Sırtındaki
küfeyi indirip elini beline koydu. Guruba çevirdi bakışlarını. Acı çekiyormuş
gibi ekşitti yüzünü. Elinin tersiyle alnında süzülen teri sildi. Derin bir
nefes verip cebindeki parayı çıkarmadan hesaplamaya koyuldu. Eve dönüş ve
ertesi günün yol paralarını çıkarınca güzelce bir yemek yiyebilecek kadar iş
yapmıştı bugün. Ama bugün de az yiyecekti. Eskimiş küfesine baktı. Birkaç güne
kalmaz kullanılmaz hale gelecekti.
Yolun
kenarına geçip kaldırıma oturdu. Bir gün önce otobüste oturduğu koltuğun arasına
sıkıştırılmış kitabı çıkardı arka cebinden. Yaşlı, çirkin bir ihtiyarın
fotoğrafı vardı kitabın üzerinde. Ecnebi dilinde yazılmış olduğunu düşünmüştü
önce kapağında sadece Bukowski yazan kitabı elinde çevirirken. Arka kapağının
Türkçe olduğunu fark etse de bulduğu aralığa kitabı tekrar sıkıştırıp bıraktı.
İlkokulu bitirdiğinden beri eline kitap almadığını düşününce alıp cebine
koymuştu.
Oturduğu
yerde rastgele bir sayfa açtı.
“Bazı
insanları acı büyütür ve yaşatır. Acı çekmeden; daha doğrusu yeterince acı
çekmeden, yitirmeden, o korkunç yalnızlığı tatmadan kendisi olamaz bazı
insanlar. Ne zaman ki en sevdikleriniz yan çizer, ne zaman ki birer birer
düşürür herkes maskesini, ne zaman ki yalnızlıktaki o muhteşem gücü
keşfederseniz, o zaman başlarsınız gerçekten yaşamaya.”
(“Çok
doğru.”) diye düşündü kitabı kapatıp arka cebine yerleştirirken. (“Ben
gerçekten yaşıyor muyum?”) diye kendi kendine sordu sonra. (“Acının alasını
çekiyorum. Kendimden başka kimsem yok. Yeni bir küfe alma hayali kurmaktan
başka yaşama nedenim yok. Gerçekten yaşıyor muyum?”)
Pazarın
içinden “Tazeleeeer!!!” diye bağıran esnafın sesi düşüncelerinden sıyrılmasına
neden oldu. (“Bu kitap okuyanlar o yüzden düşünmekten başka bir şey
yapamıyorlar. İki satırda bile kafası karışıyor insanın. Haydi bakalım İsmail,
kalk da çalışmaya koyul. İki iş daha kaptın kaptın bugün.”)
Oturduğu
yerden kalkıp sırtına küfesini geçirdiği anda karşıdan el eden kadını gördü.
Diğer küfecilerden önce yetişmek için koşa koşa gitti kadının yanına. “Buyur
ab…la…!” Donup kalmıştı birdenbire. Bir önceki akşam televizyonda filmini
izleyip, düşler kurarak yatağına yastığına sürtündüğü kadın kanlı canlı
karşısındaydı.
“Ne
takıldın canım?” diye sordu kadın. Cevap veremedi İsmail. Kadın, “İşin varsa
başkasına bakayım.” diye üsteleyince topladı kendini. “Yok!” dedi heyecanla
kadının sabırsız gözlerine bakarak. “Başka işim yok.”
Sinirliydi
kadın. Elmacık kemiklerinin ortaya çıkaran başka bir gerginlik vardı yüzünde. Omuzlarının
üzerinden beline uzanan siyah saçları vardı. Düz bir şekilde kesilmiş saçların
bittiği yerden başlayan kalçalardan gözlerini ayırmadan takip etti. Sağlı sollu
tezgâhların neredeyse hepsinde durdular. İçlerinde ezilme ihtimali olan meyve
sebzeleri küfesinin üst kısmındaki çıkıntılara astı. Daha sert olanları
doğrudan küfenin içine bıraktı. Küfe doldukça İsmail de doldu taştı. Kızardı,
nefesi sıklaştı, eli ayağına dolaştı, gözü karardı…
Kolundan
tutup çekiverdi kadını peynircinin arkasındaki kamyonete. İnce belini sarıp
çekti kendine. Boşta kalan eliyle saçlarını okşadı. Kendiliğinden aralanan
dudaklara bıraktı kendi dudaklarını. Ellerini kadının baldırlarına kaydırdığı
anda bozuldu büyü.
“Ne
bakıyorsun be! Alsana şu poşetleri!”
Önünde
kabaran utancını elleriyle gizlemeye çalıştı boş yere. (“Anladı mı acaba?”)
zihnini kemiren pişmanlıkla kadının uzattığı poşetleri alıp küfesinin içine
bıraktı. Kadının ters bakışlarıyla karşılaşmamak için yüzünü yerden
kaldırmıyordu. Ama dışarı yansıttığı utancından zihninde eser yoktu. (“Belki de
hoşuna gitmiştir. Evine çağırır belki. Filmlerde adamlarla yaptığını benimle de
yapar belki”)
Kendi
edepsizliğine gülecek gibi olduğunda kadının öfke kusan bakışlarıyla
karşılaştı. Pazarın sonuna vardıklarını o zaman anladı. Tek söz etmeden döndü
arkasını kadın. Köşede bekleyen taksiye el etti. Göğsü yandı İsmail’in taksi
yanlarına yaklaşırken. Yine de kaybetmedi umudunu. Taksicinin koltuğundan
kalkmasını beklemeden bagaja yöneldi.
İşi
bittiğinde mahcup göründüğünü umarak el çantasının içinde cüzdanını aramakta
olan kadına baktı.
“Ne
kadar?”
“Ne
verirsen abla!”
“Üstü
kalsın.”
Kadının
uzattığı paraya baktı. Akşama kadar yaptığı hasılattan fazlasını tek seferde
kazanmıştı. Uzunca bir süre bakakaldı taksinin arkasından.
Kendi
kendine (“Keşke bir şeyler söyleseydim.”) diyerek çöktü kaldırıma. “Belki
gülerdi biraz olsun. Gülünce çok güzel olduğunu biliyorum filmlerinden.”
Arka
cebindeki kitabı çekip aldı. Rastgele bir sayfa açtı.
“Hayat
öyle lanet bir şey ki; Sustuğunda konuşmadın diye pişman eder, Konuştuğunda ise
susmadığın için kahreder.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder