‘Benim için resim
bir dizi yıkma eyleminin toplamıdır. Bir resim yapar ve sonra onu yok
ederim. Lakin en sonunda hiçbir şey ortadan kaybolmamış olur’ demiştir
Picasso,sanattaki yıkılışın bir son
buluş değil de; değişimden doğan yeni bir varoluş olduğunu söylemek için. Dünyanın
ilk transseksüeli Einer namıdeğer Lili de bir sanatçı olmanın ötesinde
kendisine bir sanat eseri hassaslığıyla yaklaşmış,Einar Wegener adlı erkek
kimliğini yok ederek yeni bir kişilik olan, eşinin tablolardaki gizemli ‘badem
gözlü’Liliyi çıkartmıştır ruhundan.88.Akademi Ödüllerinden aşina olduğumuz The
Danish Girl 2015 yılında yönetmen Tom
Hooper tarafından gerçek bir hikayeden
esinlenerek seyirciye sunulmuş özgün bir eser olarak karşımıza
çıkmaktadır. Gerda Wegener ve Einar Wegener erken yaşlarında sanat okulunda
tanışıp aşık olmuşlardır ve yine çok genç bir yaşta evlenmişlerdir. İkisi de
ressam olan çiftimizin gündelik yaşamları filme çok sade ve hayat dolu bir
perspektiften yansımıştır . Pastel tonlarının hakim olduğu huzurlu yuvalarında
ikisi de tuvali fırçayla dövmekte ve entelektüel bir hayat yaşamaktadır. Einar
doğup büyüdüğü manzaraları resmederken Gerda portreleriyle öne
çıkmaktadır. Dönemine göre çağdaş ve açık zihinler olan çift önyargılardan ve
toplumsal normlardan uzak bir hayat sürmektedir, bu ortamın sağladığı ortamda
filmin pek çok sahnesinde kadınlara ve transseksüellere verilen önem senaryoya
güzel bir şekilde yedirilerek karşımıza çıkmıştır. Filmimizin senaryosuna dönersek,bir
gün gerdanın kadın bir müşterisinin gelememesi üzerine Gerda eşi Einer’a kadın ayakkabıları ve elbiseleri giydirerek onu
gelmeyen modelinin yerine kullanma kararı alır. Çocukluğundan beri içinde her
zaman hormonal olarak kadınlığa yatkınlık bulunan Einer bu küçük ‘oyundan’çok
zevk alır ve başlarda Gerda’ya yardım etmek için bunu sürdürür.Zaman geçtikçe Gerda’nın
ona giydirdiği elbiselerin tüllerinde kendi benliğini bulur. Makyaj yapmaya,
peruk takıp kadın gecelikleri giymeye başlayan Einer için bu küçük oyun, oyun
olmaktan yavaş yavaş çıkmaktadır.Kadın kimliğine Lili adını veren Einer için
kadın elbiseleri giymek artık sadece eşi için yaptığı bir iyilik değil kendini
bulma süreci olarak göze çarpar.
Einer kalabalık buluşmalara ve seçkin davetlere
Lili kimliğinde giderken kendini Einer’in kuzeni olarak tanıtmakta ve
erkeklerin ona yönelmiş olan ilgili bakışlarından hoşnut olduğunu hissetmektedir.İlerleyen
yıllarda bu çifte kimlikler yüzünden stresli ve sağlıksız zamanlar geçiren
Einer Gerda ve Lili ilişkisi yardıma ihtiyaç duyar ve çiftimiz bir çözüm yolu
bulmak amacıyla doktora başvurur. Nihayetinde doktor Lili’ye onun bedenindeki Einer’ı
çıkarabileceğini söyler. Einerin“Bu benim
bedenim değil profesör, lütfen kurtulun ondan” replikleri filmi izleyenler, belki de
transseksüeller hakkında önyargılı olanlar için tüm duvarları yıkıyor ve
izleyicilere yeni bir perspektif imkanı sunuyor. Biyografik bir film olan Danish
Girl bir çok biyografik film gibi gerçek hikayeye sıkı sıkı bağlı kalarak
çekilmemiş, yönetmen Tom Hooper’ın işlemesiyle hikayenin belirli kısımlarına
vurgu yapmış,belirli kısımlarından ise bahsedilmemiştir bile.
Oyunculuklara gelirsek,
Theory of Everythingten aşina olduğumuz Oscar ödüllü Redmayne filmin bu kadar
başarılı ve etkileyici olmasındaki en büyük etkenlerden biri olarak karşımıza
çıkıyor. Kostümler yönüyle de oldukça başarılı olan filmde oyuncularımızda
estetik açıdan göz doyuran kıyafetleri görmek mümkün, buna rağmen en iyi kostüm
ödülünü kaçırması izleyicileri üzmedi değil. Gerdanın Einer ve Lili’ye olan
daimi aşkı ve dostluğunu Einer’in ise kimlik bulma savaşını anlatan hikaye
abartısız ama iddialı bir şekilde işlenmiş ve ortaya harika bir yapıt çıkmış.Her
bir ayrıntısına kadar özenli ve kaliteli bir film olan Danish Girl’in bu denli
ruha dokunan bir film olmasının sebebi belki de alışılmış kalıpların çok
dışında bir saf bir aşkı işlemesi ve bunu
sanatla taçlandırmış olmasındandır. Transseksüellerin toplumda yaşadığı
zorluklar, kabul görme ve kimlik bulma savaşı içerisinde geçen film umarım
önyargıları biraz yıkıp cinsiyet ayrımı yapmadan tüm aşklara bir şans vermeye
davet eder insanları.
Bonus: Gerçek hayatta da başarılı bir ressam olan
Gerda Wegener artdeco akımının önde gelen temsilcilerindendir, hayatın her
alanında olduğu gibi sanatta da bağlantılar kurmayı sevdiğimden meraklılar için
Lana Del Rey’in Art Deco şarkısını filmi izledikten sonra dinlemenizi tavsiye
ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder