uzun. Az sonra Vedat’ın ekmek arası balığı geldi ve ilk birkaç ısırıktan sonra
bana dönüp; “Abi izin verirsen bir de kola söyleyebilir miyim?” dedi. “Elbette”
dedim ve ona bırakmadan garsonu çağırıp bir kola getirmelerini rica ettim.
Vedat bir yandan yemeğini yerken, diğer yandan da benim ve masadakilerin soru
yağmuruna yetişmeye çalışıyordu. Bazen duruyor, ağzındakini esaslıca çiğneyip,
yutuyor ondan sonra konuşuyordu. Masadakilerden biri neden sokağa düştüğünü
sorunca; Vedat yine ağzındakini bitirdi ve belki sesine eklemeyi unuttuğu
duygulardan yoksun olarak; “Ben piçim” dedi umursamaz biçimde.
Gerçekten
de duygusu yok muydu -gözlerini görebilsem belki var diyebilirdim- ya da duygularını
unutmuş muydu, anlayamadım. Hızlıca yuttuğu lokmalarının ardından kolasını
bitirip ayağa kalktı ve masamızın yanında saygı gösteren bir beden diliyle
teşekkür etti. Ama onu öyle kolay salmayacaktık. Beklenmedik bir biçimde meze
olmuştu. Sabırla, sorduğumuz tüm sorulara yanıt verdi. Yıkanmak için Lara’da
denize girdiğini, uyumak için neresi uygunsa orayı seçtiğini, yazın kolay
olduğunu ama kışın mutlaka bir kapalı yer gerektiğini, sigarayı bıraktığını,
kimliği olmadığını ama numarasını bildiğini ve daha neler geliyorsa aklımıza
günlük yaşamıyla ilgili her şeyi anlattı Vedat. Arada bir, attığı jiletlerin
haritaya çevirdiği kollarını arkasına götürerek özeline ait geçmişini gizlemeye
çalışıyordu. Yurttayken annesini bulmuş ve kendi öyküsünün ayrıntılarını
öğrenmişti. Babası, annesini genç bir kızken kaçırıp tecavüz etmiş, ardından da
evlenmeyi kabul edip hapisten kurtulmuştu. Tam da evlenecekken ortadan
kaybolmuş, annesi de onu doğurduktan sonra Çocuk Esirgeme Kurumuna bırakmıştı.
On sekiz yaşını doldurunca yurttan atılmış, sokaklarla iyice arkadaş olmuştu
Vedat. Hırsızlıktan sabıkası vardı ve bu yüzden iş bulamıyordu ona göre. Oysa çalışmak
niyetinde değildi Vedat; bir kez başkaları onu harcamıştı, kendisi bunu neden
yapmasındı?
Gerçekten
babanı tanımıyor musun diye sorduğumda; “Yo en azından bir ipucum var,
ortalarda pek görünmese de kendisi bir kaptan, Finikeli.”
Üçüncü
Deniz
Truva
savaşından dönen bir geminin tayfası ve askerleri, Truvalı Helen’in bacak
arasını görüp görmediklerini hiçbir tarih kitabı yazmasa da, ömürlerinin sonuna
değin çok güzel, kıllı bir am gördüklerini ballandıra ballandıra anlatmanın
hesaplarını yapıyordu. Gemi Gelidonya Kayalıklarına çarpıp battı. Kurtulanlar,
daha doğrusu o fırtınada yüzmeyi becerenler karaya çıkıp doğuya doğru yürümeye
başladılar. Phaselos’a geldiklerinde, yani fasulye yarımadasına geldiklerinde
bir çobanla karşılaştılar. Çoban onlara gereken saygıyı gösterse de burasının
onun toprağı olduğunu açık bir dille anlatıp dilediklerince kalabileceklerini
ama zamanı geldiğinde de gitmeleri gerektiğini dikkatlice vurguladı. Komutan
Lindius da, Kaptan da üç tane liman yapılabilecek koyu bir arada görünce
arazinin bu çobandan alınması gerektiğini anladılar. Ancak gemi enkazından
sadece hayatta kalabilmelerini sağlayacak yiyeceği kurtarabilmişler kalan her
şey Akdeniz’in sularına bir adak olarak sunulmuştu. Ölenler dahil. Kaptan
Komutanın yanına giderek, sessizce “Sen bana bırak” dedi. Birinci limanın
karşısında kamp kurdular ve ilk gece çobanı, kalan yiyeceklerini paylaştıkları
bir yemeğe davet etti Kaptan. Çobanı nasıl kandırabilirim hesaplarını kafasında
kurmuş ancak ona verecek değerli bir şeyi olmadığından onun ilgisini
çekebilecek bir şeyler yaratmaya çalışıyordu. Birinci gece mısır unundan
yaptıkları bir ekmeği ve çorbayı paylaştılar. Evet, sefildiler ve Kaptan bu
sefaleti özellikle öne çıkarıp çobanda bir acıma duygusu yaratmaya çalışıyordu.
Çoban Cylabras mısır çorbasını ve ekmeğini sevmemişti ve ertesi akşam bu
sefaletin altında kalmamak için kestiği bir oğlağı ateşte çevirerek yanıt verdi.
Üçüncü gece Kaptan attığı kancanın yeterince sağlam bir yere tutunduğundan emin
olarak adamlarından ayrı bir noktada ateş yaktırdı. Komutan Lindius ve çobanı
akşam yemeğinde yalnız bırakmak niyetindeydi. Son hamle Komutan Lindius’ undu. İkisi
de kıçlarını koyacak büyükçe kayaları ateşin etrafına yerleştirdikten sonra
komutan gruba dönüp; “Kenani** Kaptan nerede kaldı bizim balıklar” diye
seslendi. Kaptan soyunu tanımlayan bu seslenişi hakaret saysa da hemen
geleceğini söyleyerek öfkesini sonraya sakladı. Ateşte biraz ısıttığı
kurutulmuş balığın kılçıklarını ayıkladı ve büyükçe bir incir yaprağının üzerine
biraz turunç suyu ve çobanın hediye ettiği bir testi zeytinyağından biraz
gezdirerek önce çobanın eline sonra da Komutan Lindius’a verdi. Yanlarından
ayrılmadan önce çobana dönüp; “Bu balıklar Akdeniz’in en ünlü balıkçısından
geldi; Lambousa’lı Adenna’dan, bir daha bu tadı ne zaman yakalarsın tanrılar
bilir” dedi bilgiççe.
Gecenin
sonunda çoban, başlangıçta üç ve her yıl en az üç olmak üzere kurutulmuş balık
karşılığında Phaselis’i Komutan Lindius’a sattı ve sürüsünü alıp başka bir koya
gitti. Kaptan, çoban sürüsüyle uzaklaşırken Komutanın kulağına eğilip; “ Ben
Kenani olabilirim, ama sen Fenikeli diyeceksin” dedi.
Dördüncü
Deniz
Likyalı
kahinlerin ününü duymayan kalmasa da o gece düşünde gördüğü ağzı köpüklü al
atları ve karısının üzerine abanmış Fenikeli Kaptanı açıklayacak bir tane bile
bulamamıştı. Tüm bu sıkıntıları kafasında taşırken Telmessos çarşısının –hani
süslü olmak adına agorasının- hemen bitişiğindeki genel tuvaletlerde çişini
yaparken asıl sorunuyla karşılaştı; kan işemeye başlamıştı. Geri dönüp aynı kahinleri teker teker yeniden
dolaştı, sonuç aynıydı bir hekime gitmeliydi. Bütün kahinler aynı zamanda birer
hekim olduğundan hastanın durumunu bu kez tıbbi olarak değerlendirip yeni bir
sonuca vardılar; tabi hekimlik ücretlerini alarak. Hastanın Tenedos şarabı
içmesi gerekliydi. Bunu bulacak adamı bulmak epey zaman aldı. Kimsede Tenedos
şarabı yoktu ve gelecekte kimse de Tenedos’a gitmeye niyetli değildi. Limandaki
her kaptan kuzeye gitmenin bu mevsimde zor olduğunu ancak ve ancak sonbaharda
gidilebileceğini söylüyordu; biri hariç. Fenikeli Kaptan ben giderim dedi ancak
ücretini peşin istiyordu. Likyalı tacir her ne kadar kan işese de parasını
kaptırmak niyetinde değildi; bir anlaşma yolu buluruz dedi. Ve sonunda kaptan
güvence olarak Likyalı tacirin karısını yanına almayı kabul edip yola çıktı. En
az yedi çocuk doğurmuş kadın, bir yandan kocasının ölebileceğini hesaplayarak
ve ondan kalacakların hevesiyle tombul bedenine aldırmadan bir ceylan gibi
gemiye atlayıvermişti. Likyalı tacir de, kaptanın bu görüntüsüyle karısına bir
zarar veremeyeceğini düşünüyordu. Halikarnasos’a geldiklerinde kaptan, günlerce
üzerinden inmediği kadını bir köle pazarında sattı.
Beşinci
Deniz
Burası
Bodrum, burada yaşananlar burada kalır.
Altıncı
Deniz
-Hangimiz diğerinin ölümüne tanıklık edecek?
-Bilmem; sence hangimiz?
Smyrnalı Teseus kardeşler elleri arkalarından
gemi direğine sıkıca bağlanmış, limana vardıklarında başlarına gelecekleri
kestirmeye çalışıyorlardı.
İmbatın
taşıdığı serinliği iyice içine çekip, kalan ömründen bir nefes daha verdi büyük
Teseus. Fenike Gemisi, imbatla şişirdiği iki yelkeni sayesinde Smyrna Körfezine
girdi ve limana doğru ilerledi. Saatler sonra limana vardıklarında güneş batmıştı
ama havanın alacakaranlığı halen sürüyordu. Limana yanaşıp palamara
bağlandıktan sonra Kaptan ve tayfalar sırasıyla geminin kıçındaki Küçük Çekiç
Tanrısı “Puam”ın önünde saygıyla eğildiler ve bazı adaklar koydular önüne.
Kaptan bir testi şarap getirtip önce kendisi bir yudum aldı sonra biraz da
Puam’ın önüne döktü; birazını da denize. “Tanrılar yoldaşımız olsun” deyip
ayini bitirdi.
Gemide
yeterince muhafız bırakıp –kürek mahkumu köleler kaçma girişiminde
bulunmasınlar diye- Smyrnalı kardeşleri de yanlarına aldılar ve limanın en ünlü
meyhanesinin yoluna düştüler.
Limandan
kentin agorasına kadar bütün yollar taş döşenmiş, yol boyu türlü türlü malların
saklandığı depolar yapılmıştı. Kentin zenginliğini bu denli açık anlatan
yapılar karşısında Fenikeli Kaptan, kardeşler için alacağı fidyenin her adımda
daha da arttığını hissedebiliyordu.
“Phoiniks”in
yani “Kızılkuş” ya da başka bir anlamıyla “Anka Kuşu” meyhanesinin sahibi;
karısı arada bir yakışıklı denizcilerle para karşılığı yatsa da onu seviyor ve
böyle bir mekanda hayatta kaldığı için tanrılarına şükrediyordu. Tabii bunda
beslediği üç fedainin de rolü vardı ama sonuçta bir gün onlar da kendisinin
ölümünü isteyebilirdi. Hoş, karısı onlarla da eğlenceli zamanlar geçirmeyi
kendisi için uygun görmüştü, ne gibi bir zararı olabilirdi ki?
Meyhaneye
vardıklarında Smyrnalı kardeşleri birbirine bağlı olarak meyhanenin ortasında
ayağa diktiler ve masalara dağılıp günlerce özlemini çektikleri şaraplarını
içmeye daldılar; Kaptan hariç. Meyhanecinin karısını gözüne kestirmiş ve ondan
yararlanmanın yolunu ararken genç ve güzel kadın bu ilgiyi bir anda paraya
çevirmenin hesabını yaparak seğirtiverdi Kaptanın yanına. Kaptan kadının
kulağına eğilip “Teseus’u bul bana” dedi. Ardından, Yunanlı, Romalı, Lidyalı,
Sardesli, Karialı ve daha nice yerden gelmiş birbirinden azgın ve yabani
denizci topluluğuna dönerek; “Bu iki salak Halikarnassos açıklarında
gemileriyle bana saldırdılar, elbette yenebilecek güçleri vardı ama Tanrılar
bizden yanaydı diyelim, mürettebatları öldü ve ben gemilerini batırdım. Şimdi
babalarını arıyorum bakalım onları kaça satın alacak.” Koca bir kahkaha
gürültüsü yükseldi meyhaneden.
Bir süre sonra
meyhaneye gelen baba Teseus ortada ayakta dikilen oğullarına bakıp; “Aptallar”
dedi ve ikisine de sağlam birer tokat attıktan sonra Fenikeli Kaptana döndü
”Kaç para istiyorsun?” diye sordu. Kaptan böylesine kısa bir pazarlık
beklemediğinden; “Sence kaç para ediyorlarsa, onu” diyerek kestirme bir yanıt
verdi. Baba Teseus tuniğinin altında beline sardığı keseden bir gümüş sikke
çıkarıp yere attı; “Bu kadar.”
Kaptan
bıçağını çekti ve büyük oğlanı kalbinden bıçakladı. Herkesin şaşkınlıkla izlediği bu anın
ardından küçük oğlan kendisinden beklenmeyen güçlü bir kahkaha attı ve “Ben
kazandım, ben kazandım!” diye bağırdı. Tam o anda Fenikeli tayfa babanın elini
kolunu bağlayıp beline sardığı keseleri Kaptana verdiler. Kaptan paraya bakıp
bu da olur anlamında başını salladı ve denizciler hep bir anda toplanıp
meyhaneden çıktılar. Ancak gemiye çıkarken farkına vardılar aralarındaki
yabancının; meyhanecinin karısı. O kargaşada Kaptanın koluna yapışmış, onunla
birlikte gemiye kadar gelmişti. Phoiniks’teki hiç kimse onun yokluğunu
anlamadı. Gemilerine binip açıldılar ve Smyrna Körfezini çıkarken Kaptan işbirliği
yaptığı kadını öldürüp denize attı.
Yedinci
Deniz
Salacak’ta
salaş bir lokantada buluştuk. Masanın üzerinde insanın dirseklerini ve
kollarını masaya yapıştıran kirli, eski bir muşamba örtü vardı. Başının
üzerinde dolaşan arsız karasineği bir eliyle uzaklaştırmaya çalışırken diğer
eliyle gözlerini saklayan güneş gözlüğünü düzeltti.
“Boşanmak
istiyorum Erhan.”
Yedi
rakamının "Y" harfi ile ilişkisi gibiydi bizimkisi, ilk bakışta
anlaşılamayan. Bu da o bunalımlı, nevrotik çıkışlarından biriydi sanırım. Yüz
üç gündür görüşmemiş, konuşmamıştık. Bazen ölümüne söylenecek şeyler bulur,
sözcüklerin şah damarına acımasızca basardı.
-
Neden?
- Artık
sana sevgim kalmadı, saygım da kalmadı, bırak gideyim. Seni görmek istemiyorum,
senden kurtulmak için ölmek bile istedim ama olmuyor. Ölmeye çalışmak da en az
hayatta kalmaya çalışmak kadar zor.
- Bana kızmış olabilirsin, bana küsmüş de
olabilirsin. Birinci olarak nedenini bilmek isterim, ikincisi kendimi
bağışlatmak için ne yapmam gerektiğini bilmek isterim ve en önemlisi benim seni
sevdiğimi bilmeni isterim.
- Bırak
yolculuğuma gideyim; dönüşünü düşünmediğim ve sahibi olduğumu sandığım şeylerin
esaretinden kurtuluş yolculuğu bu; sen geri dönmek ister miydin? Ben bir
köleyim; özgürlüğümün kölesi. Yani bu öyle bildiğin, sıradan bir şey değil,
anlayamazsın.
- Bunca
yıl sonra mı, on yedi yıl oldu evleneli, yedi yıl da öncesi var, üstelik iki de
çocuk; neden?
- Bu
çocuklar senden değil!
Kocaman
ve bir o kadar da sessiz bir çınlamaya dönmüştüm. Hangi kulaklarda gezindiğimi
bilmiyorum. Birileri beni duydu mu acaba? Bir kez daha kırılmıştı bütün
canlarım. Hangi yanım topal kalmıştı onun karşısında?
Umutsuzca
masadan kalktı, yolun karşısına, Kız Kulesinin hemen yanındaki kayalara doğru
gitti.
Yıllarca
içinde biriktirdiği martıya dönüştü tam yüreğinin ortasından başlayarak… Bembeyaz…
Gururlu kanatlarını açıp, Marmara’nın ortasında onun için gelen lodosuna doğru
kanat çırptı. Karşılaştıklarında, lodos kanatlarını griye çaldı martının, biraz
da uçlarından siyaha; martı da lodosun yüreğini beyaza. Kucaklaştılar… Gri bulutların
arasında bir gemi direğini belli belirsiz yalpalarken gördüm bir an ve sonra gözden
kayboldu.
Artık
geri dönmeyecek.
Biliyorum.
*Lambousa;
Kıbrıs’ın kuzeyinde bir kıyı şehri
**Kenani;
İbranice ve Sami dillerinde “Tüccar”; Fenikelilerin kendilerine verdikleri ad
Erhan
Sertbaş
Ağustos
2016 Antalya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder