Babam aradı bu gün. Biraz kırgın. Neden aramıyorum diye
kırılmış bana. Seksen bir yaşında. Haklı galiba. Aramız nasıl mı? Her baba oğul
gibi; mesafeli.
Celladın suçu var mı? Var.
Şubatın ortasındayız. Hava yaza özenmiş, günlük güneşlik.
Biraz poyraz esiyor ama güneş de yakıyor bir yandan. Birkaç kişi var denize
giren. Bense sahilde bir bankta oturmuş, yazacağım yazıyı düşünüyorum. Elimde
sadece son cümlesi var.
Sabah uyandığımda güneşi görünce kahvaltıyı sahilde
yapmak geldi içimden. Çingene salatası yaptım. Yanına çıtır çıtır iki simit ve
bir termos dolusu çay. Ne zaman Çingene salatası yapsam hep bir hüzün kaplar
içimi, bir şeyler yazma isteği uyanır bende. Galiba hazırlaması kolay ve
yaratıcılığa açık bir yemek olduğundan. Belki de birini hatırlattığından. Bu
seferkinde roka ve havuç da var.
Of! Yarın Pazartesi. Celladın hiç affedilesi yanı yok.
Hay Allah! Nereden geldi aklıma şimdi bu Şinasi. Denizden
herhalde. Yıllar önce gitmiştim evine bir kez. Nasıl da önemli bir zengin
olduğunu anlata anlata bitirememişti. Şişko Şinasi tanıdığım en boktan
adamlardan biri değil elbet ama yakın sayılır.
Laf aramızda; sessizce lütfen, yerin kulağı var.
Şişko Şinasi’nin, Bodrum’un mutena koylarından birinde
denize nazır, ultra lüks villasını satın alırken ruhundan verdiklerinde saklı biraz
da o celladın cezası.
Oturduğum bankın önünden birçok çift gelip geçti. Bu
güzel günü değerlendiriyorlar, yürüyerek ya da bir yerlerde oturup denizi
izleyerek. Bazıları kumsalda uzanmış güneşle oynaşıyor. Çoğu hafta sonu
kumrusu. Biraz ötemde bir çift sessizce tartışıyor. Sesleri duyulmuyor belki,
bağırmıyorlar birbirlerine ama görüntüleri çok gürültülü. Bu günün farkında değiller.
Sanırım yeni evliler.
Bir kadın evlendiğinin ertesi günü kocasının kanatlarını
kırpmaya başlar ve bu, adam uçmayı unutuncaya değin sürer. İşte bu yüzden bütün
sevdalar tek kişilik. Kadın aşık olur, adam seviyormuş gibi yapar, belki
gerçekten de seviyordur ama göstermez. Ne zaman ayrılmaya kalksalar, eksilirler
yarı yarıya. Toparlayamazlar bir türlü; hangi yarım bütüne kafa tutabilmiş ki. Kadın
adamın, adam sevginin celladı olur.
Celladın cezasını katlamalı.
Düşünsenize, hastanede yatıyorsunuz. Kolunuz
bacağınız kırık olsa, ateşlenmiş olsanız, kendinizi biraz iyi hissettiğinizde
her şeyi makaraya sarar, çevrenizdekilerle eğlenmeye, tadını çıkarmaya
çalışırsınız. Ya ölümcül hastaysanız? Sonuç kestirilemiyorsa, kurtulma
olasılığınız zayıfsa, ya da yoksa? Çevrenizde size acınası yüz ifadesiyle bakan
yakınlarınız dolaşmaya başlar. Bütün tavırlar yapmacık gelir, gerçekçi bir yanı
yoktur. Sanki yokmuş gibi davranılır yaklaşan ölüme. Aslında o tam da acımak
değildir; “Ölsen de kurtulsak, yani sen ölmeye yakınsın ve biz bunu görmeye
tahammül edemiyoruz bu yüzden eğer birazcık bizim konforumuzu düşünüyorsan
lütfen ölür müsün” bakışıdır o. Onlar farkında mı bunun? Değil tabi.
“Ama bizim de normal hayatımıza dönmeye,
hiçbir şeyin farkında olmamaya hakkımız var canım. Biraz anlayış lütfen.”
Hangi dağın karı, hangi dalganın köpüğü
ağartabilir ki günah yığınımızı; adamakıllı kirliyiz işte. Buna rağmen mutlu
cahillerden olmak isteriz.
Celladın cezasının çoğu bu kayıtsızlığın kıvrımlarında
saklı.
“Kimse durup dururken sana düşman olmaz,
onları sen yaratırsın” demişti vaktiyle tanıdığım bilge bir kişi. Farkında
olmadan onlara zarar vermek bir yana onlardan bir parça bile iyi olmak yeterli
olabiliyor bazen bu düşmanlık için. Biz ne olduğunu anlamadan düşmanlık
biriktirmeye başlıyorlar. Yarattığımız her düşman da akrabadır celladımızla
yani biraz da buradan cezalı celladımız.
Eve döndüm. Beynimin içinde
dolanan bu yazıyı bitirmeliyim. Bilgisayar ekranımın tam önünde masa lambasına
bağladığı iplikçiğinden sarkan küçücük bir örümcek var. Sağa sola sallanıp yeni
ipler bağlamaya bir ağ örmeye çalışıyor. Biraz büyük olsa tehdit bile
sayılabilir. Ama o sadece bir av bekliyor tıpkı benim kelimelere kurduğum tuzak
gibi.
Yazara bir ceza; bir ceza da
cellada gelsin.
Bazen sırf bizden daha fazla şey biliyor diye, okuyor,
eğitiyor diye işinden, okulundan atılır insanlar. Onları sevmediğimizden değil,
onları yönetmeye yeterli birikimimiz olmadığından yaparız bunu. Bazen onları
hapse atarız, ülkenin dışına attığımız da olur. Onlar için cellatlar üretiriz ama
en iyi cellat, kendimizi kurbana çevirdiğimizde ortaya çıkar. Korkarız,
sineriz, pusarız ve içimizden yükselir kendi celladımız. Varoluşumuz artık
başkasının tekeline geçmiştir.
Cellada buradan da bir ceza vermeli.
Hep aynı hikayeyi anlatıyor olmamız bizi biz yapmaz.
Sadece basit bir kalıba sığmış yüzeysel biri yapar, sınırlarımızı belirler.
Keza, konuşmak da bilmeyi gerektirmez. Bir şeyler bilseniz de bilmeseniz de
ağzınızdan çıkan her sözcük en azından bir süre karşınızdakini oyalar,
dinlemesini sağlar. Dinleyici duyduklarına itiraz etmiyorsa, hele bir de alkış
tutuyorsa, bir süre sonra kendinizi vazgeçilmez hissedersiniz. Dünyanın en
haklı insanı olmanın gururuyla, kendi yanlışınızı pis bir ego uğruna sürdürmek
için, doğru insanları harcamaktan çekinmezsiniz. Celladın en büyük cezası bu
gevezelikte gizlidir.
Düşünüyor ve öğreniyor olmanın ağır cezalı sularına
yelken açmışsak eğer ipimizi çekecek celladın cezası okumak olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder