24 Mart 2017 Cuma

İblis / Achilles Valentin


Kahve, defterimin üzerine döküldüğünde günlerdir beni yakıp kavuran huzursuzluğun sebebini çözmek için çabalıyordum. Bir küfür savruldu dudaklarımın arasından. Ellerim hemen çantama yöneldi. Kafedeki bütün bakışların bana yöneldiğini kâğıt mendil ararken fark ettim. Masanın üzerine yayılan sütlü kahvenin engel tanımadan telefonuma doğru ilerlediğini gördüğümde, çantada kâğıt mendil arayan ellerimden biri telefona yöneldi. Telefonumu son anda boğulmaktan kurtardım fakat defterim de aynı elim tarafından süt bulamacının ortasına itildi o esnada. İçini özenle doldurduğum, yanlış bir sözcük yazmamak için çaba gösterdiğim defterim bir anda berbat oldu.

Görevli elindeki bezle koşturarak geldi. Ne bana sordu ne de yaptığının sonuçlarının farkındaydı. Bezi bastırıverdi sözcüklerimin üzerine. Elini kaldırdığında mavi renkli titrek harflerim birbirine girmişti. Huzursuzluğumun üzerine bir de hüzün eklendi. Çözmem gereken meselelerin sayısının artmasını oldum olası sevmemişimdir.

Sıcak hava sayesinde çabucak kurudu defterin yaprakları. Fakat sözcüklerim silindi gitti. “Ben de işte böyle silinip gideceğim.” diye düşündüm. Hayır, bu düşünen ben değilim. Zihnime nasıl yerleştiğini bilmediğim iblisti konuşan. Benimle aynı fikirde olmayı bir türlü kabul etmeyen, her çabamı baltalayan, haris karakterli nefretim…

Sürekli konuşan, neye elimi atmaya yeltensem beni durdurmak için çabalayan iblis öyle sadık ki görevine; kimi zaman zihnimden taşıp çevreme yayılıyor, olayları kendi istediği gibi şekillendiriyor, her fırsatta yaşama sevincimi ayakta tutmaya çalışan içimdeki bendeyi umutsuzluğa sürüklüyor. İşte yine aynını yapmıştı. Masanın üzerinde kendi halinde duran kahve fincanını hiçbir tesir olmadan devirmeyi becerebilmişti. Üstelik tam derin bir rabıtaya girmişken. Elbette dağıldı düşüncelerim ve çözmek üzere olduğum huzursuzluğum bir kat daha arttı.

Bana dünyaya gelmiş olmamın bile hata olduğunu düşündürten haris iblis; bir kaç gündür eylemlerine hız vermişti. Bu yaşıma kadar bütün seçimlerimin yanlış olduğunu, neye elimi atsam kuruduğunu, daha fazla çabalamamın gereksiz olduğunu ince ince işleyip duruyordu. Fakat sözcüklerimi silmek yaptığı en büyük hata oldu. Öfkeme hâkim olamayıp “Defol!” dedim. Haykırarak bağırmış olmalıyım ki; kafenin bahçesi bir anda sessizliğe büründü, bütün bakışlar tekrar bana yöneldi. Özür dileme gereği görmedim. Büyük bir savaş başlamıştı ve savaşta her yol mubahtı.

“Sus! Rezil oluyorsun!” dedi iblis. Zayıf geldi sesi bu kez. Sanıyorum fısıldadı. Aklınca beni susturacak, yeniden gücünü toplayıncaya dek bir köşede sinsi sinsi yeni dalaverelerini tasarlayacaktı. Bu defa bilinçli bir şekilde yükselttim sesimi; “Susmuyorum! Beni çürütmene, dahası öldürmene müsaade etmeyeceğim.” Kılıçlar çekilmişti, geri dönüşü olmayan bir yola girmiştik. Bende ve iblisin sonsuz mücadelesi açığa çıkmıştı.

O gün olanları şimdi düşününce nasıl büyük bir hata ettiğimi anlayabiliyorum. Beynimin bütün kıvrımları iblis tarafından ele geçirilmişti. Ne düşünürsem onun süzgecinden geçiyor, her hamlemi ben hayata geçirmeden önce biliyor ve eylemim başlayana kadar geçen o anlık sürede nasıl karşılık vereceğini keskin bir şaşmazlıkla hesaplayabiliyordu. Onun sessiz ve derinden hamlelerine karşı bendenin savunuşlarıysa büsbütün cılız kalıyordu. İblis, bir satranç ustasından bile daha maharetliydi. İleri görüşlü hamleleriyle işimi çabucak bitirdi.

Ambulansın sesini fark etmemiştim. Eğer üzerime çullanan beyaz gömlekli adamları daha önce görseydim mutlak kaçma girişiminde bulunurdum. Fakat iblis bütün algımı ve gözlerimi kör etmişti. Güçlü kollarla sarmalanana dek avazım çıktığı kadar bağırıp zihnimin karanlıklarında yükselen kahkahalarını bastırmaya çabalamıştım. Elbette o kahkahaların sebebini şimdi daha iyi anlıyorum. Üzerimden ayrılmayan yabancı bakışların zihinlerinde yankılanan sesleri duydum bir an için; “İşte bak!” diyordu her birinin kendi iblisi. “Örnek al! Beni dinlemezsen sonun tıpkı onun gibi olacak.” Zavallıların korku dolu bakışları altında zorla bindirildim ambulansa. Sonrasında olanları hatırlamıyorum. Doktorumun anlattığına bakacak olursak en son; “Senin çobanın benim. Benim sözümü dinleyeceksin. Senin Mesih’in benim.” diye bağırıyormuşum.

Doktorumun söylediğine göre iyileşmişim. İki yıllık tedavi sonuç vermişti ona göre. Yutmayı reddettiğim için hap vermek yerine şırınga ile zerk ettikleri kimyasallar haris iblisi susturmaya yetmişti. Fakat aynı zamanda bende de susmuştu. Zihnim bomboştu. Doktor, son görüşmemizde hafta sonuna kadar taburcu olacağımı söylediğinde dışarda ne yapacağımı düşünmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Büyük düşmanların suskunluğu arasında düşünme yetimi de kaybetmiştim anlaşılan.

Bimarhaneden çıkar çıkmaz ilk yaptığım iş o meşum savaşın meydana geldiği kafeye gitmek oldu. Fakat büyük bir hayalkırıklığına uğradım. Kafe kapanmıştı. İçeriye iki bedenin aynı anda sığamayacağı yandaki kunduracıya başımı sokup sordum kafeye ne olduğunu. Ağzında sıraladığı çivileri çıkarmaya gerek görmeden cevapladı sorumu ihtiyar kunduracı; “İki yıl önce bir deli sinir krizi geçirdi. Olay duyuldu, müşterileri gelmez oldu. Altı ay sonra da kapattılar. Bir daha da kimse oraya bir şey açmaya yeltenmedi.”

Şaşkın ve üzgün bir şekilde kafenin kapısına yöneldim. ‘Deli’ olarak nitelendirilmek hoşuma gitmemişti. Esen rüzgârla birlikte kafenin kapısı kendiliğinden açılınca içeriye girdim. Dışarıdan demetler halinde süzülen gün ışığı içerideki karanlığı yok etmeye yetmiyordu. Masalar, sandalyeler toz tutmuştu. Loş ışıkta adımlarıma dikkat ederek ilerledim kafenin içlerine. Eskiden yazar kasanın olduğu tezgâhın üzerine üst üste konulmuş defterler dikkatimi çekti. Merakla karıştırdım sayfaları. Kafenin hesap defterleri ellerimin arasında duruyordu. Gün gün işlenmiş hasılatları incelerken işlerin günden güne nasıl azaldığı rahatlıkla görülebiliyordu. En altta duran deftere sıra geldiğinde heyecanlandım. Görür görmez tanıdım kendi defterimi. Beni zorla götürdükleri sırada yere düşmüş olmalıydı. Sayfalarına bulaşan sütün neden olduğu buruşuk kuruluğun üzerinde ellerimi gezdirdim. Neler yazdığımı hatırlamıyordum. Merakla çevirdim sayfaları. Sonuna kadar dolmuş meğer defterim. Son sayfayı açtığımda kalakaldım. Doktorumun teminatlarına karşın hislerimde yanılmamıştım. İblis ölmemişti; aksine bölünerek çoğalmıştı. Tanıdık şeytanlar gelip eski yerlerine yerleşiverdiler bir anda. Gözlerimden süzülen yaşlara aldırmadan tekrar açtım son sayfayı. Dağılmış harflerin içinde dikkatlice bakılınca ortaya çıkan silik cümleyi bu sefer sesli olarak okudum; korkularımı kamçılayan, yenilgimi faş eden o çirkin cümleyi;

“Benden asla kurtulamazsın!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder