Bu günün o gün olduğunu biliyordum. Nereden ve nasıl
olduğunu bilmiyorum ama bu gün o gündü. Yataktan kalktığım anda biliyordum
çağrılacağımı. Küçük bir çanta hazırlamaya koyulduğumda cep telefonuma gelen
mesaj beni onaylamıştı çoktan.
“Onu kaybettik. Cenaze yarın öğle namazında kalkacak.”
Soğuk, uzak, ruhsuz bir mesaj. Aramak zahmetine bile katlanmıyorlar
ya da beni çok görüp, duymak istemediklerinden olsa gerek. Gitmesem mi acaba?
Yok, olmaz. Sonra nasıl anlatırım bunu kendime.
Mutfağa geçtim. Buzdolabından bir elma ve rakıyı çıkardım.
Sabah sabah iki duble rakı eşliğinde elmayı, dört tane cevizle birlikte yedim.
Elma dilimlerinin üzerine tarçın gezdirdim biraz. Bana öğrettiği gibi. Pavyon
usulü derdi. Ama onlar çekilmiş kahve serperler elma tabağına. Ne çok zaman
geçmiş pavyona ilk gittiğim günün üzerinden. Hoş sanki sonra bir kez daha
gitmişim gibi. Yola çıkmam gerek, cenaze beklemez. İçimdeki ses heyecanlanma
belki de gitmezsin, bir rakı daha iç diyor ama gitmek zorunda olduğumu biliyorum
bal gibi.
Giyindim. Hazırladığım çantayı omuzuma astım ve evden
çıktım. Otogara vardığımda ona giden ilk otobüsün ön koltuklarından birine
bilet aldım ve sonraki iki saati kimi zaman çevremi izleyerek, kimi zaman da
bir şeyler okuyarak geçirmeye çalıştım. Bu uyuşuk zaman öldürme seansımın
sonlarına doğru gözüme ilişti o. Hemen solumdaki bankta oturuyordu. Yirmili
yaşlarında ya var ya yok. Her ne kadar ağır makyajı, siyah mini eteği, krem
rengi askılı bluzu ve yüksek topuklu siyah ayakkabıları onu olgun göstermek
adına seçilmişse de davranışları yaşını kolay ele veriyordu.
Çantasından sigara paketini ve onun da içinden bir sigara
çıkardı. Sigarayı dudaklarının arasına koydu ve ardından bir kibrit kutusu
çıkardı çantasından. Eline aldığı kibritin alt ucunu sağ elinin baş ve işaret
parmakları arasına sıkıştırıp kutunun yakıcı yüzeyine, bedeninden dışarıya
doğru kibarca sürttü. Kutuyu tutan sol eli ve kibriti yanması için sürten sağ
eli sanki biraz sonra ürkütücü bir yangın çıkacakmış gibi tetikte ve çekingen
hareket ediyordu. Bu arada kibriti yakıcı yüzeye sürterken tüm fizik
kurallarını sonuna değin zorlayan bir hareket yaptığının farkında değildi.
Kibritin yanıcı ucu sürtünmenin etkisi altında kutu yüzeyinde ilerlerken,
odundan gövdesi parmakları ile yüzey arasında esnemeye ve doğal olarak
sürtünmeye karşı direnişe geçti. Kibrit çöpü kırılmakla yanmak arasında
giderken, hem kırılıp hem yanmak eylemini gerçekleştirecek cesarete sahip
olduğunu anladı. Kırılmadı ama yeterince sürtünemediği için yanmadı da.
Bir erkek olarak bana çok acemice görünen bu davranışın
nedenini sorgulayınca onu yargılamaktan vaz geçtim. Sonuçta, onun bu hareketi
öğrendiği bir rol modeli vardı. Benimkini bana öğreten gibi. Ve ben onun
cenazesine gidiyordum.
Tam sigaraya ne zaman başladığımı düşünecekken yanımdaki
boşluğa biri oturdu. Başıyla selam verdi. Bir yudum su içti elindeki pet
şişeden. Ağzındaki suyu çiğnedi yavaş yavaş ve yuttu.
“Kimse Zeki Müren dinlemiyor bu günlerde” dedi. Varsa
yoksa pop. Hoş ben de uzak kaldım epeydir. Hatta güzel bir masa donatmalı.
Biraz Zeki biraz Müzeyyen Senar çalmalı arkadan. Duyulacak kadar. Abartmadan.
Sohbet kıvama erip de son fasıla gelince Şükrü Tunar girmeli odaya. Klarnet son
cümlesini söylemeli akşamın” diye ekledi.
“Haklısınız” dedim, “Ne güzel olurdu bir fasıl akşamı.”
Galiba benzer yaşta göründüğümüzden ya da bilemediğim başka bir şeyden ötürü
ortak bir noktaya değinmişti. Saatime baktım;
“Benim otobüsümün zamanı yaklaştı, size keyifli fasıllar
diliyorum” diyerek kalktım.
Otobüsüme gittim. Uyduruk bagajımı alıp güzelce
yerleştirdiler ve nerede ineceğimi sordular. Dönüş biletimi almak için otogarda
inmeliydim;
“Otogarda ineceğim.”
Herkesle birlikte otobüse bindik ve şoförün çaprazına
düşen ön koltuktaki yerime oturdum. Otobüs dediğime bakmayın, otobüsle, minibüs
arası bir şey bu. Hani şu midibüs dediklerinden. Bana kalsa şehirlerarası
yolların en gereksiz taşıtlarından biri.
Şoför de koltuğuna oturdu. Ceplerinden çıkardığı iki cep
telefonunu ön cam ile gösterge panelinin üzerinde boydan boya uzanan havlumsu
bezin üzerine koydu. Telefonlar, mobil iletişim tarihinin ortaçağından kalmış,
“akıl” içermeyen sıradan şeylerdi bana göre. Görünürde ne kameraları ne de
uygulamaların görülebileceği ekranları vardı. Sadece konuşmaya ve mesaj
göndermeye yetiyordu güçleri.
Motoru çalıştırmadan önce deri montunun manşet
çıtçıtlarını açtı, yuvarlağımsı gövdesi üzerine iyice yerleşebilmesi için iki
yakasından tutup çekiştirdi. Koltuğuna iyice yerleşti. Otuzlu yaşlarında
görünen bu ufak tefek ve hayli kilolu adam, mesleğine özgü kontrollerini
tamamladıktan sonra motoru çalıştırdı. Yolcular son kez sayılıp eksik, fazla
var mı diye denetleyen görevli de araçtan indikten sonra yola koyulduk.
Otogardan çıktık, yol üstünden birkaç yolcu daha aldık ama yine de aracı
dolduramadık.
Bir süre yol aldıktan sonra arka sıralardan bir yolcu
yanımdaki boş koltuğa oturmak için izin istedi. Bundan hoşlanmasam da başım ve
ellerimle isteksiz bir onay verdim. Keşke vermeseydim. Oturur oturmaz konuşmaya
başladı. Nereye gidiyormuşum, nerede yaşıyormuşum, ne iş yapıyormuşum gibi
sıradan sorular sordu ama yanıtlarını almayı beklemedi. Bir süre yaşadığı
yerlerden, işinden, ailesinden söz etti, sonra işyerindeki amirlerinin yıkıcı
baskısını anlattı uzunca bir süre. Tam yorulduğunu ve susacağını düşünüyorken
karısından ve çocuklarından konuya devam etti. Sonunda karısının onu terk
ettiğini, çocuklarına annesinin baktığını anlayabildim bu geveze gürültüsünün
ardından.
Bir şey oldu sanki. Sonsuza değin susmayacakmış gibi heyecanla,
kederle sürdürdü hikayesini anlatmayı. Hiç ara vermeden. Neredeyse hiç soluk
almadan anlattı durdu. Ne kadar kırılıp üzüldüğünden, ona ne büyük öfke
duyduğundan, hep haklılığından söz etti. Bir ara benim farkıma varıp;
“Haksız mıyım” dedi.
“Haklısın ya da haksızsın beni ilgilendirmiyor, bana ne
bütün bunlardan” dedim soğuk, azarlayan bir sesle. Yüzü bir anda dağıldı ve
parçalarını toparlayamadan yanımdan kalktı, geldiği koltuğa geri döndü.
Şoförün duruşunda ilk bakışta bir sakinlik sezilse de
daha çok bir ezilmişliğin feryadı gözleniyor. Birkaç kez cep telefonuyla
konuştu. Konuşması bittikten sonra gerginliğini belli etmemeye çalışan bir
tavır takınsa da başını sıkılmış anlamında sağa sola çevirmesi ve sabırlı bir
görüntü çizmesi bana göre onu ele vermeye yetti. Güçlü görünmeye çalışan ancak
kendinden büyük bir gücün karşısında eğilmekten başka bir çare göremeyen küçük
bir adam olduğu her halinden belli. Sanırım çocukluğundan bu yana, babası,
annesi, kuran kursu hocası, öğretmeni, abisi, ablası, mahallenin kabadayısı, çarşının
polisi, askerde komutanı, çavuşu ve daha sayılamayacak kadar ufak tefek güçler,
üzerinden geçmekte sakınca görmemişti. Her biri için nefret duymayı bile
unutmuştu artık, sadece boyun eğmenin hayatta kalmakla ilişkili olduğunu
biliyordu. Onun için yapabileceklerimi duysa, korku krizlerine girer, beni
değil bir daha görmek, ortadan kaldırmanın yollarını arardı sanırım.
İçim geçiyor gibi. Rakının etkisi kaybolmadan biraz
kestirsem iyi olacak. Daha iki buçuk saat var yolun bitmesine.
Uykuya dalar dalmaz bir düşün içine düştüm sanırım.
“Bir bilet alıyorum otogardaki seyahat şirketlerinin
birinden. Nereye gittiğim belli değil. Plastik bir kart bu bilet dedikleri.
Üzerinde bir sürü rakam ve benim fotoğrafım var. Tarihi belli mi bilmiyorum ama
saati belli; 10;00.
Peronlara geçtim, otobüsümü arıyorum. “Nereyegittiğibelliolmayan”
otobüsleri arasında yok. Bütün otogarı gezdim. Yok. Sonunda en diplerdeki bir
bilet satış yerine yanaşıp sordum, biletimi göstererek;
“Bu otobüs nerede?”
“Gel abi göstereyim” diyerek önüme düştü uzun boylu,
takım elbiseli bir görevli. Yazıhanelerin hemen arkasına geçip bir binaya
girdik. Uzun bir koridor boyunca yürüyoruz. Koridora açılan sayısız kapı ve bu
kapıların ardında sayısız oda var. Bazıları açık. Otel odasına benziyorlar. Bir
yatak, iki komodin ve üstünde duvara sabitlenmiş ucuz aplikler olan bir yatak
başı. Uzun yol şoförlerinin dinlendiği odalar bunlar. Kapısı açık olan odalarda
kimse yok, yataklar dağınık, havlular yerde. Boş görünüyor, diğerlerinde
birileri var mı, bilmiyorum. Görevli yol
boyu durmadan konuştu. Odalar ne amaçla kullanılıyordan tutun da binanın neden
yapıldığına, koridorların temizliğine, kuş gribi yüzünden göç etmekten vaz
geçen kuşlara, okulların bitirmek için ne kadar zor olduğuna dair aklına
sığabilen her şeyi döktü uzun koridorlar boyunca. Sonunda dayanamayıp bütün
bunların benimle ne ilgisi olduğunu sordum. Sabırlı olmamı söyleyip az sonra
ulaşacağımızı söyledi otobüsüme. Sanki anlattığı şeyler otobüsümle çok
ilgiliymiş gibi. Koridorlar bitmek bilmiyor. Tam birinin sonuna ulaştığımızda
sola ya da sağa dönüp bir diğer koridorun uzun, sıkıcı görüntüsüne teslim
oluyoruz. Görevli hiç susmadan konuşmasına devam ediyor bense saatime bakmaktan
yoruldum. Saat 09:55. Beş dakika sonra benim otobüsüm hareket edecek bilmediğim
bir şehre doğru. Bir koridor, iki koridor daha derken, birden sağında duran bir
kapıyı teklifsizce açtı ve sadece başını içeri uzatıp bilmediğim bir dilde bir
şeyler konuştu görevli. İçerden ona büyük bir sarı zarf uzattılar. Aldı, ikiye
katlayıp sol koluyla bedeni arasına sıkıştırdı. Kapıyı kapatıp bana döndü;
“Abi senin otobüsün öteki otogardan kalkıyormuş” dedi.
Şimdi mi söylenir bu? Beş dakika var hareket etmesine ve
aramızda on iki kilometre. Nasıl sıkıldığımı, gerilimin şiddetini nasıl
ayarlayacağımı bilemiyorum. Belki bir taksi sorunu çözer, tabi param yeterse. Zarfın
içinde ne var acaba?
“Taksiyle belki yetişirsiniz ama pahalı olur” diyor
görevli. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı artık kesinlikle bilmiyorum. Garip bir
panik duygusunun etkisi altında ezildiğimi hissediyorum. Binadan çıkmak
istiyorum bir an önce. Belki sokaklarda koşarım. Belki otobüsüm önümden geçer
ve beni görünce durur. Ama önce dışarı çıkmalıyım. Yolu sordum geveze
görevliye. Yine önüme düştü. Zarfı sıkı sıkıya tutuyor kolunun altında. Önemli
galiba.
Gidiyoruz uzun bir koridor boyunca. Sonra dönüyoruz bir
yöne, yine bir koridor; gidiyoruz sonuna kadar. Ardından başka bir tane daha.
Sanırım bina bizi yuttu. Artık dışarı çıkma umudum hatta otobüsümü yakalama
umudum hiç yok. Kalbimin sıkıştığını hissediyorum. Hayatta kalacağımdan bile
şüpheye düştüğüm anda önümüzde beliren kapıyı açtı ve gün ışığının gözleri
yakan o aydınlığına kavuşmanın mutluluğu doldu içime. Bir parça da olsa
rahatladım. Görevliyi ucuz bir teşekkürle susturup gönderdim. Benden ayrılınca
zarfı sağ eline aldı, incelemeye başladı. Önemli olduğu konusunda haklıymışım.
Niyetim, hemen bir taksi bulmak ama görünürde bir tane
bile yok. Otogarın giriş kapısındaki bekçi kulübesini görünce o tarafa doğru
hızlı adımlarla ilerledim ve gördüğüm ilk kişiye derdimi hızlıca anlatmayı
istiyorum. Kulübe bulunduğum yerden biraz daha aşağıda ve yolun soluna
yerleştirilmiş. Araçlar içeri girerken değil çıkarken duruyorlar önünde. Her
şeyi çok net görebiliyorum ama ışığın rengi sanki biraz donuk, buzlanmış gibi.
Her yer beton. Zemin, bina, kulübe hatta araçların geçişi sırasında inip kalkan
bariyer bile beton görünümlü. Tek bir ağaç, bir tek ot bile yok çevrede. Bütün bu
ruhsuzluk otobüslere de yansımış, onlar da grinin tonlarına bürünmüşler.
Güvenlik kulübesinin görüşme penceresi önündeki, küçük, yerine
göre işlevsiz, masamsı tahta parçasının üzerine cüzdanımı koydum. Biletimi
çıkarıp tam derdimi görevliye anlatacakken o beliriverdi dibimde. Biraz üstüme
yığılıp, gövdesiyle abanıyormuş gibi yaptı ama dokunmadı bana. Sadece; “İri
biriyim ve kenara çekil, önce benim işim” der gibi bir tavrı var. Bir gözü
cüzdanımda. Bu da az önceki mihmandarım gibi hiç durmadan konuşuyor ve
söylediği hiçbir şey birbiriyle ilgili değil, sadece zamandaki o boşluğu
dolduruyor gibi. Sonunda cep telefonunu çıkarıp, dakika yüklemesini istedi
görevliden. İyice gerildim. Benim otobüsüm kaçmak üzere ama adamın derdine ve
çözüm aradığı yere bak. Sanırım ben de birkaç tahtayı kırmalıyım kafamın
içinde. Artık kontrolden çıktım, görüntüsüne aldırmadan adamı bir kenara itip
görevliye sertçe sordum;
“Nasıl giderim öteki otogara?”
“En iyisi taksi” dedi. “Ama pahalı olur” diye de ekledi
çekinerek. “Nereden baksanız bir otobüs bileti parası.”
“Taksiler nerede?” diye sordum.
“Şu geldiğiniz binaya girin yine ama ana kapıdan girin.
Korkmayın kaybolmayacaksınız. Sadece ileriye bakın ve hiçbir yere sapmadan
dümdüz ilerleyin. Koridorun sonunda uzaktan bakınca görülemeyen bir kapı var,
beton renginde. O kapıdan dışarı çıkın. Binanın gölgesinin bittiği yere kadar
yürüyün. Orada uyuyan bir köpek göreceksiniz. Sarı, boz renkli, irice biraz.
Sizi görünce uyanacak, korkmayın sakın. Tekrar uykuya dalacak ama başının
yönünü değiştirecek. Başını çevirdiği yönde burnu nereyi işaret ediyorsa o
yönde yürüyün. Yolun bitiminde tavla oynayan iki adam göreceksiniz. Biri kör,
diğeri yusyuvarlak, şişko bir şey. Kör adamın attığı zar iki, bir gelirse hemen
sağınızda açılan aralıktan girin ve binanın bitiminde tekrar sağa dönüp üçüncü
kapıdan içeri girin ve bir taksi isteyin. Kör adam dört, dört atarsa şanslı
gününüz sayılır. Yoldan hiçbir yere sapmadan düz ilerleyin ve yolun sonunda solunuzda
bir kapı belirecek. Zili çalın. Diyafondan kim olduğunuzu sorarlarsa bir taksi
istediğinizi söyleyin. Kör adam farklı bir zar atarsa buraya dönün ve sakın
oyalanmayın. Bu sizin güvenliğiniz için çok önemli” diyerek bitirdi uzun
açıklamasını ve ekledi;
“Bir sarı zarf olacaktı, büyükçe bir şey. Keşke önce bana
gelebilseydi. Sizin derdinizi çözmek daha kolay olurdu” dedi. Hiçbir şey
anlamamıştım bu zarf olayından.
Saatime baktım, hala 09:55. Ama nasıl, zaman hiç mi
akmadı? Binaya girdim, dışarı çıktım, köpeği buldum, gösterdiği yönde tavla
oynayan adamlara ulaştım. Kör adam beş, iki attı, şişko adam kahkahalar
arasında atılan zarı söyledi bağırarak. Geri döndüm. Sonra bir daha, bir daha.
Saat hiç ilerlemedi ama tam on bir yıl geçti. Kör adam birçok kez iki, bir ve
dört, dört attı ama her seferinde bütün kapılar ve insanlar körelmişti. Hiçbiri
açılmadı. Benimle otobüsüm arasındaki on iki kilometre tam on bir yıldır olduğu
yerde duruyor. Artık onu kaçırmaktan korkmuyorum, panik de yapmıyorum ama onu
yakalama umudum da kalmadı.
İnsan çaresiz kaldığında kendisi için ne büyük bir hayal
kırıklığı olduğunu anlıyor. Artık hiçbir şeyi yapamayacağını, bir şeyleri
yoluna koyamayacağını fark ettiğinde bu çöküş, giderek dipsizleşiyor.”
Birden o yoğun karanlık ve umutsuz duyguyla uyandım.
Şoför hareket etmeden önce camın önüne koyduğu iki fosil cep telefonundan
biriyle ciddi bir görüşme yapıyordu.
“Olmaz abi, ben çekemem hiçbir şeyin fotoğrafını. Araba
kullanıyorum. Hem yolcular ne der. Olur mu hiç öyle şey.” Karşı tarafı duymasak
da ısrarcı tavırlarını sürdürüyor olmalıydı.
“Evet, zarf burada tam önümde duruyor. Açamam abi. Bekle
biraz daha, bir buçuk saat sonra oradayım. Kendin çekersin fotoğrafını.”
Elindeki takozun fotoğraf çekemeyeceğini anlatamıyordu bir türlü. Utanmış mıydı?
Belki. Belki de sadece gurur yapıyordu, akıllı telefonu olmadığı için. Kim
bilir? Hemen arkasında oturan bir bayan yolcu uzayıp giden fotoğraf çekme
tartışmasına katılmakta sakınca görmedi;
“Bu kadar yolcunun güvenliğini hiçe sayamazsınız, o
telefonu hemen kapatın lütfen. İnsanlara bak, saygıları yok üstüne bir de
canımızla oynuyorlar. Siz de buna izin vermezseniz çok iyi olur şoför bey.”
Şoför o sırada önümüzde beliren sol dönemece otobüsü tam olarak yerleştiremedi
ve bir parça yolun dışına çıkıp tekrar yola girdi. Olayı izleyen yolcular bir
parça paniklediler, giderek yükselen bir sesle doldurdular otobüsün o küçük
atmosferini.
“Yolcular itiraz ediyorlar, kapatıyorum telefonu, az kaldı
zaten, geldiğimde çekersiniz fotoğrafınızı” deyip telefonu kapattı. “Ne ısrarcı
insanlar bunlar böyle, olmaz diyorum hala iki dakika duruversen ne olur ki
diyor” diye kendi kendine söylendi. Aslında gösteriş yapabileceği az buçuk akıllı
bir telefonu olsaydı, eminim otobüsü bir benzin istasyonuna çeker, istenen
fotoğrafı belgenin sahiplerine iletirdi. Olmayan telefonun kaybettirdiği
gösterişe hayıflanarak sürmeye devam etti.
Ön cam ile gösterge paneli arasındaki büyük sarı zarfı o
zaman fark ettim. Hiçbir özelliği olmayan sıradan bir sarı zarf işte. Ama ya
içindeki? Belli ki para ediyor ya da bir para alışverişine konu olabilecek bir
evrak. Önemli yani. O kadar önemli ki bizi olduğumuzdan daha değersiz kılıyor,
hepimizden daha çok para ediyor. Tabi bütün bu kıymet o belgeyi bekleyenler
için, bana, şoföre, arkasında oturan huzursuz bayan yolcuya ve diğerlerine zerre
kadar faydası yok, zararı var.
Yolun sonuna yaklaştıkça yolcular birer ikişer inmeye
başladı şehrin içinde. Otogara iyice yaklaştığımız sırada şoföre inmek
istediğimi söyledim ve bagajım olduğunu hatırlattım. Bu kadar yaklaşmışken
durmaktan hiç hoşlanmadı. Otogarda ineceğimi hatırlattı bana ama yine de ön
kapıyı açıp hızlıca bagajımı koyduğu bölmeye yöneldi. Ben de yerimden kalktım
sol elimdeki yağmurluğumu gösterge panelinin hemen üzerinde duran büyük sarı
zarfın üzerine düşürdüm. Zarfla birlikte aldım. İnerken kimseye göstermeden, zarfı
ikiye katladım ve yağmurluğumun arasına güzelce sakladım. Şoför çantamı verdi
ve iyi günler diledi. Ben de karışıklık için özür dileyip teşekkür ettim ve
hayırlı işler diledim. Otobüs hareket etti, ben de en yakın kahvehaneye gidip
dışarıdaki masalardan birine oturdum, bir kahve söyledim. Bir saat kadar
oyalandım, gelen geçene baktım. Sonra zarfa baktım bir süre. İçindekini
kesinlikle merak etmiyordum, bu gün de etmiyorum. Kalktım ve dönüş biletimi
almak üzere otogara doğru yürüdüm.
Zarf mı? Onu da yolum üzerinde gördüğüm ilk çöp kutusuna
attım.
Ocak
2018
Antalya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder