15 Nisan 2018 Pazar
Şiirler Soğudu Bardakta / Ece Erdoğan
Kalbimin en güzel penceresinden baktım sana bu sabah. Çiçeklerimi tek tek sevdim. Şiir demledim, senden önce kuşları selamlayıp. Benden evvel uyanmanı istemedim. Kıstım kalbimdeki radyonun gülüşlerini. Öylece izledim gözlerini, kapalıyken bile bana baktığını bildiğim gözlerini… Yüzünden papatyalar topladım sen uyurken. Koklayıp koydum geçen gün aldığın vazoya. Biraz sevgi pişirdim geceden. Kahvaltı etmeden başlamazsın güne, bilirim. Ellerin, göğü avuçlayan bir şiir gibi… Dokunmadan edemem. Dokunursam uyanırsın bilirim. Henüz uyanma. Bir avuç umut istemiştim, kapı çalmadı daha. Bilirim sen seversin uykuyu. Peki, sen bilir misin, seni uyurken izlemenin kaç papatya olduğunu? Kelebekler dans ediyor rüyalarda ve her rüya getiriyor sensiz geçen günleri. Sen-siz-lik… En sevdiğim şarkıyı hatırlayamamak gibi… Sana biraz yalnızlıktan bahsetmek isterim. İmkânı varken yaşanmayan güzel günlerden. Anıları acılara çeviren, ruhumda yetiştirdiğin gülleri, henüz açmadan kesen sözlerden… O, çok sevdiğim bahar yağmurlarını gözyaşlarıma çeviren, boynu bükük papatyalardan söz etmek isterim ama sanıyorum ki tam olarak dökemem kalbimi artık. Yokluğunda biriktirdiğim kırık dökük cümlelerim, dudaklarımdan dökülemeyecek kadar yorgun çünkü. İçerlerde bir yerde sana dair hatıralar olacaktı, zamanın varsa eşlik etmeleri için kahvenin yanına, getirebilirim. Dur bekle biraz, yanımda olmadığın günler kadar uzaktan geliyorlar çünkü. Biraz tozlular, birkaçı yırtılmış, bazıları kırılmış… Sahi zamanın var mıydı beklemeye? Ben yoruldum artık bunları taşımaktan. Biraz sende kalabilirler mi ? Omzum ağrıyor ne zamandır, hatıralar ağır gelmiş olmalı. Alerjim geçmiyor bayadır, tozlu anılardan mı yoksa? Taşımaya yer yoksa yüreğinde, anlarım ama benim de yüreğime sığmıyorlar artık. Evet, ne diyordum? Yal-nız-lık… Kıskanma ama sen yokken bir tek o tuttu elimden. Hani senin dokunmaya kıyamadığın ellerimden… Bilmem, bilir misin, yalnızlık düşmanıdır gündüzlerin. Yüreğimdeki papatyalar da kurudu artık. Sen sulardın ya her sabah, en iyi sen anlardın dilinden. Konuşmuyorlar artık kimseyle. Pencerede bekledim seni uzunca bir süre. Şiirler soğudu bardakta. Soğudu ve acı bir tat bıraktı ağzımda. Kapı çaldı geçenlerde. Umutlarımı da alıp gitti diyemedim. Sustum ve yıldızlara dokunmaya gitti umutlarım. Sonuna kadar açtım radyonun sesini, artık istesen de duyamazsın nasılsa. Nasıl demişken… Sahte aşklar uğruna yapraklarını döken papatyalar kadar kızgın ve geçen gün elimden kayıp giden vazo kadar kırık döküğüm. Ha, bir de… Penceremin önünde kuruyup giden çiçekler var artık. Ara sıra suluyorum onları, yeniden çiçek vermelerini dileyerek, bir umut… Alışkanlık işte bilirsin. Yüreğimdeki şiirler kurudu, çiçekler kurumasın mı? Nasıl mıyım? Penceremin önündeki su birikintisinde boğuluyorum. Sen nasılsın?
Uyumsuz Bir Zihnin Not Defteri / Achilles Valentin
Kim bilir kaçıncı sabah bu;
ezanla birlikte karşıladığım. Uyumak sağlıklı insan işi. Ruhu yerinde duranlara
özgü bir kabiliyet. Geceymiş, gün doğmuş, akşam olmuş umurunda olmayanların
uyumaması da normal bir yerde. Günler günleri kovalarken büyük bir
kayıtsızlıkla izliyorum oturduğum yerden düşen takvim yapraklarını. Dudağımın
ucunu kıvırarak gülümsüyorum artık; gerçekleşmeyen hayallerimi hatırladıkça.
Tamam, ben beceremedim, ama yine de naif hayallerim vardı be. Öyle yükseklerde
değildi gözüm. Belki de olmalıydı, bilemiyorum. Üzerime giyecek bir kuantum
gerzekliği bulamadığım için hala bir kalıba sokamadım hayatı.
Gözümün önünden geçip gidiyor her
şey. Sanki kendim o yılları hasarsız atlatmışım gibi; uzun zamandır görmediğim
birine rastlayınca “Çok yaşlanmış be!” diye geçiriyorum içimden. Yemekle
birlikte pişmediğim için çiğ kalan tuza döndüm. İtiraz hakkım olmadan rastgele
bir yemeğe serpildiğim için de geri toplanamıyorum. Beyaz taneler olarak
seçiliyorum uzaktan. Nasıl göründüğümün farkında bile değilim.
Rüyamda bile düşünüyorum.
Uyumsuzluğuma kılıflar uyduruyorum. Rüyalarımda gittiğim yerlere isimler
takıyorum. Gerçekten gitmişim gibi hatırlıyorum sokakları, yolları. Sorana
adres bile tarif ediyorum hiç gitmediğim, görmediğim yerlerde.
Doktorlar henüz sigarayı
yasaklamadı bana. Yakındır; ucunu ateşlememi engelleyecekleri günler. Herkesten
gizli içiyorum alkolü de. Gerçi evimin önünden geçenlerin haberi var,
görüyorlar. Birçoğu komşu sayılır. Kırk yıldır oturduğum semtin artık görmekten
yüzlerini eskittiğim sakinleri. Ama ya resmen tanışmadığımız için ya da
önemsemedikleri için görmezden geliyorlar küçük dünyamdaki kadeh yuvarlamalarını.
Aslında bütün problem de bu biliyor musun; ben görmezden gelinecek biri
değilim. Hiç birinizi görmezden gelmeyi beceremedim. Her birinizin her şeyini
bilmekten yorgun düştüm; hiç biriniz de “ya bu çocuk bizim yüzümüzden bu hale
geldi” diyemedi.
Doktorlar sorunun kaynağına
inmeyi beceremiyorlar. Ben doktor olmuş olsaydım her hastamın geçmişini izlemek
için bir sistem kurardım. Öyle kan tahlili, röntgen, tomografi ile uğraşmazdım.
“Neyiniz var?” diye de sormazdım. “Gel bakalım kardeş.” derdim ki; ben doktor
olsaydım herkese “Kardeş.” derdim sanıyorum. “Gel bakalım kardeş, daya çeneni
şuraya, içerideki kırmızı ışığa bak sadece.” derdim. O kırmızı ışığa bakarken
ben de ışığın arkasından keşfederdim kanayan yarasını. Şunu yeme, bunu içme de
demezdim. Ye kardeşim derdim, ama eskisi gibi yeme. Yediğini, içtiğini bari
görmezden gelme. Sanki ilk defa ağzında bir lokma yuvarlayacakmışsın gibi
şaşkınlıkla çiğne ne yiyeceksen. İçtiğin sıvıyı boğazından akarken hisset.
İnsanlığın yararına tek hareketim doktor olmayı aklımdan bile geçirmemektir.
Eğer zamanında doktor olmayı düşleseydim doktorluğu yasaklarlardı.
Şimdiye kadar ne hayal ettimse
olmadı. Kimi şanslı karşılaşmalar sonrasında hayatım değişmedi mesela.
Olabilecek bütün karşılaşmaları hayal ettim kafamın içinde. Düşündüm durdum
bütün olacakları. Elle tutulur bir şey düşündüğüm de yok. Gezsem diğer insanlar
gibi diye düşünüyorum. Her akşamım, hafta sonum başka bir yerde geçse. Eve
taksiyle gitsem, eve gitmeden bir hamburger yesem. Sigara alsam köşedeki
büfeden. Bir şeyler arayan kadına çekinmeden ne aradığını sorsam, o da bana
“Sigara.” dese. Ben de onunla birlikte arasam, ama bulamasak. Bu arayıştan
ötürü aramızda bir sıcaklık olsa. Kahve içmek için sözleşilse. Evde kahve
olmadığı için mecburen kendini kadının evine davet ettirmenin bir yolu bulunsa.
Çok eğlenilse kahveler içilirken, sonra birden ciddileşilse sigara dumanının
altına. Çatlamış dudaklar birbirini bulup ıslansa. Hayat dolsa bedenlere. Hep o
kadınla içilse kahveler, sigaralar, rakılar. Hiç sıkılmasa kimse kimseden. Biri
ölünce, diğeri de yokluğuna dayanamayıp hemen ölse. Aynı kefene sarılsa cansız
bedenler. Cenaze sahipleri bu isteğe hoşgörüyle yaklaşsa. Aynı çukura koysalar
kadınla adamı, ölünce de ayrılmasalar. Tarihte ismi bilinmeyen iki insanın hikâyesi
olarak anlatılsa hayatları. Başka işim olmadığından böyle şeyler kuruyorum, ama
gençlik zamanlarında sevdiğimiz kızlar bile ortalıkta yok. Ya soy isimleri
değişti ya da sırf ben onları hayal ettim diye tedavülden kaldırıldılar.
Uyumak için yatağa gireli iki
saat oldu. Kendimden geçtim, ama düşünmekten dinlenemedim. Düşüncelerim
bedenimi ele geçirdi. Her şeyi görüyor insanlar, her şeyin farkındalar.
Parmaklarının ucundaki ekran görüntüsünü kaydırır gibi kayıtsız bir şekilde
izliyorlar olan biteni. Bir sonraki sıkıntımı merak ederek geçiriyorlar
hayatlarını. Acaba bu sefer anlatacak mı diye birbirlerine soruyorlar. Bana
sormuyorlar. Nasıl sorulacağını bilmiyorlar. Kelimeleri özenle seçmeyi
beceremiyorlar. Patavatsız, kaba cümlelerle dünyama girmeye çalışıyorlar. En
azından bir kere gözlere bakılır. İnsanın ne hissettiği gözlerinden beli olur.
Gülse de acı çektiği, canının sıkkın olduğu insanın gözünden belli olur.
Bakmasını bilen görür. Bulutlara bakarak sorulmaz neyin var diye. Göğe bakma
durağı burası değil, yanlış gelmişsiniz, üzgünüm. Burada sizin sorularınıza
cevap verilmez.
Vaktiyle bu evde her gün çay
demlenirdi. Çünkü kalabalıktı, birlikte içilirdi. Sonra herkes gitti teker
teker. Çay yerine kahve içilir oldu evde. Yapması kolay diye, yapınca kalmıyor
diye. Bu çayın sevilmediği anlamına gelmiyor. Tek anlamı çayın yalnız
içilmediğidir. Bir çay içmeye bile gelmeyip “Onu neden öyle yaptın?” diye
sorulmasına dayanılmadığı için demlenmiyor bu evde çay. Akıl vermeye
kalkmayacaksın, hele benim yanımda kendi yokluğundan, yoksulluğundan
bahsetmeyeceksin.
İki buçuk saat sonra güneş
doğacak. Millet kalkıp işine gücüne gidecek. Ben anca rahatlamış olacağım ya da
yorgun düşeceğim, öğlene kadar uyuyacağım. Sonra yine evimin önünden geçenleri
izleyeceğim. Sigara aranacağım. Akşam olacak, bir sıkıntı basacak. Yalnızlık
de, ne yiyeceğim kaygısı de, sigarasızlık de. Ne istersen de. Ama bir şeyler
basacak bana. Yaşamaktan sıkılıp, yine düşünmeye başlayacağım. Uyumsuzluğuma
bir kılıf daha uyduracağım, böyle böyle çürüyüp gideceğim.
Seni Üstün Kılan Kişiyi Seversin / Firkan Gülaydın
Hepimiz
sevilmek, övülmek isteriz. Birisi tarafından önemsenmek, düşünülmek ne kadar
hoş bir durumdur. Ama sana ilişkiler üzerine birkaç can alıcı itirafta
bulunacağım.
Hatırla!
Bir ilişkiye
başladığında, başlangıçta her şey ne kadar güzeldi. Heyecanlı, enerjik,
tutkulu.
Biraz zaman
geçtikten sonra ne oldu?
İçten içe
bir üstünlük çabası içine girdiniz. Başlangıçta cazibeli yüzleriniz ortaya
çıktı, ılımlı bakış açılarınız. Bunlar köprüyü geçmenin parçalarıydı! Bir diplomatik
çıkarım.
Ve işte
kafese girdin. O kendisini senin Dünya’nın merkezi yapmayı başardı. Başlangıçta
yaptığı jestler ile, gösterdiği saygı, sevgi, hoşgörü ile seni onunla mutlu
olacağına ikna etti. Onsuz olursan mutlak bir mutsuzluk içinde olacaksın! Yakalandın!
Zihnin seni ele geçirdi.
Sonra;
sahiplenici, hükmedici, salgırganca bir çatışma başlar. Seni yeryüzünün en
mutlu insanı yapan kişi şimdi seni acılar içinde kıvrandırır. Umursamaz. Ama
sen ne kadar acı çeksende artık gidemezsin. Oyunun kuralı bu! Hep içten içe
şunu düşüneceksin; ‘Beni yeniden mutlu edebilir.’
Onu sevdin.
Çünkü; başlarda senin egonu okşadı. Senin mükemmel ve bulunmaz biri olduğunu
söyledi. Seni seviyor. Çünkü; sende ona aynı şeyleri söyledin. Bu aranızda
yaptığınız gizli bir sözleşme gibidir. Sen bana yardımcı ol, ben de sana. Bir
süre sonra başına buyruk hareket etmeye başladığında, onun hükmünden çıktığında büyü bozulur. O zaman
sana; senin aslında mükemmel biri olmadığını söyler. Bu seni incitir. Çünkü;
sen buna inandın!
Sonra rüya
bitti!
Ancak; gerçek sevgi ego beslemez. Mükemmeli
aramaz.
Okul
yıllarımda bir arkadaş ortamında bir çiftle tanışmıştım. Hepimizin gördüğü ve
uğruna nice dedikodular çevirdiğimiz bir çift manzarasıydı. Kız sarı saçlı,
orta boylu, fiziği çok düzgün ve sempatik güzel bir kızdı. Erkekse biraz kaba,
şişman ve toplum içinde konuşmayı pek beceremeyen bir tipti. Ortamda ki herkes
belki de aynı şeyi düşündük. Bu kızın bu çocukla ne işi var! Sende mutlaka bir
yerlerde bunu düşündün! Çocuk zengin bir ailenin oğlu olmalıydı! Biraz sohbet
edip ilişkiyi deşince öyle olmadığı ortaya çıktı. Çocuk, kızın babası vefat
ettiğinde hep onun yanındaydı, üniversiteyi kazanabilmek için dershaneye giden
kızı çıkışta her akşam alıp eve bıraktı,
kızın mahallede ki köpeklerden korkmaması için. Sadece köpekten korkmasın diye
sekiz ay boyunca her akşam kızı evine bırakmıştı. Kız hastalığa yakalandığında
çocuk liseye ara verip bir işe girmiş ve ona maddi olarak da destek olmuştu. Herkes
gittiğinde çocuk onun hep yanındaydı. Çünkü; sevgisi çıkarsız ve sadakatliydi.
Utanmıştım.
Çocukta, kız da harika bir vefa örneği göstermişlerdi. Ama ön yargı bambaşka
bir acizlikti. Hepimiz farklı şeyler düşünmüştük. Üniversite bitince evlenmeyi
istiyorlardı. Gerçek sevgi bu olmalıydı!
Birisi seni
gerçekten seviyorsa seni üstün kılmaz ve mükemmel olduğuna seni ikna etmez.
Seni tüm kusurlarınla sever. Eksik yanlarını yüzüne vurur. Bu seni kızdıracak.
Egonu okşamayacak belki ama eksik taraflarını tamamlamana yardımcı olacak.
Ben mutfakta
bir çırakken bana sürekli kızan, yaptığım bir şeyi beğenmeyen ustalarımı pek
sevmezdim. Onu aksine sen harikasın, iyi bir aşçı olacaksın diyen beni iyi
olduğuma ikna eden, tatmin eden ve egoma yardımcı olan ustalarımı daha çok
severdim. Onlarla daha sık vakit geçirirdim.
Ancak;
yıllar geçtikçe bana doğruyu öğretmeye çalışan ustaların kıymetini anlamaya
başladım. Onlar bana aldatıcı bir toz bulutu yaratmadı. Aksine gerçeği görmem
için etrafımda olan sisi kaldırdılar.
İlişkilerde
böyledir işte. Seni üstün kılan kişiyi seversin. Sana gerçekleri vurgulayan
ilişkisinde kendi egolarına, arzularına dair çıkar gözetmeyen kişileri hep
uzağında tutarsın.
Bak etrafına
şimdi! Bir rüyanın içinde yaşamak mı istiyorsun yoksa gerçek sevgiye kavuşmak
mı? İşte; seçim senin…
Kadının Elleri / Dilan Demir
Çizim; DİLAN DEMİR |
Dilan Demir'in çizimleri, Firkan Gülaydın'ın cümleleri ile...
Ruhun Surete Yansımayan Taş Duvarları
Ruhumuz görünmez duvarlar ile örülü.
İçine kimseyi almayız. O mahreme kimse dokunsun istemeyiz.
Toplumun yaşantımıza, zihnimize, özgürlüğümüze ördüğü duvarlar var.
O kadar aşılmaz ki bu! Aşmayı başaranların cesareti, ilhamı yetmez kalanları korku mapusluğundan söküp almaya.
Acılar çektikçe gönül bahçemizin duvarları yükselir.
Her acı yeni bir tuğla koyar üzerine.
Acı çektikçe güçlenir, güçlendikçe yalnızlaşırız, hissizleşiriz.
İnsan suretlerinin ardında taş duvarlar saklı.
Kalplerinde, ruhlarında, zihinlerinde.
Kimi zaman isteyerek, kimi zaman mecburiyetten örülmüş...
Çizim; DİLAN DEMİR |
Kadının Elleri
... ve kadın açtı ellerini yeryüzünde,
Adaletin elleri.
Sokak kedilerini sevgisiz bırakmayan merhametin elleri.
Sabah tezgahını yeni açan esnafa siftah atmayı ihmal etmeyen ince ruhlu, kültürün elleri.
Yaraları iyi eden şifanın elleri.
Bir kuşun kanatları misali, özgürlüğün elleri.
... ve kadın açtı ellerini semaya, koca bir 'vicdan' bürüdü, taştı yeryüzünden...
Yola Çıkan Yemek / Erhan Sertbaş
Bundan beş bin üç yüz yıl önce, bu günkü İtalya-İsviçre
sınırındaki Alp Dağlarında bir adam öldürüldü. Sol omzuna saplanan bir ok, ana
arterlerinden birini kestiği için kan kaybından öldüğünü düşünüyor günümüz
bilim insanları. Peşine düştüğüm şey bu adamın katili ya da öldürülme nedeni
değil; ondan günümüze kalanlar arasında bir eşya.
Adamın adı Ötzi; Buz Adam Ötzi.
Ötzi’
den geriye bir bakır balta, yay ve oklar (okların ikisi hariç diğerleri
bitirilmemiş), fındık dallarından yapılmış bir sırt çantası, bir yontma taş
hançer, biri tedavi amaçlı diğeri ise kolayca ateş yakabilmeyi sağlayan ipe
dizilmiş iki adet mantar, olasılıkla baltayı bilemek için kullandığı bir biley
taşı, giysilerinden kalanlar ve iki adet huş ağacı kabuğundan yapılmış kap. Kapların dipleri de huş ağacı kabuğundan
yuvarlak olarak kesilmiş ve kendi etrafında bir daire oluşturan ana kabuğa
ıhlamur ağacı lifleriyle dikilmiş. Boyları 18-20 cm olan kaplardan birinde odun
kömürü parçaları ve taze toplanmış akçaağaç yapraklarına rastlanmış. Uzmanlar
bu kabın kolayca ateş yakabilmek için köz taşıma amacıyla kullanıldığını
düşünüyorlar. Diğer kap boş olsa da bazı bilim insanları bunun taze meyve ve yemişlerin
taşınmasında kullanıldığı kanısındalar.(1)
İşte konumuz bu. İnsanların yiyeceklerini yanlarında
taşımak geliştirdikleri yöntem ve araçlar.
Sukabağından Yapılmış |
Yiyeceğini
ve gerektiğinde suyunu taşımak insan için her zaman önemli bir gereklilik.
İnsanlık tarihinde birçok buluntu bu yönde yaratıcı fikirlerin olduğunu
gösteriyor. Örneğin Altaylarda yapılan kazılarda bulunan kayın ağacı kabuğu ve
tahtadan yapılmış kaplardan Türklerin de benzer kapları yaptıklarını ve
kullandıklarını anlıyoruz.(2) Keza
Afrika ve Amerika yerel toplulukları sukabağını hem yemek yeme, hem saklama,
hem de yiyecek taşıma amacıyla kullanmışlar ve kullanmaya devam ediyorlar.
Carlos Castanada Meksikalı bir Kızılderili’yle yaşadığı deneyimleri anlattığı
kitaplarında su kabaklarının yiyecek taşıma amacıyla kullanıldığından sıkça bahseder.
“Don
Juan iki taşıma filesini açarak her birinin içine yiyecek dolu ikişer sukabağı
yerleştirdi, fileleri bir kınnapla bağlayarak birini bana uzattı.” (3)
İnsan
yerleşik düzene geçinceye değin, yolculuklarında yemeğini taşımayı, yani temel
gereksinimlerinden biri olan beslenmeyi güvence altına alabilmek adına
sürdürdü. Günümüzde de askeri harekâtlarda, yerleşim yerleri dışındaki
inşaatların yapımında, uzay yolculuklarında, kutup araştırmalarında, uzun yol
gemi taşımacılığında ve akla gelebilecek daha birçok alanda, insan yemeğini
yanında taşıyor. Ancak, yemeğin bu anlamdaki taşınma süreci, tarım toplumları
oluşup yerleşik düzene geçildiğinde boyut değiştirdi ve özellikle öğle yemeği
ihtiyacının çalışılan yerde giderilmesi zaman ve enerji tasarrufu açısından
önem kazanmaya başladı. İnsanlar bu günkü gibi sabah evlerinden tarlalarına
gittiler, çalıştılar, yemeklerini yediler, tekrar çalıştılar ve evlerine geri
döndüler. Şehirde yaşayan diğer zanaat sahibi çalışanlar ise daha şanslıydı o
dönem için; öğle yemeğinde evlerine gidebiliyorlardı.
Uzakdoğu’da yaşayan insanlar da tarihleri boyunca
yiyeceklerini yanlarında taşımanın çeşitli yöntemlerini geliştirmişlerdi. Bu
konuda en bilinen örnek Japonlara ait; “bento”.
Çocuklar İçin |
“Bento”
sözcüğü
ilk kez 13. Yüzyılda kullanılmış. 13. Yüzyılın sonlarına doğru “hoshi-ii” adını verdikleri (kurutulmuş
yemek anlamına gelen) önceden pişirilmiş ve kurutulmuş pirinci çalıştıkları
yere götürmeye başlamış Japonlar. Küçük bir çantada taşıdıkları “hoshi-ii” sıcak suyla karıştırıldığında
pirinç pilavına dönüşüyordu ya da olduğu gibi yenilebiliyordu. Zamanla bu
yemekleri bu gün kullandıkları cilalanmış kaplara koymaya başlamışlar. “Bento” kaplarını geliştirdikleri gibi
içine koydukları yemekler de zaman içinde oldukça zenginleşmiş. Giderek gelişen
bento kültürü 20. Yüzyılın başlarında tren istasyonlarında satılan hazır
yemeklere dönüşmüş. Bir dönem alüminyum “bento”
kapları girmiş hayatlarına ve bunu çok sevmişler. Gümüşümsü görüntüsü alüminyum
“bento” kaplarını yüksek bir sosyal
statü göstergesi haline dönüştürmüş. II. Dünya Savaşından sonra güncelliğini
kaybetse de 1980’lerde yeniden eski popülerliğini kazanmış “bento”. Mikrodalga fırınların ortaya çıkması, süpermarketlerin
yaygınlaşması bunda çok etkili olmuş. Ayrıca pahalı ahşap ve metal “bento” kutularının yerine, “bento” dükkânlarından kolaylıkla ve
ucuza temin edilebilen polistiren kaplar kullanılması buna katkı sağlamış. “Bento” günümüzde, işçilerin,
öğrencilerin öğle yemekleri ve seyahate çıkan aileler, okul piknikleri, spor
karşılaşmaları gibi aktivitelerde paketlenmiş bir öğün olarak rağbet görmekte.(4)
2- Çocuklar İçin |
“Bento”
dünya yemek kültüründe de oldukça popüler. İnternette “bento” ile ilgili yapılacak kısa bir araştırmada özellikle okul
çağındaki çocuklar için yapılmış “bento”
kapları ve içine konan yemeklerin çok güzel örneklerini görmek mümkün.
Uzakdoğuda yemek
taşıma alışkanlıkları elbette sadece Japonlara özgü değil.
Çinliler de kendi
tarihleri içinde yemeklerini yanlarında taşıdıkları kapları geliştirmişler.
Öğle yemeklerini soğuk yemekten hoşlanmadıkları için bu kapları metalden
üretmişler ve yemeklerini saati geldiğinde ısıtarak yemeye devam ediyorlar.
Çin’deki sefertasının adı “bian dang”.
Endonezya’da “rantang”, Malezya’da “mangkuk tingkat”, Filipinler’de “baon”, Kore’de “dosirak” adıyla anılan sefertası Hindistan’da “dabba” ya da “tiffin
carrier” olarak geçmiş günlük dile.(5)
“Dabba”
Hintçe öğle yemeği demek. “Tiffin” de
Hindu İngilizcesinde öğle yemeği anlamına geliyor. “Tiffin carrier” de öğle yemeği taşıyıcısı diye çevrilebilir.
Bildiğimiz üst üste konmuş sefertaslarından oluşuyor bu taşıyıcı ama onu ilginç
kılan ulaştırma sistemi; “dabbawalla”.
Bir dabbawalla |
“Dabbawalla” dünyanın en ilginç yemek taşıma
sistemlerinden biri. Yüz yirmi beş yıldır şaşmadan, şaşırmadan uygulanıyor. “Dabbawalla” yemek taşıyan adam anlamına
geliyor. Bombay’da her gün beş bin kişiden oluşan bir yemek taşıma ordusu
yaklaşık iki yüz bin kişinin sıcak yemekle doldurulmuş sefertasını evlerinden
alıyor ve sahiplerinin işyerlerine teslim ediyor. Yemeğin ardından boş
sefertasları yeniden toplanıyor ve hiçbir karışıklığa yol açmadan yine evlerine
geri gönderiliyor. Harward Business School bu sistem üzerinde bir araştırma
yapmış ve yanılma payını altı milyonda bir olarak tespit etmiş. Buna rağmen
Hint sineması bu yanılma olasılığı üzerine “Lunchbox” diye bir film yapmaktan da
geri durmamış.(6) Film 2014’de
sinemalarımızda görücüye çıkmış.
Batıya doğru
yemek yolculuğumuza devam edelim. Anadolu’ya geldiğimizde zengin bir beslenme
ve yemek kültürüyle karşılaşıyoruz. Hatta bazı yazarlar pişirme tekniklerinin
bu topraklarda ortaya çıkıp dünyaya yayıldığını ileri sürüyorlar.
“İnsanoğlunun
yerleşik hayata geçişini sağlayan besin üretimi, işlenmesi ve saklanması ile
ilgili teknolojiler büyük ölçüde Anadolu’da gelişmiş ve buradan dünyanın diğer
taraflarına yayılmıştır. Bu açıdan Anadolu, zengin bir beslenme kültürüne
sahiptir. Kültürün bir parçası olması nedeniyle yemek yeme alışkanlıkları çeşitli
toplumlara göre farklılıklar göstermektedir. Bugün, yemek sanatının her dalında
birbirinden zengin örnekler veren Türk mutfağı; pişirme teknikleri, sofra
düzeni, kendine has servis şekilleri ile Fransız ve Çin mutfakları ile birlikte
dünyanın sayılı üç mutfağından biridir.”(2)
Sanayi toplumu geliştikçe öğle öğünü
de giderek artan bir biçimde evlerin dışında giderilmesi gereken bir ihtiyaca
dönüştü. Ülkemizde “sefertası” olarak
adlandırılan yemek taşıma kapları diğer pişirme kapları gibi önceleri bakırdan
yapılıp kalaylanarak kullanılıyordu. Bundaki temel amaç yemeğin gerektiğinde
kolaylıkla ısıtılabilmesini sağlamaktı. Türk Tarihi Araştırmalarında yayınlanan
bir makalede tanımı şöyle yapılmakta;
19.Yüzyıl Sefertası |
“Sefer
Tası: Yemek taşımak için kullanılan kaplardır.
Üst üste yerleştirilen birden fazla kaplar yanlarda bir çubukla sabitlenmekte
ve üstteki hareketli kulp ile taşınmaktadır. Bazı örneklerde kaşık
yerleştirecek yerleri de vardır. Sefertasları genellikle yoltası olarak
adlandırılmaktadır. Bu tasların kapakları da sahan olarak işlev görmektedir. Bu
taslar genellikle yolculuklarda, asker, işçi ve zenaatçıların yemeklerini
taşımada kullanılır. Sefer taslarını elips ve yuvarlak formlu olarak incelemek
mümkündür.”(7)
Bir dönem günlük yaşamın ayrılmaz parçalarından biri olan “sefertası” daha çok memur ve esnafın
kullandığı bir öğle yemeği çözümü olmakla beraber, yolculuğa çıkanların da
çokça başvurdukları bir yöntemdi. Yoğun olarak kullanıldığı dönemlerde bu günkü
gibi büfe ve lokantaların yaygın olmaması, kullanıcıların alışkın oldukları
tatları değiştirmeye yanaşmaması ve en önemlisi ciddi oranda tasarruf sağlaması
“sefertası”nı öne çıkarıyordu. 20.
Yüzyılın ikinci yarısından sonra önemini kaybetse de son yıllarda öğrenciler
için geliştirilen beslenme çantaları de bir çeşit “sefertası” olarak yeniden gündelik eşyalar arasına girdi.
Batıya doğru devam ettiğimizde Avrupa’da da benzer
yöntemlerin kullanıldığını görebiliriz. Macaristan’da “éthordô”, Almanya’da “henkelmann”,
İtalya’da “schiscetta”, İngiltere’de “lunch box” adlarını alır “sefertası”.
Beslenme |
İtalya’da, daha çok Kuzey
İtalya’ya özgü bir sözcük olan schiscetta, II. Dünya Savaşından sonra mavi
yakalı işçilerin öğle yemeklerini metal kaplar içinde yanlarında götürmeleriyle
başlamış. Bizdekine benzeyen bu metal kaplar içindekiler dökülmeyecek biçimde
sıkıştırılarak kapatılırdı. İçindeki yemekler genellikle bir gece öncesinden
hazırlanmış, pirinç pilavı, makarna, sahanda yumurta, sebze, ya da fasulye,
nohut gibi baklagiller ve ekmekten oluşurdu. Şanslı olanlar bir dilim meyve de
bulabilirmiş bu hazırlanan kapların içinde.
Çağdaş Tasarımlı Bir Schiscetta |
İtalya’da bu gelenek günümüzde oldukça yaygın olarak
sürdürülüyor. Sağlıklı yemekler yiyebilmek, önemli miktarda tasarruf sağlamak
ve insanların kendi pişirdikleri yemekleri ve dolayısıyla alıştıkları damak
tadını sürdürebilmeleri bu geleneğin yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamış.
Bu gün İtalya’da çalışanların yüzde 59’u öğle yemeklerini evlerinde hazırlayıp,
ofislerine götürüyor ve oradaki mikrodalga fırınlarda ısıtıp yiyorlar. Aynı
zamanda tasarım endüstrisi de hoş görünümlü ve işlevsel “yemek taşıyıcıları”
yapmak için yarış halinde. Örneğin masaüstü bilgisayarınıza bir USB kablosuyla
bağlayabileceğiniz sefertasınız içindeki yemeği rahatça ısıtabiliyor. Böylece
hem yemeğinizi soğuk yememiş oluyorsunuz hem de yemeğiniz pişirildiği andaki
homojen karışımına dönmüş oluyor.
Bu
teknolojiden söz açmışken endüstri tasarımcılığı öğrenimi gören Metin Kaplan’ın
tasarladığı “Nevale”den bahsetmeden
geçmeyelim. Metin’in tasarımı “sefertası”nı
yeniden ele alıp daha modern görünümlü, her katı ayrı bir sıcaklığa ve zamana ayarlanabilen
bir “sefertası” ortaya çıkarmış. Bu
çalışma Elektrolux’ün düzenlediği 2006 Uluslararası Tasarım Yarışmasında
birinciliği göğüslemiş.
Tasarımcısının ağzından neden “Nevale” sorusunun yanıtı şöyle;
Nevale |
“Sefertası olamazdı çünkü o zaten yapılmış bir şey. Bu onun ikinci
versiyonu. Nevale yolluk, yolda yenen yiyecek anlamına geliyor. Çağımızda her
şeyi İngilizce adlandırıyorlar. Bu çok bizden bir ürün. Kırk yılda bir şey
yapıyoruz, onu da İngilizce yapmayalım, Türkçe olsun diye düşündüm. Nasıl bize
yabancı isimli bir ürün daha önemli, gizemli geliyor, bu gizemin de bir
albenisi oluyor. Bu sefer aynı gizemi, albeniyi yabancılar yaşasın istedim.”(8)
Aradan geçen onca zamanda “sefertası” endüstrisi elbette olduğu yerde durmadı ve yeni
teknolojileri kullanan birçok “sefertası”
tasarladı, hayata geçirdi. Sanırım bunların içinde en ilginci ve yaşamı
kolaylaştırıcı olanı “Prepd Pack”.
Pred Pack |
“Prepd Pack” kullanıcıların daha sağlıklı bir hayat
yaşamalarına yardımcı olmayı amaçlıyor. Sırt çantasına bir dizüstü bilgisayar
gibi kolaylıkla sığabilen “Pred Pack”
kutusu, kullanıcıların günlük öğle yemeği ihtiyaçlarına bağlı olarak farklı
düzenlerde kullanılabilir, değişik boyutlarda kaplar içeriyor.
Kaplar gıda maddeleri için güvenli, bulaşık makinesi dostu, dondurucu ve
mikrodalga fırında kullanılabilir, kapanabilir ve sızdırmaz olarak üretilmiş.
Hafta boyunca kullanabilmek için farklı ebatlarda birden fazla kabı toplu
olarak almak mümkün.
“Prepd Pack”in yaratıcıları akıllı
telefonlar için uyumlu bir program geliştirmişler. Bu sistemin en güzel yanı, kullanıcıların
haftalık menülerini, alışveriş listelerini ve “Prepd Pack”e sığacak tarifleri planlamaya yardımcı olması.
Böylelikle yiyeceklerin israf edilmesinin önüne geçilebiliyor. Uygulama beslenme
bilgilerinin izlenmesine olanak sağlarken aynı zamanda da kullanıcıların
tariflerini paylaşımlarına ve kendi yemek planlarını yapmalarına da
kolaylaştırıyor.
Amerika kıtasına doğru ilerlediğimizde sefertası popüler
kültürün de etkisiyle farklı bir kimliğe bürünüyor yavaş yavaş.
“Lunch box” Birleşik Krallık ve Birleşik
Devletler sözlüklerinde “lunch pail”
ve “lunch kit” (yemek kovası ve yemek
kiti) tanımına dayanan ve yemekleri saklamak ve bir yerden başka bir yere
taşımak için kullanılan kutu olarak tanımlanmış. Bu fikir oldukça uzun bir
zaman önce çıkmış olmasına karşın 20. Yüzyılın başlarında insanlar bu amaçla
teneke tütün kutularını kullanmaya başlayıncaya değin popüler olmamış. İzleyen
yıllarda metal kutunun yüzeyine kabartma olarak basılan resimler gençler
arasında tutulmasını ve aranan bir ürün olmasını sağlamış.
Tüm
dünyada olduğu gibi Sanayi Devriminin bir sonucu olarak Amerikalılar evlerinden
uzakta, fabrikalarda çalışmaya başladıklarında, öğle yemeği için evlerine gidip
gelmeleri çok da pratik olmadığından, yemeklerini taşıyabilecek ve dış
etkenlerden koruyabilecek bir şeye gerek duyuldu. Bu amaçla 19. Yüzyıldan
itibaren Amerikalı işçiler et, sebze, katı yumurta, kahve ve turta gibi
yiyeceklerden oluşan öğle yemeklerini sepet gibi, ahşap kutu gibi kapların
içinde götürmeye başladılar işyerlerine. Şık görünümlü ahşap kutu kullanımı o
yıllarda bir sosyal statü göstergesiydi. 1800’lerin başlarında tenekeden
yapılmış bisküvi kutusu ya da başka teneke kutular kullanılırken, 1850’lerde “lunch pail” (yemek kovası) ortaya
çıktı.
1904’te“lunch box” sonraki yıllarda simgesinin bir parçası haline gelen
termosla tanıştı. Termos sıcak ya da soğuk içeceklerin yemek saatine kadar
sıcaklıklarını korumasını sağlıyordu ve o tarihten bu yana “lunch box”ın ayrılmaz bir parçası oldu.
Geuder, Paeschke ve Frey,
1935’te ilk lisanslı Hollywood karakterini taşıyan “lunch box” Mickey Mouse’u ürettiler. Kabartma bir baskı içeren
oval bir teneke kutuydu ve içinde dışarı çıkarılabilen bir tepsiye sahipti.
Termosu olmamasına karşın kutuyu sıkıca kapatmayı sağlayan sert telden
bükülerek yapılmış bir sapı vardı.
Altmışlı,
yetmişli yıllarda “Lunch box”ın mesai
arkadaşı termos bazı değişimler geçirdi. Önceleri çelik gövdeli, mantar ya da
kauçuk tıpalı, içi camdan yapılmış ve bakalit bir kupası olan termoslar tamamı
plastikten yapılan şişelere dönüştü bu yıllarda.
Eskiden teneke ya da alüminyumdan
yapılan “lunch box”ların artık iç
kısmı genellikle alüminyum ya da vinilden, dış kabuğu da plastikten yapılıyor.
İki kabuğun arasında ısıyı geçirmeyen bir yalıtım katmanı ekleniyor. Böylelikle
kutu hem ısıyı koruyor, hem de sağlam bir gövdeye sahip oluyor.
Günümüz Luch Box Örneklerinden Biri |
Günümüzde “lunch
box” çoğunlukla çocukların evden okula öğle yemeği ya da atıştırmalık
götürmeleri amacıyla kullanılmakta. Modern formda olanları bir sapı olan küçük
bir çantayı andıran biçimde yapılıyor. Üzerinde çoğunlukla televizyon
şovlarının, film kahramanlarının resimleri ya da dönemi yansıtan simgeler
içeriyor bu çantalar.
Cam ya da metalden yapılan başka “lunch box” çeşitleri de var. Cam olanlar kırılmaya çok uygun ve
ağır olsalar da mikrodalga fırınlarda kolaylıkla kullanılabiliyorlar. Buna
karşın metaller paslanmaz çelikten yapılır, hafif ve sağlam olmalarına rağmen
mikrodalga fırına giremiyorlar.
Amerika Birleşik Devletleri’nde “lunch box” ya da “lunch
pail” işçi sınıfının sembolü olarak kullanılmaktadır. Popülist
politikacıları tanımlamak için kullanılan “lunch
pail Democrat” (sefertası demokratı) deyimine de esin kaynağı olmuş bu kutu.(10)
Son yıllarda dünyada yayılış gösteren ve ülkemizde de karşılık
bulan “Slow City” ve “Slow Food” hareketlerinin bir uzantısı
olarak sağlıklı, temiz, dengeli beslenmeyi öngören, aynı zamanda tasarruf
sağlamayı ve yemek israfını önlemeyi hedefleyen bir hareket olarak başlamış
Sefertası Hareketi. !999’da gazeteci, yazar Ümit Sinan Topçuoğlu’nun
önderliğinde başlayan hareket, çocukların sağlıklı beslenebilmeleri adına okullarda
kantin yönetmeliği çıkartılmasını hararetle savunmuş, Yönetmelik 2016’da hayata
geçmiş.
“Sefertası korumayı ve taşımayı sembolize eder. Tabi
hareketliliği de.” Diyor hareketin kurucuları. Fast food ve bu endüstri için
üretilmiş, genetiğiyle oynanmış bütün tarımsal ve hayvansal gıdalara karşı
çıkıyorlar. Geleneksel mutfağın korunmasını, evde yemek yapılmasını, aile
sofralarını destekliyor ve yemek israfına kesinlikle karşı çıkıyorlar.
Sefertası Hareketinin kurucusu Ümit Sinan Topçuoğlu
2008’de aramızdan ayrılınca hareket de eski dinamiğini kaybetmiş. Ancak son
günlerde diyetisyenlerin ön ayak olmasıyla sefertası hareketi yeniden
canlandırılmaya çalışılıyor.
12
Nisan 2018
Antalya
-
Kaynakça
(2). TÜRK
MUTFAK VE BESLENME KÜLTÜRÜNÜN TARİHSEL GELİŞİMİ *SÜRÜCÜOĞLU, Metin Saip
**ÖZÇELİK, Ayşe Özfer http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/S%C3%9CR%C3%9CC%C3%9CO%C4%9ELU-Metin-Saip-%C3%96Z%C3%87EL%C4%B0K-Ay%C5%9Fe-%C3%96zfer-T%C3%9CRK-MUTFAK-VE-BESLENME-K%C3%9CLT%C3%9CR%C3%9CN%C3%9CN-TAR%C4%B0HSEL-GEL%C4%B0%C5%9E%C4%B0M%C4%B0.pdf
(3) Castanada, Carlos, (2000) Ixtlan Yolculuğu, Çevirmen Nevzat
Erkmen, Söz Yayınları 3. Baskı, ISBN 973-95491-5-8, Mart Matbaacılık Sanatları
Tic. Ltd. Şti İstanbul.
(7) Karpuz,
Emine, Yrd. Doç. Dr. ANADOLU
MUTFAKLARINDA KULLANILAN BAKIR KAPLAR VE OSMANLI DÖNEMİ ÖRNEKLERİ https://www.altayli.net/anadolu-mutfaklarinda-kullanilan-bakir-kaplar-ve-osmanli-donemi-ornekleri.html/2
(11) SAKİN
KENT HAREKETİNİN TÜRKİYE’DEKİ GELİŞİMİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME• AN EVALUATION
ON THE DEVELOPMENT OF CITTASLOW MOVEMENT IN TURKEY. Onur DONAT** Pınar Savaş
YAVUZÇEHRE***
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)