Kahve, defterimin
üzerine döküldüğünde günlerdir beni yakıp kavuran huzursuzluğun sebebini çözmek
için çabalıyordum. Bir küfür savruldu dudaklarımın arasından. Ellerim hemen
çantama yöneldi. Kafedeki bütün bakışların bana yöneldiğini kâğıt mendil
ararken fark ettim. Masanın üzerine yayılan sütlü kahvenin engel tanımadan
telefonuma doğru ilerlediğini gördüğümde, çantada kâğıt mendil arayan
ellerimden biri telefona yöneldi. Telefonumu son anda boğulmaktan kurtardım
fakat defterim de aynı elim tarafından süt bulamacının ortasına itildi o
esnada. İçini özenle doldurduğum, yanlış bir sözcük yazmamak için çaba
gösterdiğim defterim bir anda berbat oldu.
Görevli elindeki bezle
koşturarak geldi. Ne bana sordu ne de yaptığının sonuçlarının farkındaydı. Bezi
bastırıverdi sözcüklerimin üzerine. Elini kaldırdığında mavi renkli titrek
harflerim birbirine girmişti. Huzursuzluğumun üzerine bir de hüzün eklendi.
Çözmem gereken meselelerin sayısının artmasını oldum olası sevmemişimdir.
Sıcak hava sayesinde
çabucak kurudu defterin yaprakları. Fakat sözcüklerim silindi gitti. “Ben de
işte böyle silinip gideceğim.” diye düşündüm. Hayır, bu düşünen ben değilim.
Zihnime nasıl yerleştiğini bilmediğim iblisti konuşan. Benimle aynı fikirde
olmayı bir türlü kabul etmeyen, her çabamı baltalayan, haris karakterli
nefretim…
Sürekli konuşan, neye
elimi atmaya yeltensem beni durdurmak için çabalayan iblis öyle sadık ki
görevine; kimi zaman zihnimden taşıp çevreme yayılıyor, olayları kendi istediği
gibi şekillendiriyor, her fırsatta yaşama sevincimi ayakta tutmaya çalışan
içimdeki bendeyi umutsuzluğa sürüklüyor. İşte yine aynını yapmıştı. Masanın
üzerinde kendi halinde duran kahve fincanını hiçbir tesir olmadan devirmeyi
becerebilmişti. Üstelik tam derin bir rabıtaya girmişken. Elbette dağıldı düşüncelerim
ve çözmek üzere olduğum huzursuzluğum bir kat daha arttı.
Bana dünyaya gelmiş
olmamın bile hata olduğunu düşündürten haris iblis; bir kaç gündür eylemlerine
hız vermişti. Bu yaşıma kadar bütün seçimlerimin yanlış olduğunu, neye elimi
atsam kuruduğunu, daha fazla çabalamamın gereksiz olduğunu ince ince işleyip
duruyordu. Fakat sözcüklerimi silmek yaptığı en büyük hata oldu. Öfkeme hâkim
olamayıp “Defol!” dedim. Haykırarak bağırmış olmalıyım ki; kafenin bahçesi bir
anda sessizliğe büründü, bütün bakışlar tekrar bana yöneldi. Özür dileme gereği
görmedim. Büyük bir savaş başlamıştı ve savaşta her yol mubahtı.
“Sus! Rezil oluyorsun!”
dedi iblis. Zayıf geldi sesi bu kez. Sanıyorum fısıldadı. Aklınca beni
susturacak, yeniden gücünü toplayıncaya dek bir köşede sinsi sinsi yeni
dalaverelerini tasarlayacaktı. Bu defa bilinçli bir şekilde yükselttim sesimi;
“Susmuyorum! Beni çürütmene, dahası öldürmene müsaade etmeyeceğim.” Kılıçlar
çekilmişti, geri dönüşü olmayan bir yola girmiştik. Bende ve iblisin sonsuz mücadelesi
açığa çıkmıştı.
O gün olanları şimdi
düşününce nasıl büyük bir hata ettiğimi anlayabiliyorum. Beynimin bütün
kıvrımları iblis tarafından ele geçirilmişti. Ne düşünürsem onun süzgecinden
geçiyor, her hamlemi ben hayata geçirmeden önce biliyor ve eylemim başlayana
kadar geçen o anlık sürede nasıl karşılık vereceğini keskin bir şaşmazlıkla
hesaplayabiliyordu. Onun sessiz ve derinden hamlelerine karşı bendenin
savunuşlarıysa büsbütün cılız kalıyordu. İblis, bir satranç ustasından bile
daha maharetliydi. İleri görüşlü hamleleriyle işimi çabucak bitirdi.
Ambulansın sesini fark
etmemiştim. Eğer üzerime çullanan beyaz gömlekli adamları daha önce görseydim
mutlak kaçma girişiminde bulunurdum. Fakat iblis bütün algımı ve gözlerimi kör
etmişti. Güçlü kollarla sarmalanana dek avazım çıktığı kadar bağırıp zihnimin
karanlıklarında yükselen kahkahalarını bastırmaya çabalamıştım. Elbette o
kahkahaların sebebini şimdi daha iyi anlıyorum. Üzerimden ayrılmayan yabancı
bakışların zihinlerinde yankılanan sesleri duydum bir an için; “İşte bak!”
diyordu her birinin kendi iblisi. “Örnek al! Beni dinlemezsen sonun tıpkı onun
gibi olacak.” Zavallıların korku dolu bakışları altında zorla bindirildim
ambulansa. Sonrasında olanları hatırlamıyorum. Doktorumun anlattığına bakacak
olursak en son; “Senin çobanın benim. Benim sözümü dinleyeceksin. Senin
Mesih’in benim.” diye bağırıyormuşum.
Doktorumun söylediğine
göre iyileşmişim. İki yıllık tedavi sonuç vermişti ona göre. Yutmayı
reddettiğim için hap vermek yerine şırınga ile zerk ettikleri kimyasallar haris
iblisi susturmaya yetmişti. Fakat aynı zamanda bende de susmuştu. Zihnim
bomboştu. Doktor, son görüşmemizde hafta sonuna kadar taburcu olacağımı
söylediğinde dışarda ne yapacağımı düşünmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Büyük
düşmanların suskunluğu arasında düşünme yetimi de kaybetmiştim anlaşılan.
Bimarhaneden çıkar
çıkmaz ilk yaptığım iş o meşum savaşın meydana geldiği kafeye gitmek oldu.
Fakat büyük bir hayalkırıklığına uğradım. Kafe kapanmıştı. İçeriye iki bedenin
aynı anda sığamayacağı yandaki kunduracıya başımı sokup sordum kafeye ne
olduğunu. Ağzında sıraladığı çivileri çıkarmaya gerek görmeden cevapladı sorumu
ihtiyar kunduracı; “İki yıl önce bir deli sinir krizi geçirdi. Olay duyuldu,
müşterileri gelmez oldu. Altı ay sonra da kapattılar. Bir daha da kimse oraya
bir şey açmaya yeltenmedi.”
Şaşkın ve üzgün bir
şekilde kafenin kapısına yöneldim. ‘Deli’ olarak nitelendirilmek hoşuma
gitmemişti. Esen rüzgârla birlikte kafenin kapısı kendiliğinden açılınca
içeriye girdim. Dışarıdan demetler halinde süzülen gün ışığı içerideki
karanlığı yok etmeye yetmiyordu. Masalar, sandalyeler toz tutmuştu. Loş ışıkta
adımlarıma dikkat ederek ilerledim kafenin içlerine. Eskiden yazar kasanın
olduğu tezgâhın üzerine üst üste konulmuş defterler dikkatimi çekti. Merakla
karıştırdım sayfaları. Kafenin hesap defterleri ellerimin arasında duruyordu.
Gün gün işlenmiş hasılatları incelerken işlerin günden güne nasıl azaldığı
rahatlıkla görülebiliyordu. En altta duran deftere sıra geldiğinde
heyecanlandım. Görür görmez tanıdım kendi defterimi. Beni zorla götürdükleri
sırada yere düşmüş olmalıydı. Sayfalarına bulaşan sütün neden olduğu buruşuk
kuruluğun üzerinde ellerimi gezdirdim. Neler yazdığımı hatırlamıyordum. Merakla
çevirdim sayfaları. Sonuna kadar dolmuş meğer defterim. Son sayfayı açtığımda
kalakaldım. Doktorumun teminatlarına karşın hislerimde yanılmamıştım. İblis
ölmemişti; aksine bölünerek çoğalmıştı. Tanıdık şeytanlar gelip eski yerlerine
yerleşiverdiler bir anda. Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan tekrar açtım
son sayfayı. Dağılmış harflerin içinde dikkatlice bakılınca ortaya çıkan silik
cümleyi bu sefer sesli olarak okudum; korkularımı kamçılayan, yenilgimi faş
eden o çirkin cümleyi;
“Benden
asla kurtulamazsın!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder