Bu güne değin bir hayli kaos yaşadığımı sanıyordum.
Yanılmışım. Büyük olasılıkla karşılaşacağım bir sonraki kaos için de bir züğürt
tesellisi olarak yukarıdaki cümleye sığınacağım.
Hani sabah uyandığınızda bir şarkı da sizinle beraber
uyanır, gün boyu dilinize dolanır ya; işte ben bir görüntüyle uyandım bu sabah.
Gözlerimin önünde, ön dişlerimden birinin eksik olduğu, gülümseyen yüzüm vardı.
Bunun geceden kalan bir kâbusun kalıntısı olduğu geçse de aklımdan, gözlerimi
her kapattığımda arsızca beliriyordu zihnimde. Biraz daha uyanmaya çalıştım ama
nafile. Gitmiyor. Bir an gerçek olabileceğini düşündüm ve hızla banyoya koştum.
Aynada her sabah karşılaştığım uğursuz suratım vardı. Kendimden nefret
etmiyorum ama sabahları bilirsiniz işte, insan boyut atlamış jöle gibi oluyor;
şekilsiz, ruhsuz. Dişlerim yerindeydi. Sorun, tamamen zihinsel. Katlanmaktan
başka yapacak bir şey olmadığını kabullenerek yüzümü yıkayıp, dişlerimi
fırçaladım. Gün içinde unutabilmeyi umuyorum bu sıkıcı görüntüyü.
Kevser çoktan gitmiş. Akşamki tartışmayı hatırladım.
Gereksizdi bence. Mutfağa doğru geçerken aklım yine o görüntüye kaydı. Bir
dişimi kaybetmek beni bu kadar telaşa düşürmüşse bir organımı kaybetmek nelere
yol açardı kim bilir. Bunu hayal etmeye çalıştım, korkutucuydu. Sonra birden
aklıma çocukluk yaşlarımda aynı kasabada yaşadığımız, uzaktan tanıdığım bir
genç adam geldi; askerlikten kaçmak için sağ elinin işaret parmağını kesmişti.
Hani tetik parmağı olan parmak. Askerlik yapmak bir cesaret gerektiriyorsa bu
adamın yaptığı ondan kat be kat cesurca bir davranıştı. Öyleyse neden yapmıştı
bunu? O zamanlar anlayamamıştım ve bunu serserilik olarak görmüştüm. Belki de o
genç adamı hep serserice işler peşinde koştuğu için böyle yargılamıştım. Bu gün
yanıldığımı daha iyi anlıyorum; özgürlüğünü korumak böyle bir şeydi sanırım. Bu
anarşizan tutumu yanlıştı belki ama o delikanlı sahip olduğu özgürlüğü parmağı
pahasına korumaya niyetliydi. Ne yazık ki yine de başaramadı ve askere alındı.
Sonrasında birçok kez firar ettiğini ve cezalandırıldığını duyduk, belki de
askerliği hiç bitmedi. Sanki bu onun kaosu olmuştu. Ve sanırım bu dünyada var
olmanın bir bedeli olduğunu ve eğer ödemezsen hayatının kabul edilebilir bir
kayıp sayılacağını; zorla da olsa bunu ona öğreteceklerini bilmiyordu.
Su ısıtıp, hazır kahve yaptım. Bir yandan içerken bir
yandan da evrak çantamın içine bir iki çorap, çamaşır ve tişört koydum. Giyindim.
Birkaç günlüğüne önceden planlanmış bir iş seyahatine çıkmam gerekli. Benim
önceden dediğime bakmayın çok çok bir haftalık bir süredir o, yoksa ayın en az
yarısını bu ve benzer seyahatlerde geçiriyorum.
Şu diş, eksik olan, hala gözümün önünde.
Ceketimi giydim, çantamı aldım, bir taksi çağırdım ve
çıkmak üzere kapıya yöneldim. Notu o zaman gördüm. Giriş kapısının hemen
sağındaki dresuarın üzerinde asılı ferforje çerçeveli aynaya yapıştırılmıştı.
Kendinden yapışkanlı, kalp şeklindeki notta; “Çay almayı unutma!” yazıyordu ve
not -sanırım rastlantıydı- tam ağzımın üzerine denk gelmişti. Eksik dişim gibi
aklımdan çıkmayan yarım kalmış akşamki tartışmanın bu notla sonuçlandığını
düşündüm. Emir cümlesiydi bu ama sonuçta kızgınlığını göstermeliydi diye geçti
aklımdan. Cep telefonuma mesaj atabilirdi ama acil bir şey olmadıkça gün içinde
beni pek aramazdı. Üstelik kalp şeklinde olması da bir umut doğuruyordu içimde;
kızgın ama beni seviyor! Hem o söylemese bile ben 42 No’lu Tirebolu Çayına
bayıldığını bildiğimden her zaman bir yolunu bulup onun için almışım ya da
getirtmişimdir. Demek ki o sessizce biten ama tüm enerjisini bir sonraki
kavgaya devretmiş tartışmanın ardından bu notla iletişim yollarını açmaya
çalışıyordu. Sevindim.
Hay şu dişin…
Sorunsuz bir biçimde havaalanına ulaşıp uçağıma bindim ve
bir buçuk saat sonra Atatürk Havalimanından çıkarken, ona indiğimi belirten bir
kısa mesaj gönderdim. Yanıt vermedi. Demek ya çok meşgul ya da bana hala
kızgın. Sorun değil, öğleden sonra işim bittiğinde ona daha çok zaman ayırıp,
gönlünü almaya çalışırım.
Bir taksiye binip Zincirlikuyu’daki ilk toplantıma
gittim. Öğlene doğru toplantımız bitti ve birlikte yemeğe geçtik. Yemek sonrası
kahve ve biraz havadan sudan sohbetin ardından saat üçte, Maslak’taki ikinci
toplantım için ayrıldım ama önce Sarıyer’e gidip bir dostuma uğradım. Benim
için 42 No’lu Tirebolu Çayını temin eden arkadaşım; işin bitince gel, bir rakı,
balık yapalım diye ısrar etse de, her şeyin toplantının sonucuna bağlı olduğunu
söyleyip affını istedim. Duruma göre kendisini mutlaka arayacağımı, eğer bir
fırsat olursa elbette birlikte bir akşam geçirebileceğimizi söyledim. Bu arada
bir çay için bu kadar yolu gitmemin nedeni, bu çayın fabrikada değil de
Tirebolu’da yetiştirilen çaylardan, üreticilerin kendi tüketimleri için evde
yaptıkları bir çay olduğunu da belirtmeliyim. 42 No’lu Tirebolu Çayı dememizin
nedeni o yöredeki çay fabrikasının ve ürettiği çayın markasının bu adla
anılıyor olması. Üstelik fabrikada üretilen bu çay da en az benim aldığım kadar
lezzetli ve nadir bulunan bir ürün.
Bir taksiye binip Maslak’a doğru yol alırken yine o
dişsiz görüntüm belirdi zihnimde. Sanırım bir şeylerle ilgileniyorken
unutuyorum onu.
Bu toplantım da zorlu geçen üç saatin sonunda bitti ama
bazı ayrıntılar ertesi güne kaldı. Ertesi gün yeniden toplanmak üzere ayrıldım
ve arkadaşımı arayıp bu kez beni bağışlamasını bir sonraki gelişimde mutlaka
rakı, balık yapacağımızı söyledim. Sağ olsun anlayışla karşıladı. Artık kendi
gecemin efendisi olabilirdim. Tabi önce Kevser’in gönlünü almalıyım. Beşiktaş’a
doğru yol alırken aradım. Açmadı. Uygun olduğunda araması için bir mesaj gönderdim.
İskelede indim taksiden ve çeyrek kala kalkacak Kadıköy vapuruna bindim. Uzun
yıllar Kadıköy’de yaşayınca insan, sabahtan akşama kadar her saatin çeyrek kala
ve çeyrek geçesinde hareket eden Kadıköy-Beşiktaş vapurunun hareket saatinden
çok çeyreklerine odaklanıyor. Boğazda yolculuk bir parça da olsa serinlik
sağladı. Vapurun ön güvertesinde açıkta otururken her zaman kaldığım otelimi
aradım ve bir oda ayırttım. İçim kıpır kıpır. Ne zaman İstanbul’a gelsem
mutlaka Kadıköy’e uğrar, sokaklarında, çarşısında avarelik eder, dükkânları
dolaşır, belki birkaç kitap alır sonra da çarşı içinde bir meyhanede akşamı
sonlandırırım.
Vapurdan inince Haldun Taner Sahnesine doğru yürüdüm ve
meydandan boğa heykeline doğru yönelip Mühürdar Caddesinden Çarşıya girdim. Her
gelişimde aynı yolu izler, Mühürdar Meydanındaki mermer blok üzerine
yerleştirilmiş timsaha merhaba demeden gezime başlamazdım; bu gün de timsahla
selamlaştık ve hemen çaprazındaki Beyaz Fırın çalışanlarına da el salladım.
Ardından kitapçılar yönüne doğru yürümeye devam ettim. Günün sıcağı hala
geçmemiş ama çarşı cıvıl cıvıl. Biraz yürüyünce uzaktan Yavuz’u gördüm. Yavuz
Bey Kurukahvecisinin sahibi. Onu da çarşıda tanıdığım diğer esnaflar gibi
burada yaşadığım yıllarda tanımıştım. Gerçi dükkânı diğerlerine göre çok
yeniydi çarşıda ama nedense Yavuz’a kanım ısınmıştı. Üstelik çok eski bir
arkadaşımla da tanıdık çıkınca Yavuz her zaman sohbet ettiğim, kahvesini
içmekten mutluluk duyduğum bir arkadaşım olmuştu. O da beni gördü. Elindeki
servisle birlikte dışarıya attığı masaların arasından sıyrılıp bana doğru
yöneldi, dükkânın önünde buluştuk;
“Hoş geldin abi” dedi. Sarıldık, öpüştük.
“Hoş bulduk” dedim. Hal hatır sorduktan sonra içeri davet
etti. Ben daha yeni geldiğimi, çarşıda biraz dolaşıp yemek yedikten sonra
kahveye geleceğimi söyledim.
“Tamam abi, bekliyorum, buralardayım” dedi.
Bu havayı solumak günün bütün yorgunluğunu aldı desem
yeridir. Akmar pasajına doğru gezine geze, çarşının ruhunu hissederek yürümeye
devam ettim. Yolun sonunda sola dönüp bir üst caddeye geçtim ve aynı gezintiyi
kafelerin, çoklukla meyhanelerin önünden geçerek balık pazarının Osman Ağa
Camisi yanındaki girişine değin sürdürdüm ve biraz geri dönüp Kadı Nimet
Balıkçısında sakin bir masaya oturdum.
Telefonumdaki mesajı o anda fark ettim ve hemen dönüp
Kevser’i aradım. Yine yanıt vermedi. Çayı alıp almadığımı soruyordu. “Aldım”
diye hayli kısa bir yanıt verdim. Kızmıştım ama bunu göstermek istemiyordum.
Balık ve doğal olarak rakı siparişi verdikten sonra ellerimi önce başıma
götürüp ardından iki yana açarak gerinmeye çalıştım ve gözlerim kendiliğinden
kısıldığında o dişsiz suratımla karşılaşınca yıkık dünyama geri döndüm. Neler
oluyor bir anlayabilsem…
İlk iki dubleyi içtikten sonra biraz olsun gevşemiştim ve
yeniden aradım onu. Yanıt yok. Meraklanıyorum artık; neden?
“Keşke benimle gelseydin” diye bir mesaj attım. Yanıtı
gecikmedi;
“Şimdi konuşmak istemiyorum, gelince konuşuruz.”
“Artık sakinleşebilir miyiz? Lütfen. Seni özledim.”
“İçtin di mi? Zaten beni sevdiğini ancak içince
hatırlıyorsun, ben senin mezen değilim” diye yanıtladı. Bu ağır geldi, hem bana
hem geceye. Gelince konuşuruz tarzında bir şeyler yazıp tartışmayı sonlandırdım
ama gerçekten de üzülmüştüm. Yemeğim bitti, kalktım, önce bir büfeden iki tane
yüksek alkollü bira aldım –saat ondan sonra satılmıyor ya o yüzden- sonra
Yavuz’a gittim. Sade bir kahve içtim, biraz lafladık Yavuz’la. Cuma gecesi
olduğundan çarşı oldukça kalabalıktı. Yavuz da çok meşgul olduğundan kahvemi
içince kalktım, vedalaştık ve caddede biraz yürüyüp yolun sonundaki kafelerden
birine oturdum, bir bira söyledim. Dişsiz suratım hala ortalarda, gitmeye de
pek niyeti yok. Birkaç biradan sonra Kadıköy’ün uyku saati geldi. Yine kalktım,
otelime gitmeden önce çantamdaki biraları da içmek niyetindeyim. Sahile doğru
yürümeye başladım ama nedense bir şey beni meydana doğru çekti. Haldun Taner
Sahnesi ile Bambi Kafe arasında geliş ve gidiş yollarını ayıran küçücük park
parçasında buldum kendimi. Manzara gerçekten ilginçti. Sol tarafımda, yaklaşık
otuz, kırk metre ötemde, ellerindeki tinerli üstüpüden nefes almaya çalışan beş
altı tinerci çocuk, tam karşımda, yaklaşık on metre ilerimde biri diğerinin
dizine yatmış ve ellerindeki biraları içmekle, alkol komasına girmek arasında
kararsızlık gösteren iki sarhoş ve ben. Ben de pek ayık sayılmazdım doğrusu. Bizden
başka sadece kuşların arada bir göründüğü bu yitik manzara ben ikinci biramı
açtığımda bir patlama sesiyle darmadağın oldu.
Korku, panik, merak ve biraz da can havliyle sesin
geldiği yöne baktım. Benden yaklaşık kırk, elli metre geride, Bambi Kafenin tam
önünden gelmişti ses. Sersemlemiş ve bakışlarındaki korkuyu dışarı vermemeye
çalışan iki adam silahlarını çekmiş, gözleriyle çevreyi tarıyorlardı. Polis
oldukları her hallerinden belliydi. Hemen yakınlarındaki bir çöp konteynerinden
dumanlar yükseliyordu. Bambi Kafe ve bulunduğu sokağın girişindeki dükkânların
bazı camları kırılmıştı. Sol kulağımda bitmek bilmeyen bir çınlama vardı ve
alkolün etkisi olsa gerek hiçbir panik duygusu hissetmiyordum. Bir yerimde
hasar olup olmadığını yokladım; iyi sayılırdım kulağım dışında. Sol tarafımdaki
tiner çeken çocuklar panik içinde sağa sola koşup “Bomba patladı” diye
birbirlerine bağırıyorlardı. Tam karşımdaki sarhoşlara döndüm, oturdukları
bankla birlikte arkalarındaki yeşil alana devrilmişlerdi. Birkaç dakika içinde
patlamanın şokunu atlatmış, yardıma ihtiyacı olan, yaralanan kimse var mı diye
çevremize bakınırken birden siren sesleriyle dolan caddede polislerin arasında
buldum kendimi. Ne olduğunu anlamadan bir polis arabasının içinde, tinerci
çocuklar ve iki sarhoşla birlikte rıhtımdaki polis merkezine götürüldük. Nedenini
öğrenmeye çalıştıkça tüm polisler ağız birliği içinde ve çok nazikçe; “Sadece
ifadenize başvuracağız” diyorlardı. Garip olansa kimliğimle birlikte cep
telefonumu kapattırıp, almış olmalarıydı. Ben, çantam ve 42 No’lu Tirebolu Çayı
torbası, polis merkezinin koridorundaki bir bankta ifade vermeyi bekliyorduk. Gün
ışımaya başladığında herhalde birazdan ifademi alırlar ve gitmeme izin verirler
diye düşünüyordum. Gün geçti gitti, akşam oldu ne ifade aldılar ne de
ihtiyaçlarımı sordular. Hiç değilse bir telefon edeyim birilerine haber vereyim
diye yakınsam da kimse oralı olmadı ve ikinci geceyi de polis merkezinin
koridorundaki bankta geçirdim.
Ertesi sabah yani ikinci günün sabahı sivil kıyafetli,
yetki sahibi olduğunu her hareketinde belli eden ve tüm polislerin karşısında
selam durduğu birinin odasına alıp oturttular beni. Ne iş yaparsın, nerde
oturuyorsun, o saatte orada ne işin var gibi sıradan soruların ardından,
masasındaki telefonu kaldırıp birini çağırdı ve
“Beyefendinin
ifadesini alıp gönderin, çok beklettik kendisini” dedi ve “Gidebilirsiniz”
deyip beni polis memuruyla gönderdi.
Polis Merkezinden çıkar çıkmaz hemen Kevser’i aradım.
Yine açmadı telefonunu. O sırada ardı ardına gelen mesaj sesleriyle telefonuma
bir dolu mesaj düştü. Tamamı Kevser’den geliyordu. İki de sesli mesaj vardı,
katılmam gereken toplantının karşı tarafı benden yanıt almaya çalışıyordu.
Kevser’in son mesajını açtım;
“Yeterince aşağılandığımı düşünüyorum. İnsan bir haber
verir ama senin hiç böyle kibarlıkların olmaz nedense. Bu tartışmayı belki
cevaplamayacağın bir mesaj üzerinden yapmaya hiç niyetim yoktu ama başka çare
bırakmadın. Uzun süredir devam eden bu çok kişilikli yalnızlığa artık dayanma
gücüm kalmadı, ben ayrılmak istiyorum. Bir süre beni aramazsan mutlu olurum.
Gerektiğinde ben seni arar boşanma detaylarını konuşuruz. Hoşça kal” diye
yazmıştı. Ondan önceki toplam on dört mesaj da;
“Bu kadar mı değersizim, bir yanıt bile vermiyorsun”,
“Neredesin, ne zaman döneceksin?”,
“Ayıldın mı?”, gibi genel başlıklar içeriyordu.
Güçlü bir endişe sağanağına tutulmuş gibiydim. Basit bir
tartışmadan buraya geleceğimizi hiç düşünmemiştim ama buradaydık işte. İlk işim
en erken uçağa bilet almak için sekreterimi aramak oldu. Hafta sonu olduğunu
unutmuştum, yine de benim için almaya çalışacaktı. Yarım saat sonra aradığında
tüm uçakların ertesi sabaha kadar dolu olduğunu istersem yarın en erken uçağa
bilet alabileceğini söyledi. Kendim çözeceğimi söyleyip telefonu kapattım ve
Rıhtımda dizili otobüs firmalarını dolaşıp en güvenli bildiğim birinden bir
bilet aldım. Bir yandan da içki içmek istiyordum onca yorgunluğa, uykusuzluğa
rağmen. Sakinleşmeliydim. En yakın marketten bir küçük votka ve bir kutu kola
aldım, özenle çantama yerleştirdim. Yarım saat kadar sonra otobüsün kalkacağı
Dudullu Terminaline giden servis aracındaydım. Terminale vardığımızda içerdeki
büfeden bir çay aldım ama içmeye pek gönlüm yok. Olabildiğince sessiz,
gözlerden uzak bir köşeye çekilip Kevser’i aradım ve telesekreterine başımdan
geçenleri ayrıntılarıyla anlattığım uzun bir sesli mesaj gönderdim. Sonrasında
üzüntümü ve endişemi gizlemeye çalışarak bir yere oturdum ve otobüsümü
beklemeye başladım. Daha önce defalarca kullandığım bu terminalde hiçbir
otobüsün zamanında hareket ettiğini görmedim. İstanbul trafiği bütün planların
en büyük düşmanıydı. Ben bu rahatlık içinde hareket saatini kırk beş dakika
aşan otobüsümü görevlilerden birine sorunca otobüsün yarım saat kadar önce
gittiğini öğrendim. Tanrım beni almayı unutmuşlardı! Evet, kendimi bir rezalet
çıkarmakta haklı görüyordum ama bana hiç yararı olmayacağını da biliyordum.
Görevliler hatanın kendilerinde olduğunu sessizce kabullenip beni bir sonraki
otobüse yerleştirdiler. İki saat kadar sonra yola çıkmayı başarmıştım.
Otobüsümün Susurluk’taki molasına kadar iki günün
yorgunluğu ve üzerime çöken şüpheli kokusuyla uykuya daldım. Ön dişlerimden
birinin olmadığı bir kâbusla sık sık gözlerimi açıyor olmama karşın bedenim
uyanmayı reddediyordu. Otobüs mola verdiğinde de uyumaya devam ettim. Ta ki
bütün bedenim önümdeki koltuğa doğru sürüklenip, çarpıp uyandığım ana değin.
Aynı anda otobüsün önünden gelen birkaç çarpma sesi de bu sürüklenmeye eşlik
etti. Kısa bir süre sonra otobüs durdu, yolculardan yükselen gereksiz
çığlıklardan sonra sürücü kapıları açtı ve herkes bir an önce araçtan inmek
için kapılara koştu. Benimse hiç inmeye niyetim yok ya da nasıl desem bunu çok
gereksiz buluyordum; en azından araç yanmadığı sürece orada oturmaya devam
edebilirdim. Bütün yolcular indikten ve ben de biraz daha uyandıktan sonra
çantamı, 42 No’lu Tirebolu Çayı torbasını alıp dışarı çıktım. Otobüsümüz bir
koyun sürüsüne dalmıştı ve ben, yola dağılmış ölü koyunlara bakarken buldum
kendimi. Yolun kalan kısmını yürüyerek mi gitseydim acaba? Daha güvenli ve
sorunsuz görünüyordu. Çantamdaki votkayı hatırladım. Otobüsün biraz gerisinde
yolun kenarına oturdum, votkayı ve kolayı açtım, kolanın yarısını döktüm ve
boşalan kısmı votkayla doldurup büyük bir yudum aldım. Ardından bir tane daha,
bir tane daha derken tatlı bir sıcaklık ve rahatlama duygusu yayıldı bedenime.
Ne olacağı, nasıl gideceğimiz artık hiç umurumda değil. Bütün denetim
mekanizmalarımı devre dışı bırakıp kendimi hayatın akışında sürüklenmeye salmaktan
başka bir çıkar yol yok galiba. Otobüse gittim, soğutucudaki kola şişesini
aldım ve yolun üzerindeki kamp yerime oturdum yeniden. Birkaç saat sonra votkam
bitmek üzereyken yeni bir otobüs geldi, yolcuları ve eşyalarını aldıktan sonra
yeniden yola koyulduk. Bu arada altı yıl aradan sonra muavinden otlandığım bir
de sigara içtim, ne halt yemeye yaptıysam. Votkanın kalanını otobüste bitirdim
ve sonraki bütün yol boyunca uyudum.
Eve ulaştığımda öğlen olmak üzereydi. Ilık bir duş kısmen
de olsa yorgunluğumu almıştı. Duştan sonra bir kahve yaptım ve onu aradım.
Yanıt yok. Bir daha aradım; yine sessiz. Sonra bir mesaj gönderdim, “Evdeyim,
gel konuşalım” diye; yine yanıt yok. Yorgunum, kızgınım, uykum var, endişelere
boğulmuşum, dahası içimde bir yerler acıyor, onu özlüyorum. Ve o yok. Gözlerimi
kapayıp derin bir nefes almaya çalıştım; dişsiz, sırıtan yüzümle karşılaşınca
vaz geçip o anda gördüğüm, bildiğim, tanıdığım, aklıma gelen, gelmeyen her şeye
oturaklı, bol tükürüklü küfürler yağdırıp, ağlamaya başladım.
Asla bana ve başımdan geçenlere inanmadı. “Kim bilir
hangi kaltağın koynunda sızıp kaldın” diye kestirip attı. Bir ay içinde
boşandık. Eşyalarını alıp gitti. Benden bir şey de istemedi, öylesine gitti.
İki ay geçmeden evlendi. İşte bu yıkım olmuştu. Bunu duyduğum anda bütün
dişlerimi sökmek, işaret parmaklarımı dibinden koparmak geldi içimden. Hatta
yetmezdi bunlar, kollarım, bacaklarım, dilim de kopsundu. Gözlerime mil
çeksinlerdi ama ölmeseydim ceza olarak.
Nasıl bilebilirdim ki onun özgürlüğü benim kaosum olacaktı.
Erhan
Sertbaş
Mart 2017 Antalya
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder