Bizim evde en büyük tasarruf mutluluktu. Evin rutubet kokan
bodrumunda, bir kutu içinde saklardık gülüşlerimizi. Eve girer girmez; üst baş
değiştirilir, tüm gün boğazımızda kalan, düğüm gibi biriken tebessümleri çıkarıp,
özenle yerleştirirdik o kutuya. Hani şu Pandora’nın Kutusu var ya, işte tam
öyle bir şey. Çünkü mutluluk bir yerde bozdurulamaz, vadeli bir hesaba
yatırılamazdı. Hele komşular duyarsa, elimizde ne varsa gelir alırlardı.
Ahlakımız, namusumuz, haysiyetimiz onun içinde saklıydı. Bu işin önemini henüz yedi
yaşındayken babamdan öğrenmiştim. Hiç unutmam; okuldan dönmüş, apar topar
üstümü çıkarıp, komşu çocuklarıyla oynamaya çıkmıştım evin önüne. Yakan top
oynuyorduk ve yaşamı bu oyunlardan ibaret sanıyorduk. O gün açık ara yeniyordum
arkadaşlarımı. “Yendimm işte yendimmm” diye bağırırken, bir tokat çarptı
yüzüme. Babam, kahkahalarımı duyup koşmuş ve cezamı kesmişti. Sonraları her güldüğümde
bu olay geldi aklıma. Gülmeye hevesli biri olamadım işte. Hayat griydi, ne
kırmızı oldu, ne tozpembe, ne de tam bir siyah. Fakat nasıl alışıyordu insan, sıradanlaşıyordu
her şey, biz de kanıksadık bu durumu yıllar içinde. Evimizin altında; bizden
başka kimsenin bilmediği, kocaman bir hazine vardı. Biz aslında kimdik, ne
istiyorduk, nelere sevinirdik ve neler hayal ediyorduk? Kendimize ve
birbirimize dair tüm cevaplar oradaydı. Hiç tanışmadık o yanlarımızla. Öylece
kaldılar orada.
Lisede “Takdir Belgesi” aldığımda, sevinçten havaya ne kadar
mesafede zıplamam gerektiği bile belirlenmişti. Şu seviyeye kadar sevinilecek,
öyle büyük hayaller kurulmayacak, umut et ama uçma kanar dizlerin yere düşünce.
Mutlaka düşerdin, düşmeliydin de…
Bizim Pandora’nın içi hiç dolmadı. Bir gün de yeter demedi,
isyan etmedi, gizemini ve sessizliğini hep
korudu. Ölçülemez bir derinliği vardı sınırların. İçinde kulaç atılamayan bir
okyanus, seyrine dalamadığın parlayan bir gökyüzü, yiyemediğin bir elma şekeri.
Sınırlar sınırsızdı ve kural koyucu bir hayalet gibi süzülüyordu evimizde.
Elbette bu düzenin içinde bizim de özgürlüklerimiz vardı. Ağlamak,
kederlenmek, umutsuzluğa kapılmak. Bunlar doya doya yaşayabileceğimiz
duygulardı. Babam öldüğünde, haklarımızı sonuna kadar kullandık. Hayatımda hiç
bir duyguyu bu kadar rahat yaşamamıştım. Bazen akşamları ağlama krizlerine
girer, sonra neye ağladığımı unuturdum. Özgürlüğün sarhoşluğu; nedenlerimi
benden alıp, ruhumu kanatlandırıyordu. Annem, abim ve ben. Uzunca bir zaman
bodrum kata hiç inmedik. Annemin solgun yüzü, gün be gün daha da soldu. Oysa
böyle olacağını düşünmemiştim. Zamanla değişeceğini düşündüklerim hep aynı
kaldılar. Meğer yapışırmış duvarlara, köklenip büyürmüş her bir odada kahkahasızlık.
Abim ise babamdan aldığı mirasa riayet edip, kuralları uygulamaya devam etti. Üniversiteyi
kazandığımda; içimde tarifi olmayan bir heyecan, ehlileştirilemeyen kısrak uyandı.
Ankara’nın soğuk ikliminden çıkıp, daha önce görmediğim İzmir’e öğrenci olarak
gidecektim. Üstelik abim bana harçlık gönderecekti. Babamın bayrağını; evi
geçindirmenin yanında, bana bakarak da dalgalandırabilecekti. Kabul edilen bir
yazgıya, başka bir hayatın peşinden koşmak istemeyişine hep içerledim. Çok
güzel şiirleri vardı abimin, gizli gizli okurdum. Kızacağını bildiğim için ona
hiç söyleyemedim tabi. Gizli anlaşmayı bozmadım. Aslını yüzüne vurup şöyle en
güzelinden ona sarılmadım. Fakat bu yanını bilmek öyle mutlu ediyordu ki beni,
başka sevdim onu yazdıkları yüzünden, başka bildim.
Gitme vakti gelip çattığında; karanlık holün beti benzi atmış
sıvalarına şöyle bir baktım. Evet bir hapishane değildi evimiz, güzel
günlerimiz de olmuştu ama beraat ediyor gibi hissediyordum. Sımsıkı sarıldım
anneme, kaderine, gözyaşlarına, kabul ettiği halde sonsuz söylenmelerine.
Abimle kapı
eşiğindeyken; şunu fark ettim ki hoşça kal demem gereken biri daha vardı. Bir
dakika geliyorum deyip, ağır adımlarla bodruma yöneldim. Üzeri tozlanmış, küskün
Pandora’ya “Merhaba” deyip, ona seslendim:
“Ben gidiyorum sevgili sevinçlerim,
içime attığım tebessümlerim, umutlarım. Çocukluğumun çamaşır misali iplere
asılan masumiyeti, gidiyorum… Yaşayamadıklarımı götüremeyeceğim, biliyorum
onlar hep sende kalacak. Yaşanmamış sayılacak, ukde olacak. Ama hayatımın
bundan sonrasında kahkahalarımın sesini herkes duyacak! Hoşça kal!”
Arabaya binip apartmanımızın önünden
ayrılırken, gözyaşlarıma engel olamıyordum. Babama kanlı canlı hoşça kal
diyemesem de, o her şeye rağmen beni duyuyordu. “Hoşça kal Baba” diye
haykırıyordum içimden… Kim bilir; ona öğretilmiş bu çaresizliğin, hayatımızı
neye dönüştürdüğünü bize bakarken görebiliyordu artık. Belki de en çok babamın
umutları vardı Pandora’da, yaşayamadıkları… Hiç bilemesem de; yeni hayatım, beni kucaklamak için bekliyordu.
Büyümüş bedeniyle, içimde duran çocuğun elini tutup gittim.
Ne kadar güzel bir yazı teşekkürler bizimle paylaştıklarınız için :)
YanıtlaSilEline kalemine sağlık...
YanıtlaSil