23 Eylül 2016 Cuma

Yedi Deniz / Erhan Sertbaş


Birinci Deniz

 


Sabahın en uysal saatlerinde, Lambousa’nın* kıyısındaki dalyanlara, kucağında ikiz bebekleriyle gelen bir kadın, adamın karşısında durdu, sevecenlikle baktı. Neredeyse kadının babası yaşında görünen adam, bir ipe dizdiği temizlenmiş balıkları, kurutulmuş balığa çevirmek için iki direğin arasına asmaya çalışıyordu. Sonra hiçbir öfkesi, kızgınlığı, duygusu olmayan o sözcükler döküldü kadının ağzından. Öylesine; sıradanmış gibi. Adamın yüzünde bir anda derin birkaç kırışık ve saçında hayli beyaz tele dönüştü bu cümle.

 

“Bu çocuklar senden değil.”

 

Kadının adı Adenna. Çocuklar Fenikeli bir kaptanla yaşadığı aşkın ürünü. Kaptan Lambousa’ya her geldiğinde Adenna eteklerinde zillerle koşuyor sevgilisine. Kocası farkında değil ya da öyle davranıyor. Cesareti kırılmış.

 

Adenna konuşmaya devam ediyor sakince; “Susma, neden konuşmuyorsun, bir şeyler söyle, kızmadın mı; üzdüm mü seni?”

 

“Seni öldürmemden korkmuyor musun?” diyor adam.

 

“Eğer siz erkekler bizdeki yüreğin onda birine sahip olsaydınız, etek giyme cesaretini bize bırakmazdınız” diyor Adenna; dalyanın içlerine doğru uzaklaşan adamın ardından.

 

Tarih henüz başlamıştı. İsa’nın doğumuna çok vardı daha. Adam dişiyle, tırnağıyla kayalara oyduğu balık havuzlarında beslediği balıklarla baktı ailesine ölene dek. Kadın ikiz oğlanlarını büyüttü Fenikeli Kaptandan olma ve “Senin değil bunlar” dedi hep adama. Adam bir anda yaşlandı, kadın olgunlaştı. Ve bir gün ansızın ölüverdi. Adenna balıkları beslemeye ve kurutmaya devam etti çocukları için.

 

Lambousa’da sonraki her yüzyılın başında kadınlar ikiz doğurup, babalarını kocalarından sakladılar. Sonraki her yüzyıl kendi ihanetini, her ihanet, bir kocanın eksik yanlarını dolduran kendi korkağını doğurdu.

 

İkinci Deniz

 

Vedat. Bir lokantanın sokağa taşmış masalarından birinde balık yiyoruz gece geç saatte. İçki yok menüde, sadece balık. İçki olsa Vedat gelmez, akıllı o; meze olma niyetinde değil.

 

“İyi akşamlar abi, rahatsız ediyorum kusura bakmayın.”

 

Genellikle bu söylemin arkasından dilenen bir ruh çıkar ama Vedat şaşırtıyor bizi; “Ben evsizim, sokakta yaşıyorum, bana bir akşam yemeği ısmarlar mısınız?”

 

Abartısız tüm bu kibarlıkla çıkıyor ağzından her şey.

 

“Burada yiyeceksin ama” diye atılıyor masadaki ruhsuzlardan biri. Sonuçta hesabı benim ödeyeceğimden o kadar emin ki.

 

“Tabi” diyor Vedat “Nereye oturmamı istersiniz?”

 

Vedat hemen önümüzdeki masaya oturdu. Üzerinde bir şort mayo, tişört ve ayağında bir çift plastik terlik var. Sanırım tüm mal varlığı bu. Yirmili yaşlarında, zayıf, uzun. Az sonra Vedat’ın ekmek arası balığı geldi ve ilk birkaç ısırıktan sonra bana dönüp; “Abi izin verirsen bir de kola söyleyebilir miyim?” dedi. “Elbette” dedim ve ona bırakmadan garsonu çağırıp bir kola getirmelerini rica ettim. Vedat bir yandan yemeğini yerken, diğer yandan da benim ve masadakilerin soru yağmuruna yetişmeye çalışıyordu. Bazen duruyor, ağzındakini esaslıca çiğneyip, yutuyor ondan sonra konuşuyordu. Masadakilerden biri neden sokağa düştüğünü sorunca; Vedat yine ağzındakini bitirdi ve belki sesine eklemeyi unuttuğu duygulardan yoksun olarak; “Ben piçim” dedi umursamaz biçimde.

 

Gerçekten de duygusu yok muydu -gözlerini görebilsem belki var diyebilirdim- ya da duygularını unutmuş muydu, anlayamadım. Hızlıca yuttuğu lokmalarının ardından kolasını bitirip ayağa kalktı ve masamızın yanında saygı gösteren bir beden diliyle teşekkür etti. Ama onu öyle kolay salmayacaktık. Beklenmedik bir biçimde meze olmuştu. Sabırla, sorduğumuz tüm sorulara yanıt verdi. Yıkanmak için Lara’da denize girdiğini, uyumak için neresi uygunsa orayı seçtiğini, yazın kolay olduğunu ama kışın mutlaka bir kapalı yer gerektiğini, sigarayı bıraktığını, kimliği olmadığını ama numarasını bildiğini ve daha neler geliyorsa aklımıza günlük yaşamıyla ilgili her şeyi anlattı Vedat. Arada bir, attığı jiletlerin haritaya çevirdiği kollarını arkasına götürerek özeline ait geçmişini gizlemeye çalışıyordu. Yurttayken annesini bulmuş ve kendi öyküsünün ayrıntılarını öğrenmişti. Babası, annesini genç bir kızken kaçırıp tecavüz etmiş, ardından da evlenmeyi kabul edip hapisten kurtulmuştu. Tam da evlenecekken ortadan kaybolmuş, annesi de onu doğurduktan sonra Çocuk Esirgeme Kurumuna bırakmıştı. On sekiz yaşını doldurunca yurttan atılmış, sokaklarla iyice arkadaş olmuştu Vedat. Hırsızlıktan sabıkası vardı ve bu yüzden iş bulamıyordu ona göre. Oysa çalışmak niyetinde değildi Vedat; bir kez başkaları onu harcamıştı, kendisi bunu neden yapmasındı?

 

Gerçekten babanı tanımıyor musun diye sorduğumda; “Yo en azından bir ipucum var, ortalarda pek görünmese de kendisi bir kaptan, Finikeli.”

 

 

Üçüncü Deniz

Truva savaşından dönen bir geminin tayfası ve askerleri, Truvalı Helen’in bacak arasını görüp görmediklerini hiçbir tarih kitabı yazmasa da, ömürlerinin sonuna değin çok güzel, kıllı bir am gördüklerini ballandıra ballandıra anlatmanın hesaplarını yapıyordu. Gemi Gelidonya Kayalıklarına çarpıp battı. Kurtulanlar, daha doğrusu o fırtınada yüzmeyi becerenler karaya çıkıp doğuya doğru yürümeye başladılar. Phaselos’a geldiklerinde, yani fasulye yarımadasına geldiklerinde bir çobanla karşılaştılar. Çoban onlara gereken saygıyı gösterse de burasının onun toprağı olduğunu açık bir dille anlatıp dilediklerince kalabileceklerini ama zamanı geldiğinde de gitmeleri gerektiğini dikkatlice vurguladı. Komutan Lindius da, Kaptan da üç tane liman yapılabilecek koyu bir arada görünce arazinin bu çobandan alınması gerektiğini anladılar. Ancak gemi enkazından sadece hayatta kalabilmelerini sağlayacak yiyeceği kurtarabilmişler kalan her şey Akdeniz’in sularına bir adak olarak sunulmuştu. Ölenler dahil. Kaptan Komutanın yanına giderek, sessizce “Sen bana bırak” dedi. Birinci limanın karşısında kamp kurdular ve ilk gece çobanı, kalan yiyeceklerini paylaştıkları bir yemeğe davet etti Kaptan. Çobanı nasıl kandırabilirim hesaplarını kafasında kurmuş ancak ona verecek değerli bir şeyi olmadığından onun ilgisini çekebilecek bir şeyler yaratmaya çalışıyordu. Birinci gece mısır unundan yaptıkları bir ekmeği ve çorbayı paylaştılar. Evet, sefildiler ve Kaptan bu sefaleti özellikle öne çıkarıp çobanda bir acıma duygusu yaratmaya çalışıyordu. Çoban Cylabras mısır çorbasını ve ekmeğini sevmemişti ve ertesi akşam bu sefaletin altında kalmamak için kestiği bir oğlağı ateşte çevirerek yanıt verdi. Üçüncü gece Kaptan attığı kancanın yeterince sağlam bir yere tutunduğundan emin olarak adamlarından ayrı bir noktada ateş yaktırdı. Komutan Lindius ve çobanı akşam yemeğinde yalnız bırakmak niyetindeydi. Son hamle Komutan Lindius’ undu. İkisi de kıçlarını koyacak büyükçe kayaları ateşin etrafına yerleştirdikten sonra komutan gruba dönüp; “Kenani** Kaptan nerede kaldı bizim balıklar” diye seslendi. Kaptan soyunu tanımlayan bu seslenişi hakaret saysa da hemen geleceğini söyleyerek öfkesini sonraya sakladı. Ateşte biraz ısıttığı kurutulmuş balığın kılçıklarını ayıkladı ve büyükçe bir incir yaprağının üzerine biraz turunç suyu ve çobanın hediye ettiği bir testi zeytinyağından biraz gezdirerek önce çobanın eline sonra da Komutan Lindius’a verdi. Yanlarından ayrılmadan önce çobana dönüp; “Bu balıklar Akdeniz’in en ünlü balıkçısından geldi; Lambousa’lı Adenna’dan, bir daha bu tadı ne zaman yakalarsın tanrılar bilir” dedi bilgiççe.

 

Gecenin sonunda çoban, başlangıçta üç ve her yıl en az üç olmak üzere kurutulmuş balık karşılığında Phaselis’i Komutan Lindius’a sattı ve sürüsünü alıp başka bir koya gitti. Kaptan, çoban sürüsüyle uzaklaşırken Komutanın kulağına eğilip; “ Ben Kenani olabilirim, ama sen Fenikeli diyeceksin” dedi.

 

Dördüncü Deniz

 

Likyalı kahinlerin ününü duymayan kalmasa da o gece düşünde gördüğü ağzı köpüklü al atları ve karısının üzerine abanmış Fenikeli Kaptanı açıklayacak bir tane bile bulamamıştı. Tüm bu sıkıntıları kafasında taşırken Telmessos çarşısının –hani süslü olmak adına agorasının- hemen bitişiğindeki genel tuvaletlerde çişini yaparken asıl sorunuyla karşılaştı; kan işemeye başlamıştı.  Geri dönüp aynı kahinleri teker teker yeniden dolaştı, sonuç aynıydı bir hekime gitmeliydi. Bütün kahinler aynı zamanda birer hekim olduğundan hastanın durumunu bu kez tıbbi olarak değerlendirip yeni bir sonuca vardılar; tabi hekimlik ücretlerini alarak. Hastanın Tenedos şarabı içmesi gerekliydi. Bunu bulacak adamı bulmak epey zaman aldı. Kimsede Tenedos şarabı yoktu ve gelecekte kimse de Tenedos’a gitmeye niyetli değildi. Limandaki her kaptan kuzeye gitmenin bu mevsimde zor olduğunu ancak ve ancak sonbaharda gidilebileceğini söylüyordu; biri hariç. Fenikeli Kaptan ben giderim dedi ancak ücretini peşin istiyordu. Likyalı tacir her ne kadar kan işese de parasını kaptırmak niyetinde değildi; bir anlaşma yolu buluruz dedi. Ve sonunda kaptan güvence olarak Likyalı tacirin karısını yanına almayı kabul edip yola çıktı. En az yedi çocuk doğurmuş kadın, bir yandan kocasının ölebileceğini hesaplayarak ve ondan kalacakların hevesiyle tombul bedenine aldırmadan bir ceylan gibi gemiye atlayıvermişti. Likyalı tacir de, kaptanın bu görüntüsüyle karısına bir zarar veremeyeceğini düşünüyordu. Halikarnasos’a geldiklerinde kaptan, günlerce üzerinden inmediği kadını bir köle pazarında sattı.

 

Beşinci Deniz

 

Burası Bodrum, burada yaşananlar burada kalır.

 

Altıncı Deniz

 

-Hangimiz diğerinin ölümüne tanıklık edecek?

-Bilmem; sence hangimiz?

 

Smyrnalı Teseus kardeşler elleri arkalarından gemi direğine sıkıca bağlanmış, limana vardıklarında başlarına gelecekleri kestirmeye çalışıyorlardı.

İmbatın taşıdığı serinliği iyice içine çekip, kalan ömründen bir nefes daha verdi büyük Teseus. Fenike Gemisi, imbatla şişirdiği iki yelkeni sayesinde Smyrna Körfezine girdi ve limana doğru ilerledi. Saatler sonra limana vardıklarında güneş batmıştı ama havanın alacakaranlığı halen sürüyordu. Limana yanaşıp palamara bağlandıktan sonra Kaptan ve tayfalar sırasıyla geminin kıçındaki Küçük Çekiç Tanrısı “Puam”ın önünde saygıyla eğildiler ve bazı adaklar koydular önüne. Kaptan bir testi şarap getirtip önce kendisi bir yudum aldı sonra biraz da Puam’ın önüne döktü; birazını da denize. “Tanrılar yoldaşımız olsun” deyip ayini bitirdi.

 

Gemide yeterince muhafız bırakıp –kürek mahkumu köleler kaçma girişiminde bulunmasınlar diye- Smyrnalı kardeşleri de yanlarına aldılar ve limanın en ünlü meyhanesinin yoluna düştüler.

 

Limandan kentin agorasına kadar bütün yollar taş döşenmiş, yol boyu türlü türlü malların saklandığı depolar yapılmıştı. Kentin zenginliğini bu denli açık anlatan yapılar karşısında Fenikeli Kaptan, kardeşler için alacağı fidyenin her adımda daha da arttığını hissedebiliyordu.

 

“Phoiniks”in yani “Kızılkuş” ya da başka bir anlamıyla “Anka Kuşu” meyhanesinin sahibi; karısı arada bir yakışıklı denizcilerle para karşılığı yatsa da onu seviyor ve böyle bir mekanda hayatta kaldığı için tanrılarına şükrediyordu. Tabii bunda beslediği üç fedainin de rolü vardı ama sonuçta bir gün onlar da kendisinin ölümünü isteyebilirdi. Hoş, karısı onlarla da eğlenceli zamanlar geçirmeyi kendisi için uygun görmüştü, ne gibi bir zararı olabilirdi ki?

 

Meyhaneye vardıklarında Smyrnalı kardeşleri birbirine bağlı olarak meyhanenin ortasında ayağa diktiler ve masalara dağılıp günlerce özlemini çektikleri şaraplarını içmeye daldılar; Kaptan hariç. Meyhanecinin karısını gözüne kestirmiş ve ondan yararlanmanın yolunu ararken genç ve güzel kadın bu ilgiyi bir anda paraya çevirmenin hesabını yaparak seğirtiverdi Kaptanın yanına. Kaptan kadının kulağına eğilip “Teseus’u bul bana” dedi. Ardından, Yunanlı, Romalı, Lidyalı, Sardesli, Karialı ve daha nice yerden gelmiş birbirinden azgın ve yabani denizci topluluğuna dönerek; “Bu iki salak Halikarnassos açıklarında gemileriyle bana saldırdılar, elbette yenebilecek güçleri vardı ama Tanrılar bizden yanaydı diyelim, mürettebatları öldü ve ben gemilerini batırdım. Şimdi babalarını arıyorum bakalım onları kaça satın alacak.” Koca bir kahkaha gürültüsü yükseldi meyhaneden.

 

Bir süre sonra meyhaneye gelen baba Teseus ortada ayakta dikilen oğullarına bakıp; “Aptallar” dedi ve ikisine de sağlam birer tokat attıktan sonra Fenikeli Kaptana döndü ”Kaç para istiyorsun?” diye sordu. Kaptan böylesine kısa bir pazarlık beklemediğinden; “Sence kaç para ediyorlarsa, onu” diyerek kestirme bir yanıt verdi. Baba Teseus tuniğinin altında beline sardığı keseden bir gümüş sikke çıkarıp yere attı; “Bu kadar.”

 

Kaptan bıçağını çekti ve büyük oğlanı kalbinden bıçakladı.  Herkesin şaşkınlıkla izlediği bu anın ardından küçük oğlan kendisinden beklenmeyen güçlü bir kahkaha attı ve “Ben kazandım, ben kazandım!” diye bağırdı. Tam o anda Fenikeli tayfa babanın elini kolunu bağlayıp beline sardığı keseleri Kaptana verdiler. Kaptan paraya bakıp bu da olur anlamında başını salladı ve denizciler hep bir anda toplanıp meyhaneden çıktılar. Ancak gemiye çıkarken farkına vardılar aralarındaki yabancının; meyhanecinin karısı. O kargaşada Kaptanın koluna yapışmış, onunla birlikte gemiye kadar gelmişti. Phoiniks’teki hiç kimse onun yokluğunu anlamadı. Gemilerine binip açıldılar ve Smyrna Körfezini çıkarken Kaptan işbirliği yaptığı kadını öldürüp denize attı.

 

Yedinci Deniz

 

Salacak’ta salaş bir lokantada buluştuk. Masanın üzerinde insanın dirseklerini ve kollarını masaya yapıştıran kirli, eski bir muşamba örtü vardı. Başının üzerinde dolaşan arsız karasineği bir eliyle uzaklaştırmaya çalışırken diğer eliyle gözlerini saklayan güneş gözlüğünü düzeltti.

 

“Boşanmak istiyorum Erhan.”

 

Yedi rakamının "Y" harfi ile ilişkisi gibiydi bizimkisi, ilk bakışta anlaşılamayan. Bu da o bunalımlı, nevrotik çıkışlarından biriydi sanırım. Yüz üç gündür görüşmemiş, konuşmamıştık. Bazen ölümüne söylenecek şeyler bulur, sözcüklerin şah damarına acımasızca basardı.

 

- Neden?

 

- Artık sana sevgim kalmadı, saygım da kalmadı, bırak gideyim. Seni görmek istemiyorum, senden kurtulmak için ölmek bile istedim ama olmuyor. Ölmeye çalışmak da en az hayatta kalmaya çalışmak kadar zor.

 

- Bana kızmış olabilirsin, bana küsmüş de olabilirsin. Birinci olarak nedenini bilmek isterim, ikincisi kendimi bağışlatmak için ne yapmam gerektiğini bilmek isterim ve en önemlisi benim seni sevdiğimi bilmeni isterim.

 

- Bırak yolculuğuma gideyim; dönüşünü düşünmediğim ve sahibi olduğumu sandığım şeylerin esaretinden kurtuluş yolculuğu bu; sen geri dönmek ister miydin? Ben bir köleyim; özgürlüğümün kölesi. Yani bu öyle bildiğin, sıradan bir şey değil, anlayamazsın.

 

- Bunca yıl sonra mı, on yedi yıl oldu evleneli, yedi yıl da öncesi var, üstelik iki de çocuk; neden?

 

- Bu çocuklar senden değil!

 

Kocaman ve bir o kadar da sessiz bir çınlamaya dönmüştüm. Hangi kulaklarda gezindiğimi bilmiyorum. Birileri beni duydu mu acaba? Bir kez daha kırılmıştı bütün canlarım. Hangi yanım topal kalmıştı onun karşısında?

 

Umutsuzca masadan kalktı, yolun karşısına, Kız Kulesinin hemen yanındaki kayalara doğru gitti.

 

Yıllarca içinde biriktirdiği martıya dönüştü tam yüreğinin ortasından başlayarak… Bembeyaz… Gururlu kanatlarını açıp, Marmara’nın ortasında onun için gelen lodosuna doğru kanat çırptı. Karşılaştıklarında, lodos kanatlarını griye çaldı martının, biraz da uçlarından siyaha; martı da lodosun yüreğini beyaza. Kucaklaştılar… Gri bulutların arasında bir gemi direğini belli belirsiz yalpalarken gördüm bir an ve sonra gözden kayboldu.

 

Artık geri dönmeyecek.

Biliyorum.

 

*Lambousa; Kıbrıs’ın kuzeyinde bir kıyı şehri

**Kenani; İbranice ve Sami dillerinde “Tüccar”; Fenikelilerin kendilerine verdikleri ad

 

Erhan Sertbaş

Ağustos 2016 Antalya

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder